30 Ocak 2010 Cumartesi

Her Funda' nın Bir Fulya' sı...

Kadir gecesiymiş o akşam, yaşım altı, pek hatırlamıyorum sancılanmış annem doğru Zübeyde Hanım Doğumevine...
O zamanki başhekim büyük amca ailenin bütün üremeleri orada sonuçlanıyor haliyle en torpillisinden...
Ben babaannemdeyim bekliyorum, ne olsun kardeşinin adı dediler...
Zamanın Fulya Bebe' si vardı oradan alırdı annem kıyafetlerimi oyuncaklarımı, çok severdim de orayı, ismin benim ismime uygunluğu değil benimki, mağazanın adının kardeşimde yaşaması demek ki bende aslolan...
Fulya olsun dedim...
Kırmadılar sağolsunlar böylelikle sonradan öğrendim ki her Funda nın bir Fulya' sı...
Her Fulya' nın da bir Funda' sı var...
İyi ki doğdun güzel kardeşim kendin gibi güzel olsun, bahtın da şansın da...
Bizlerle olsun ama hep görelim güzelliklerini sağlıkla mutlulukla...
Rengin' in biricik Teyyyyyyyyzeeee' si :)


29 Ocak 2010 Cuma

Hep Aynı Mevzu...

Benim de başıma geldi, blog yazılarının dışardan görüntüsü ki genelde ben kızarım tabi naçizane kendi kendime, ay bu ne bohem yaşantı oh mis maşallah diye...
Dert yok, kasavet yok ama her çatının altı bilinir mi bilinmez tabi, ne yaşanılır o kapı ardında...
Dün konuştuğum bir blogger arkadaşım dedi ki, dışardan bakan senin ne süper hayatın var der diye...
Ay dedim hem de bana, o kadar şafak saymalar, sonrasında saçma sapan davalar sonra bir sürü başka birşey...
Olmaz mı ev dertsiz sıkıntısız olur mu, tuzsuz bibersiz...
Lakin en güzelini aradan çıkarıp yaşamak, en güzeli en uygunu...
Yoksa insan ne demeye yaşasın, "anam derdim var ölem ben" desin çekilsin kabuğuna...
Olacak iş mi şükür anahtarı her kapıyı açan, hep hayır düşünmek de açılan kapının ardında solunan hava gibi, sonrasında zaten gördüğün gibi heryer bakmasını bilirsen...
Ben biliyorum, bilmeme şükrediyorum en başta...
Evrene geçende ne attım, 3 Şubat'ta basketbol gösterisi gelecek Ankara' ya dibimize, dedim buna Rengin kuşunu götürmek isterim ee sporun dibindeyiz yapsak şeklinde derken derken gidiş yolu açıldı şimdi Rengin nasıl sevinecek her reklamını gördüğünde hoplayıp zıplıyordu...
Sonra şehrimin yolları açıldı ama her yer beyaz yine de, en saf renk, en güzel renk, ne kadar siyahı sevsem de en çok, görmekten en mesut olduğum rengi seyrediyorum dışarda hafta sonu tatiline başlarken elimde çayım elimi ısıtırken...

27 Ocak 2010 Çarşamba

Aklımın Almadığı...

Aklımın firar ettiği, mantığımın kabul etmek zorunda kaldığı, mecburen boynumu büken hayat gerçeklerini küçükten beri sorguladım cevap bulamadan...
Ortaokulda iki kızdık, Zülal' i gören Funda yok mu, beni gören Zülal yok mu diyecek kadar birlikte...
O zamanlardaki takıntım, nereden duyduysam öldükten sonra öte tarafta anamızı babamızı kimseleri tanımayacağız....
Bu nasıl kelam? Ortaokul çocuğu, hele ki benim gibi bir yanı her daim çocuk olana denecek laf mı ki, hele hele ailesi için geberecek bana...
Ne ağlardım Zülal' in yanında, o kadar da dalga geçerdi ki namızsız...
"Zülaaaal kimse kimseyi tanımayacakmış ben annemi babamı tanımayacaksam sen de yoksun ne yapacağğım ben :("
Uzun aylar bu yüzden ağladığımı hatırlarım ki sık sık da tekrarlar Zülal hala o günleri gülerek...
O konu hala kafamda muamma ayrıca da...
Sonra bir diğer akıl erdiremediğim ama uymak zorundasın anasını satayım dediğim, bir mevzu daha var ki o da doğa kanunu diye adlandırılıyor;
Evin genci evlenme çağına geliyor, kuş evden uçuyor sonra ana evi ona misafirliğe gittiği herhangi bir evmiş gibi geliyor...
Haydaaaaaa ee sen o evin bebesiydin, neden o his sarıyor bedeni ruhu?
Tamam insanın evi gibi yok ama birden öncelikler değişiyor, ana baba kardeş flu geride, öndeki net görüntüde kocan/karın çocukların sen...
29 yaşında evlendim bir vesaitlik yere taşındım dört ay salya sümük ağladım, adam bayıldı tabi duruma, düşünülünce koca kazık debeleniyor...
Ağladığım ya da üzüldüğüm buydu işte, benim dediğim evimden ayrılıp işte haydi şimdi burada evcilik oynayacağın yer alış denilen bir yere terfi etmek dert...
Sonra alışıyor mu tabi ki bukalemun gibi her yere ayrı kabuk rengi, ayrı sorumluluk cübbesini geçiriyor insan bir çırpıda üzerine...
Sonraki hayat gailesi kayınvalide, görümce, damat, annem, babam, senin taraf, benim taraf, çocuk bir sürü akıl ermez teferruata takıl yürüt hayatı...
Sonra senin evladında aynı şeyi yaşa...
Karar verdim normal değilim ya da kim normal, neye göre bu normallik?
Yaş kaça gelirse gelsin tek çıkarımım şu yalandan hayatta "yalnızsın"...
Bir alay insan da olsa yine de, yalnızlık yakandaki takılı iğnenin adı...
Benim isyanım, azgın nehirdeki(hayat oluyor azgın nehir), kırık salın üzerinde, sonundaki çağlayandan düşeceksin işte, boşa yorulma herkes atlayacak oradan diyen "iç" in kötü kahkaha sesine...

26 Ocak 2010 Salı

Yavrunun Dişleri Sallanırsa...

Evet alttaki iki diş var ya, işte onlar sallananlar...
Kimbilir ne zamandan beridir yerlerinde duramıyorlar...
21 Ocak hastanede muayene için sıra beklerken arkadaşının dişlerini anlatıyordum ki sana tam bak buradaki dişleriymiş derken amanın Rengiiiiiiiin seninkiler de sallanıyor anneciğim dedim...
Neyse ben bir duygu fırtınasına kapıl, kendi kendime bir hislen...
Neymiş dişin sallanıyormuş...
Olmaz ki, demek evlensen yerlerden kazıyacaklar beni...
O sebeptendir ki hala göbek bağın bende vermem kimselere...

25 Ocak 2010 Pazartesi

Kreşten Masal...

Jean de La Fonteine masalı misali bugün Rengin anlattı, kreşteki masalını uyurken bu kez kendisi bana...
Olgun bir koyun varmış zamanın birinde, kendinden emin çiftlikteki diğer hayvanlara ağabeylik yapar, sözü sohbeti dinlenirmiş...
Fakat ne olduysa birgün çiftliğin dışında otlamaya çıkmışlar çoban eşliğinde, sonra bizimki bir kelebeğin peşine takılmış gitmiş gitmiş derken sürüden ayrılmış, ormana doğru yol alırken birden ağaçların dallarının birbirine dolanmasından gökyüzü kapanmış bir yere gelmiş...
Şaşkın ve bir o kadar da korku ile etrafını seyrederken ve nasıl çıkacağına dair kafasında planlar yaparken, tam adımını atmış ki bir çukur, olduğu yere yığılmış o an...
Canı acımış haliyle fakat hemen kalkmış bakmış kendine, ayağı acıyor ama topallayarak da olsa yürüyebilir...
Ağır aksak ilerlerken, arkadan gelen bir tısssss sesiyle irkilmiş...
Sesin geldiği yöne bakmış ki bir sevimsiz yılan...
Tıslaya tıslaya sürünüyor kendisine doğru...
Koyun şöyle bir bakmış mağrur, öyle ya karşısındaki sürüngen, ne kadar tehlikeli olursa olsun neticede sürüngen işte...
Yılan da kendini akıllı bellemiş, cinim ben, zekiyimm edalarında üstelik ev sahibi de ormanda...
Şöyle etrafında kıvrılmış kuzunun etrafında, sonra;
"Ne ararsın böyle sakat hasta halinle buralarda seni sokayım da gör gününü"
demiş...
Kuzu şöyle bir göz süzmüş bakmış yılana;
"bre sürüngen sen beni görürsün sakatsın öleceksin dersin ama dön bakalım arkana bir bak gelene, hele ikiye bölünmüş başı nerede, kuyruğu nerede, sen önce onları toparla bakalım, benimle uğraşacağına"
deyince yılan önce inanmamış kandırıyor sanmış, kuzunun kendisini...
Merak da var içinde bir bakayım çaktırmadan deyip, arkasına bir dönmüş ki, ailesinin içinde bir diğer yılan ikiye bölünmüş yerde kıvranmakta...
Çok korkuş gözü ne kuzuyu görmüş ne başka birşeyi...
Hemen koşmuş, kendi derdine dalmış...
Bu masal da böyle bitmiş...
Kuzu mu bulmuş çıkışı, gitmiş evine...
Yılan?
Ondan haber alınamamış hiç...

23 Ocak 2010 Cumartesi

Ne Büyük Keyiftir...

Keyiflerin en güzeli insanın kızıyla ya da oğluyla gezmesi... Ben tam bir kız evlat delisi olduğumdan Allah da gönlüme göre vermiş kardeş kardeş geziyoruz...

Büyüdükçe daha bir tatlanıyor vaziyet...



Sevgililer gibi filmi el ele izlemeler...

Bizimki filmdeki arada bütün çocukları bize katılır mısın diye hoplatıp ikinci yarı hepsini yerlerine oturtana kadar göbeğimiz çatladı...


Her kurbağanın da prense dönüşme garantisi yok tabi...
Bir de bu alışveriş merkezlerini kış mevsimi gezmekten hiç mi hiç haz almıyorum yürüyen portmanto gibi oluyorum kendi mantomu /montumu çıkaramadığım gibi, kızın Bey' in ıvırını zıvırını taşı derken, bir de üzerine sıcak ekleninde çekilmez bir hal alıyor, eşyaları arabaya koy da olmuyor, eskiden kapalı garaja kondu mu bir derece ama şimdi dışarıya konuyor mecbur...
Bir de büyüklerin bir lafı vardır benim gibi buldumcuk anneye söylenir ki anneannem söylerdi sık sık, "demek Rengin olmasa cami avlusuna oturacakmışsın" diye...
Ben de bu Ankara sakinlerinin alışveriş merkezlerinin olmaması halinde ya da eskiden ne meşguliyet bulduklarını hafta sonlarını, çok merak ediyorum, hayır hatırlamıyorum da işin enteresanı...
Bir de bazısı alışveriş merkezi demiyor ismiyle söyleniyor ona kabulüm ama bir de direk AVM diye söyleyenine şahit oldum ki, bütün tüylerim diken diken olup, hızla yanından uzaklaşmışımdır...
Ne demektir AVM?

22 Ocak 2010 Cuma

Sarımsağı Seven Kadının Eylem Planı...

Sarımsağı seven kadının kocası sarımsağı sevmezse...
Kadın da, adam her evden çıkışta her seyahate gittiğinde sevinçten deliye döner, neden, bol sarımsaklı yiyecekler yiyecektir de ondan...
Çünkü kocası evdeyken rahatsızlık vermemek için hasrettir o mis kokuluya...
Öğlenden alır nevalesini, akşam da dinlemez saat kaç, kalorisi kaç, kilo nedir ne değildir...
Önemli olan yemesidir ne olursa olsun midesine göndermesidir...
Şimdi mesut mutlu oturur amacına ulaşmıştır artık...

21 Ocak 2010 Perşembe

Başlık Toptan "Bugün"...


Her zaman en kral park yerini bulurum göndermem hep işe yarar, hal böyle olunca yine bir yer bulup konuşlandıktan sonra, bir de baktım ki sen gitmişsin Yavru Ceylan...



Daha otuz beş dakika var randevuya, sen uyu bari, ben de takılayım öyle...



Şimdi ben o ayağını alsam kemerini çıkarsam filan, o sefil uykunun tadını kaçıracağım, iyisi mi seni hiç kıpraştırmamak...


Korkma annem sadece jel sürüp kalbini gösterecekler sana...


Güm güm sesler ne kadar ilginç değil mi...


Gerçi aslı ilginç olanı, doktorun sana "ekranda ne görüyorsun Rengin" sorusuna "çizgiler" diyerek cevap vermen...

Yık literatürü yık kuzu :)




Neyse sonunda kendine geldin, hah şöyle rahat bırak kendini...


Zaten masum üfürümmüş kalbindeki, zararsız çok sağlıklıymış minnacık yüreğin...


Birşey olmaz annem, bende de var, anneannende de zaten...



Her kreş çıkışı ya da biryerden dönüşte telefonda hep aynı soru,

"Anneanne müsayet misin?"

Neyse müsayetmiş...

Ama sende de ne enerji maşallah annem, hala dur durak bilmiyorsun...




Başka şeylerle ilgilenmezsek de olmaz, ana kız takılalım öyle...

Bitti gün sonunda şimdi uyu kuzum...

Ha bu arada annecim Fatmacım; sen hala "süzgün bu çocuk her gördüğümde" de bak 25 kg olmuş...

Boyu da 124 cm...

Rengin dur annem ayını da yazayım tam arşivlik olsun, sonra bu yazı sana gitsin...

5 yaş (22 Eylül 2004) 4 ay...
Buuuu?
Bu tamamen duygusal, muz kirlenmiş pislenmiş onu temizledim...
Gecenin bir vakti olması önemli değil feda ettim artık kurtardım onu ve arkadaşlarını...
Vicdanım rahat...

20 Ocak 2010 Çarşamba

Aynı Yol... Yeni Yolculuk... (Öykü Atölyesi Fotoğrafın Dili)



Verilen aradan sonraki çıkılan yol bu...
Kıvrımlar dönülmüş, karanlık yerini aydınlığına teslim etmiş...
Aydınlıksa bayrak yarışındaki gibi beyaz bayrağını gururla taşıyor...
Yol şimdi düzgün, etraf çiçekli mis gibi ferah, yenilik, tazelik kokusu hen yanda baskın...
Hayat da kıvrım kıvrım, dönemeçli bir aydınlık bir zifiri...
Ama yeni çıkılmış henüz şimdi ışıl ışıl, ışık hiç sönmeden, yol hiç çatallanmadan...
Benzinsiz olsun taşıt hatta, oturanların neşesi olsun yakıtı...
İleri doğru çiçekli yol olsun hep gidilen...

19 Ocak 2010 Salı

"Meydan" Feleğini Şaşırdı...

Kimlik bunalımı bu olsa gerek...
Dili olsa da konuşsa diyecek ki; ne halt yiyorsun, bir öyle bir böyle, yemek mi tarifleyeceksin, çocuğunu mu yazacaksın, kendini mi karar ver...
Yok karar, ne kararı meydan tamamen her yana saçılmış konu toplaması, koca bir derin kase...
Neyse ben şu yaptığım pizza hamurunun Emine Beder kitabına ait olduğunu belirtip, nasıl olduğunu yazmam gereken istekler aldım, boyun borcudur yerine getirile...
Fakat ardından eklemeli ki ölçüye sadık kalınması halinde lezzet de yiyene o derece sadık kalır...
Hamur İşleri Kitabı sayfa 154...
Klasik Pizza...
1 Yumurta
2,5 Su Bardağı un
1/2 Çay Bardağı Sıvı Yağ
2 Çorba Kaşığı Yoğurt
1/2 Çay Bardağı Su veya Süt
20 gr. Yaş Maya
1 Tatlı kaşığı Toz Şeker
Tuz

Bu malzemelerin hamuru için klasik bildiğimiz mayalı hamur yapımı yolunu izliyorsunuz, sonra üzerine hayal gücü ürünlerini serpip, benim fırınım turbo 170 derecede pişirdim siz sizinkini hangi derecede pişirirseniz artık...


Bir de iyi ki Sinangil un göndermiş, yoksa çoluk çocuk, ahali, bütün mahalle unsuz kalmış kendimizi bir o yana bir bu yana savururken görmemişin unu olmuş da döktürmüş misali sanılmasın sakın!!

Sakın sakın!

Her yapılan fotoğraflanmıyor, yazılmıyor, çizilmiyor diye...

Kekimiz de Sinangil Sade Kekun karışımın bir sonucu olup, evde onu bitirecek adam insan nerde, her yana dağıtırım artık, benimki yapma egomu tatmin tamamen...

18 Ocak 2010 Pazartesi

Annemgilin Sinangili...






Ben eksik kalmadım tabi gönderdiler sağolsunlar, bir dolu un oldu kıyı bucak çeşit çeşit...
Hatta apartman görevlisi almış öğlen ben işteyken, kapı çalında saat 19:00 civarı ben bunları görünce birden Renginle kek yapma fikri geldi, fındık aromalı kek olsun dedik...
Baktık tarifte 3 yumurta yazar, mamafih biz de var 2 yumurta tabi kek pek kabaramadı...
Olsun biz de pazar kahvaltısının şanındandır dedik, Sinangil' in de şanını yürüttük...
Kekler de sıraya girdi yapılmak üzere...



Kızın uyumuş, ayaklar uzatılmış, pazar akşamı keyfinin ortasında akşamı...

16 Ocak 2010 Cumartesi

İçim Şişti, Allah' tan Sonu İyi Oldu...

Sabah babamın raporunu halletmek üzere hastanedeydim...
Hastanenin behçesinden girince daha yeni ama iki-üç ay öncesine döndüm neler geçti gitti diye çok şükür buna da tabi...
Yalnız pazartesi hastanelerin çıldırdığı günmüş yeni öğrendim çünkü bizim iş hep cumaydı nispeten daha tenha...
İşimi halledemedim tabi o kadar saat oturmaya bilgisayar sistemi çökmek suretiyle emelime erdiremedi beni ama ben hallettim ilaç işini...
Orada içim şişti resmen, bölüm radyasyon onkolojisi olunca gripten insan yok orada hepsi maskeli...
Bir nebze büyüklere alışıyor insan da çocuklara ne demeli?
Bu sabah da sözleşmiş gibi her yandan maskeli bir bıcır çıkmaz mı karşıma?
Allahım ne şekerler hiç biriyle göz göze gelmemeye çalıştım yoksa tutamam kendimi...
Şiştim çıktım dokunsalar gideceğim, sonra kenarda bir kadın, yanında iki sakinleştirici insan evladı ama nasıl bir ağlama, dövünme değil o kadar asil...
Haydaaaa zaten durumum berbat bir de bu o sırada annemle telefonda kouşuyoruz kendimi de zor tutuyorum kadının yanına gitmemek için olmadı beraber ağlarız ben de açılmış olurum...


Allahtan öğlen arası kızlarla buluştuk da unuttum o saatleri...
Hoş insan beyni de enteresan, daha hastanenin kapısından ilerledin mi hafifliyor, 100 metre git birşeycik kalmıyor...
Hayat kaldığı yerden devam, tabi olmak da zorunda...
Kızlara fotoğraf makinanızı getirim dedim, dediğime hem sevindim hem pişman oldum bütün konu makinalar oldu harala gürele geçti o kadarcık saat...
Olsun o da yetti...


15 Ocak 2010 Cuma

-di' li geçmiş zamanda...

Zamanında Age of Empire oyununa bayılır, deliler gibi oynar dururdum...
Zaten stratejik oyunlar vurur kalbimden, hala da...
Fakat I. II. III. filan bilmem, ilk çıkan neyse anam babam usulü...
Orada bilenler bilir, şimdi online olanları çıktı bir müddet onlara da takıldım olmadı, savaş oluyor, köy kuruluyor, güçlenmen lazım sonra düşman gelip seni dımdızlak ortada bırakıyor, kalıyorsun öyle...
Bir de oyunun sonlarında insan çoksa köyünde, onların bir silme tuşu var...
Ona tıkladın mı gidiveriyorlar...
Sonra hayata uyarladım o oyunu hep, hala da yaparım nerede boş yer görsem evi kurdum, adamları oduna gönderdim...
Dünyayı Matrix' i izlemeden önce Age of Empire oyunundaki gibi düşlerken ve buna da kendimi iyice inandırmışken...
İnanç yanım da ağır basar ama sanki diyorum yine dünyaya insan fazla geldi demek Haiti bölgesinde gitti on binlercesi...
Tabi ki sual edemem ama ne bileyim öyle bir kalmış aklımda, yanlış doğru ahkam kesmeden...
Art niyetsiz, kötü düşünmeden, üzüntümden sıcak evde otururken onları düşünmemden, karnım doyduğunda boğazımın düğümlenmesinden...
Ülkemdekileri tabi ki düşünüyorum ama öncelik sırası dualarımın da, onlarda bu ara...
Allah yardımcıları olsun tez vakit...

13 Ocak 2010 Çarşamba

Merhaba...

Seni görmek...
Seninle; "ben" deki değişen kabuğu görmek ona uyum sağlamaya çalışmak ve bunu yalnız yaptığına inanabilmek...
En önemlisi, kendini buna inandırabilmek...
Sorguladığın ne öncelikle, cevap belli yalnızsın, öze bak ki göresin...
Bakınırken sudan çıkmış gibi kalmışsın, sonra kavgan neye...
Kendinden başka kime zararın......
Etraf ne ki, yeni hayat, yeni düzen bunlar senin değil, şekil değiştirenlerin...
Değişen ne? Kökünden koca bir hayat...
Haydi sil baştan...
Ümidini kestiğinde ne oldu, hala kesikte duruyor o, onulur yara değil açtığı, kendini haklı saysa da, şu meşhur empatiden uzak yaşanılan...
Herkes curcunanın içindeki yalnızlığının, sudan çıkmışlığının şaşkınlığında...
Cemaat kendi derdinde, kıyamet koptu da ben mi kaçırdım...
O zaman kopmaya devam ediyor ya da artçıları bunlar...
Öyleyse iyi, yakındır kesilmesi...
Felaketin ardındanki dinginliğe uyum sağlamak, yeni bedene, yeni ruha ve yeni hayata merhaba o zaman...


Şevkatle, sevgiyle ve sonsuz sabırla...

12 Ocak 2010 Salı

Ankara' nın Orta Yeri Gerilimi...

Saat 23:08 apartmandan çıkmadan önce bir Ayetel Kürsi okudum, çıktım daha bismillah devasa bir köpek vızzzzt geçti önümden ...
Hah dedim kendi kendime, okudun duayı yırttın geçti gitti...
Apartman kapısıyla araba arası 10-15 metre...
Kapı da birden arkamdan küt diye kapanmasın mı, kapana kısıldım...
Bir başka köpek de -devasa- iki arabanın arasından geçti mi...
Bayılacağım artık korkudan, in cin yok...
Benim o kapıyı açıp kendimi içeri bir atışım var, biri görse gülünecek her yanıyla güler...
Oh dedim bitti...
Yol tenha, önümde beyaz bir doblo, önce farkedemedim sinyalsiz sağa dönecek sandım, meğersem yolda arabasıyla dans edermiş...
Sollama gafletinde bulunuyor ve tam yanından geçmek üzereydim ki, birden sağımda bir karaltı, Allahım çarptık çarpacağız...
Yok dedim ben efendi efendi bunu önüme katayım en kontrollüsü bu...
O da dans ede ede seyretti...
Sonra eve yaklaşırken bir iki köpek de eksik kalmasın bizim orda...
Park yeri de yok ta dışta etrafı kolaçan et bir dua da onlara savur...
Koş gir eve kooooş...
Ne gezersin gecenin vakti arkadaşında kahve içmede...
Otur evinde adam gibi...

Çare...

Her yazının konu sıkıntısı olduğu gibi, şarkıların da koularının ve sözlerinin, onların etrafında dönüp durduğu labirentin, aslında çıkışı yok...

Pandoranın kutusu veya alelade bir kutu belki; bilinmeyen bir yere denk gelinince içinden dudak uçuklatan hengameyle hortlayan "içindeki"...
Zaten o hortlayan veriyor, hayal kırıklığının haberini...
Üzerinden ahkam kesilen, atılan tutulan ama kesinleşmeye ramak, paçaları tutuşturan...
Olması istenmeyen ama kendine bakınca da, ondan başka çıkar yol yok gibi duran...
Belki karşıdan öyle duruyor soğuk ürperten, ama içi yakıyor...
O yangından kurtulmak namümkün, yanıp gidecek el mecbur külleri kalana kadar...
Kötüsü; küllerin savrulması da yok, zift gibi yapışırken yere, üzerine bassan seninle gelecek nereye gitsen, her an ayağının altından seninle gelen...
Kazınması zor...
Çekip gitsen de seninle gelecek her döndüğünde, kafayı her çevirdiğinde, "alayını" taşıdığı için görmek zorunda olduğun...
Tahammülün olmasa da, için kalksa da bakarken bakarken bir bakmışsın...


Bir bakmışsın...


Artık görmüyorsun bundan sonra...
Sonra bir ses kulağında...
Duyuyorsun artık, ayaklarını yere vuruşundaki heybetinin sesini...

Üzülsen ne, elindeyken Baksaydın ya!




İşte sanki yazdıklarım forward maillerde olur ya, iyi olun bıt bıt bıt, elinizdekilerin kıymetini bilin vesaire bir sürü şey, kimi zaman okur geçerken kimi zaman da okumadan silip atarız "eeeh biliyoruz bunları" diye...
Ben nedense bir emeğe saygı çerçevesinde, bak düşünmüş göndermiş diye bir görev insanı edasıyla yaklaşır olaya, okurum...
Hayatıma da iliştiririm, magnetin buzdolabında duruşu misali...
Bunu böyle dost meclisinde, aile meclisinde konuşunca söyleyince öğreten adam olma sıfatını yiyecek olmama aldırmadan da anlatırım...
Peki her şeyi iyi düşünün hayır düşünün dediğimde ne olur "senin tuzun kuru"...
Lan neresi kuru, direk Akdenizin nemi yapışmış işte tuz parçacıklarına az çok yazıyorum, o da buz dağının görünen parçasını, insan herşeyini de yazamıyor ki şifreliyorum arada satır aralarında, tamamen ruh rahatlaması için...
Yatmadan bir ferahlatıcı gibi tek doz...
Yok mu kimsenin sıkıntısı derdi, var ama aşmak lazım kalbi Allah' a bağlamak tevekkül etmek lazım, aşarken kimseyi hırpalamamak lazım elindekinin kıymetini bilmek lazım, elindeki "çok" un gittiğinde, kalaz "az" a bakıp, olsun buna da şükür demek lazım...
Lazım gelen o kadar çok şey var da hayata geçirecek aklı başında nerede?
Ölümlü dünyada iki dakika sonrasını görmemizin garanti olmayacağı dünyada...
O zaman kelebek gibi yaklaşmak lazım, hele hele canımıza, en sevdiğimize...
Öyle hırpalar canına okursan, edip bitirirsin sonra pişman olsan neye fayda?...
Malesef yara gidiyor ama izi duruyor namuzsuzun...
Sonra elindekinden olur insan evladı kalır öyle ortada, bir bakarsın arkana önüne yalnızsın...
Dövün şimdi dövün ki ne dövün...

11 Ocak 2010 Pazartesi

Akşam Akşam...



Büzüşmüş paketin dibinden çıkarılmaya çalışılan çikolata sos...

Havaya karışan kahve kokusu...




Gidenin ardından...

Seviyorum...

Yataktan kaltığımda yeni bir güne uyanabilmeyi...
Sabaha küçüğümün yanıma gelip, günaydın derken ki yüzündeki gülümsemeyi...
Sağlık sıhhat haberi almayı...
Sıkıntının da kasavetin de geldiği gibi gitmesini...
Yeniden, yine yeni yeniden diyebilmeyi...
Kocaman bir parça açıkta boşlukta öyle olsa dahi gücümün farkında olmayı...
Dört sene önceki açılan kapıdan geçtiğimde, adım attığım, kabuk değiştirdiğim o hadisenin üzerimdeki devam eden etkisini...
Dinginliği...
Arada aksiyonu...
Kendimi...
Sevdiklerimi sevenlerimi...
Bir başka bugünkü havanın tadı...
Bir başka soluduğum hava, içinde şeker tadı var sanki...
Fotoğraf çekiyorum bol bol dışarıyı içeriyi...
Öğrenmek babında...
Güzel yine herşey şükür olsun...

Dipten kısacık: Kötülerle alakadar yazı hayattaki genel kötülük üzerine yoksa kimseye ithaf veya yaşananlardan değil, aklıma gelen öylesine...

10 Ocak 2010 Pazar

Kötülüğün Nerende?

Değil...
Orada değil...
Tamam bazılarının aklı da orada ama bu orada değil, yani en azından olmadığını düşünüyorum, iyi niyet çerçevesinde...
Bu insanın kötü olma merfumu ne menem bir hadisedir ki akıl sır ermemekte...
Hani her anne her baba iyi o zaman yetişmede bir problem yok, o zaman çevreye karıştığımız zaman bu işin başlangıcı, çevre işte insanın kendisine güvenilen ama etrafına güvenmiyorum tabirinin adresi "çevre"...
O zaman bebecikler doğduğu an itibariyle birer pamuk gibilikten o meleklikten çevreye girdi mi içinde artık neresindeyse canavarı da yetişiyor salıyor kendini ortaya...
O zaman durmak lazım orada şöyle hafiften, çevreyi oluşturan kim?
Ben anlamadım zaten ben iyi, sen iyi, o iyi, kim kötü, neden kötü neden efendi gibi olmayan birçoğu var?
İşte herkesin kendi kapısının önünü süpürme zamanıdır, şapkaları ortaya koyup düşünme zamanıdır da anlamayana davul zurna olmadı kol bastı ekibini getirsen ne fayda...
Benim kapı önü temiz ebe olamam ben bu oyunda...
Rahmetli dedemin dediği gibi;
"Sen gendini bilir bi hanfendüsün"
Nice hanfendülere beyfendülere :)

9 Ocak 2010 Cumartesi

Bir Nergis Bir Blog Çiçeği...

Dün nergisimi kokladım durdum bugün de tatesal ın hediyesiyle ikiye katladım güzelliği...
Hani okursunuz blogu sonra bir ısınırsınız yazılarına kendisini tanır gibi olursunuz benim de ilk zamanlarımdı tatesal ı okumam, sonra benim için hıdırellezde dilek yapmıştı hiç unutmam gerçi talihsiz dileklerimin başına da gelmeyen talihsizlik kalmamıştı öyle değil mi arkadaşım :))) Çok gülmüştüm ...
Beni hiç unutmaz böyle şeylerde sağolsun lütfetmiş bana armağan etmiş...
Ben de tabi ki benimle beraber derdime mutluluğuma ortak olan bütün arkadaşlarıma gelsin bu çiçek diyor bir radyocunun istek parça anonsu gibi hepinize uzatıyorum...
Kabul buyurun efendim...
Sonradan not : Sevgili hayat bir yanılsamadır dan da almışım çiçeğimi, çok teşekkür ederim özellikle benim için sarfettiği ince sözlerinden için :)

8 Ocak 2010 Cuma

Ne Nereye Kadar?

Cevabı verilmesi en güç sorulardan biri ...
Nereye kadar?

"Gittiği yere kadar..."

Diyesi geliyor hemen insan da duyar duymaz...