31 Mayıs 2010 Pazartesi

Yanılma!

Sanma ki suskunluğum, naçar kaldığımdan,
Sanma ki sakinliğim, sonraki fırtınanın gelişinden,
Sanmayasın derinliği mağlubiyetin işareti,
Değil hiç değil, sen ne kadar yalnız sanırsan o kadar kalabalığım aslında...

Bakma, yanımda kimsenin görünmeyişine,
Bakma, kafamı koyduğum yorgunluğumdan,
Bakma ağlamam, kederim sevinçten asıl,
Asıl beklediğimden; geleceğini bildiğimden,
Ümidim onadır, bakma sen sessizliğime
Bekleyişin büyüsünü bozmamaya...
Finalin asaletini kaybetmemesi adına suskunluğum,
Sükutum ikrarın asilliğinden,
Sanmayasın naçarlığımdan...
Değil...
Hiç değil...

30 Mayıs 2010 Pazar

Miniminnacıkken...






Minnacıkken, benden biraz büyük bile olsa herşey, devasa görünürdü gözüme...
Doğup büyüdüğüm babaannemin evinin bahçesi misal, nasıl leb-i derya gelirdi bana, şimdi görsen avuç içi...
Sanki koşa koşa bitiremezdim, oyna oyna derya deniz...
Gençlik Parkı' da öyle(ydi)...
Bütün amcalarımın ve halamın nikah salonunun meşhur köprüsünde çekilmiş bir pozu mutlak var eşleriyle...
Keza yine gez gez bitiremediğim bir mekan kendisi, nasıl sevdiğim, şehir dışından her gelenin ilk başta uğratıldığı baştacı, meşhuuuur Gençlik Parkı...
Binilen oyuncakları, bir çırpıda içilen meysuları, illaki Şişman'ından (Allah rahmet eylesin) yenilen dondurması, masaya gelen annelerin içtiği semaver çayı...
Bugün gidildi, babamın hafta içleri evde olup da canı sıkılmasın mahiyetindeki hafta sonu gezintilerinden birinde, yeni yapılan hatta modifiye edilen anı yüklü parka uğrak verdik...
Buram buram Altınpark, Mogan hatta belediye kokan park olmuş son hali...
Yermek istemiyorum tabi, benim aklımda kalanı eskisi olduğu için yolları altından olsa ne fayda...
Fakat yazının başındaki mevzuya gelecek olursam da bir çırpıda bitti park...
Hatta dedim anneme, anne yaparken küçülttüler mi ne yaptılar diye, bana da bir küçük geldi dedi...
Ya biz çok büyüdük, ya park küçük hakikaten...
Fakat ne olursak olalım, anıları hala kocaman ve canlı olabildiğince...

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Fotoğrafın Bağırdığı...

Başa geleni düşünüp ağlanılası...

Dökülen her damla derdin aynası...

Kimse kırık yeni görmesin diye saklanan...

Köşe bucak kaçılan fakat her köşe dönüşünde karşılaşılan...

Düzgün diye düşünüp yine yanılgı içinde bakılan...

Kendimi ney' in sesine teslim edip...

Kaderimsin çekeceğim dediğim...

Yarına ürkerek baktığım hatta gözlerimi kapattığım hatamsın...

28 Mayıs 2010 Cuma

Çerçeve Değil, Resim Hiç Değil, Camın Dışında Çerçeve İstiyorum...

Sıcağı sevmiyorum hele yanında hediyesi nemi...

O yüzden Antalya' nın Mersin' in adını duyduğumda daha darlanırım, nefes alamam, soğuk olacak hava, hafif puslu yağmur yağdı yağacak hatta hafif çiseleyen...

Hastaneyi yol yaptım Gazi Hastanesi, Allah'ın lütfu demek ki bunlar içinmiş depo, biniyorum hemen önünden dolmuşa Gazi' nin önüne, oradan bin, deponun önüne...
Reçete hataları malum, benim de kafa o kadar yerli yerinde olmadığından her daim, haydi doktor tanı kısmını boş bıraktı, sen söylesene de elli defa gitme yok spor demek ki bana da...
Hatta o kadar sarmışım ki dolmuşla gittiğimde bile otoparka bakarım boş mu diye kapısında beklediğim çoktur çünkü fakat evrene yollayıp mesajımın alındığı bir hadisem vardır en kıyak park yerini şak diye bulurum, en kalabalık otoparklarda o yüzden, güvenirim de bulurum da...
Giderken bu sabahın kapalı havasına inat çılgın sıcak bana elimi çantama atıp güneş gözlüğünü çıkartma ihtiyacını hissettirirken, bir çıkardım kendi kendime "aaaaa" demişim...
Hayır işin enteresan kısmı o hale nasıl geldin, çantayı kimsenin kafasına da geçirmedim...
Koydum yerine gözlerimi kamaştıra kamaştıra devam yoluma...
Gözlükten de oldum iki ara bir dere, hiç malımın kıymetini bilmem, atarım bavul çantamın dehlizlerine, her türlü eşyamda öyleyim neyim var neyim yok bilmem, kaybolsa aklıma gelmez dünyadan bihaber...
Gözlük gitti ama hastaneden iyi haberlerle döndüm, bahçeden de biçilen çim kokuları mis...
Akşama spor, tv, Renoyla anne-kız mayışması, kudurması, hafta sonu haydi gel bakalım...

25 Mayıs 2010 Salı

Bitmeyen Finalim...

Eski dosta merhaba demek gibi ya da uzaktan sevdiğinin de sana olan ilgisi ortaya çıkmış da, ilk buluşmanın yapılacak olması gibi elim titrek, parmaklarım paslanmış...
Senden bahsediyorum sevgili meydanım, yorumsuz dert ortağım, iç sesimin parmaklarımdan çıkan nihavent makamım...
Çok sevdiğim kitabı bitmesin diye okuyamadığım hatta biteceğini bildiğim ve bir daha olmayacağına kani olduğum, Lost'un bile finalini izleyemediğim durumumsun, meydanım...
Herşeye döşeneceğimi düşünürdüm de; yazdığım şu alana, dar alanımın bucaksız deryasına methiyeler dizeceğimi deseler, yalancı diye arkalarından kovalardım...
Günler günleri, su molası bile vermeden kovalarken, geçtiğimiz günlerde ağır misafirler ağırladım uzak diyardan, Beyimin annesi ve ablası, artı küçük oğluyla...
İlk dönemlerde çok süper durumlarımız olmasa da, şimdilerde sessiz, manidar, üzerine bir samimiyet perdesi altındaki küçük piyesimizi oynadık...

En son tespitim şudur;

Beyimin validesi der ki; "benim süper yetiştirilmiş, namütanehid, fevkin üzerindeki oğlum, bu da yanındaki oğlumun sevip aldığı kadın..."
Eyvallah...

Budur özeti durumun fakat yine de hakkıMı yemeyeyim; "sabır" sonu selametli bir hadise olup, gidişatına şaşırdığım bu mevzunun, derinden düşündürmesi şeklinde, beyinde vuku bulması diye birşey işte özetle...
Misafirleri gönderdikten sonra, geçen haftadan çekilen, üç ayda bir kontrol adı altındaki stres bombardımanı demenin daha doğru olduğu bir durum var ki o da babamın genel kontrolleri...
Onun da sonucunu dün aldım; çok da parlak değil ama kötü de değil, buna da şükür edip, beterinden saklasın Allahım demek suretiyle, bir üç ay sonrasına verilmiş sadakamız varmış demek üzere deyip bölümü sonlandırmak lazım gelir...
Onun dışında gündüzler geceler dingin ayın şavkında, mehtabın en güzelinde, kem gözlerden saklasın huzurunda geçmekte, geceyi gündüze bağlayan dilimlerin keyfi sonuna kadar çıkarılmaktadır...


Hürmetler efendim...
Fotoğraf bizim beyin Rusya St.Petersburg seyahatinden Ermitaj Müzesi...

14 Mayıs 2010 Cuma

Kuruyemişçiyim O zaman...

Sene 2001, aylardan Kasım ya da Ekim, okuldan mezun olmuşum öğretmen yeterlilik var, yeterli değilim ne anlar beden eğitimi öğretmeni tarihten, matemetikten, zaten de lisede görülmüş en son, tembellik de o saatten sonra çalışmaya yeğ...
Apartmanda şimdiki çalıştığım kurumda çalışan, abla ağabey dediğim saydığım, sevdiğim bir çift var...
Bir gece kapıya geldi İ. ağabey dedi ki bizim kurum sınav açacak senin bölüm mezunlarına katıl mutlaka...
Sağol İ. ağabey katılırım, başvurumu yaptım, sınav günü pazar ingilizce sınav var.
Çok da matah değil ingilizcem, o kadar kurslara, hazırlığa rağmen hep haytalıktan benimki...
Neyse pazar günü sabahtan metroya gittim her pazarki gibi, dükkanın acil ihtiyacı ne varsa aldım geldim, kahvemi demleyip içip dükkanı çocuklara bırakıp zaten de Sıhhıye' ye yakın Atatürk Lisesi' nde sınav gittim...
Girdim geldim, dedim babama hiç birşey anlamadım sorulardan da cevaplarından da, unutun sakın da birşey sormayın dedim kafamda da sildim gittim...
Bir sabah Marlboro siparişi verirken bir telefon, kim hatırlamıyorum sınavı kazanmışım işte nasip...
Sonrası malum sabıka kaydı, sağlık raporu, prosedür tamamlanmasının ardından 30 kişi bir yerde toplandık biz cücükler, bakıyoruz birbirimize ne olduk biz şimdi diye...
Dört kişi seçtiler önce Kızılay binasına gittik, Genel Müdür Yardımcılarının yanına birer kişi kaldık...
Daha da beter sudan çıkmış balık gibiyiz, daha dünün çocukları şimdi koskoca Genel Müdür Yardımcısının yanında, devlet erkanından anlayan bir adam da değilim ki, esnaflık yaptım eyvallahım da yok, zaten zor adapte oldum...
Benim yanına verildiğim Genel Müdür Yardımcım da çok medeni, işini fevkalade yapan, mevzuatı sular selleri bırak aşmış gitmiş, yıllarını vermiş, özverili fakat sert mizacıyla seveni olduğu kadar sevmeyeni de fazla bir devlet adamı...
Onun çalışma sistemi, disiplini davranışları, hep hakkını arayan tavrı, düsturum oldu benim için, şanslıydım ilk başladığım yer en ustanın yanıydı...
Sabah öğrendim şimdi görevde değil ve ben çok üzüldüm, önce Kurum sonra Devlet böyle bir "Değer" i kaybettiği için...
(Parantez içi: "Devir kapatan olayları sevmedim hiç bir zaman")

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Sabahın 09:25' ine...

Sizlerden şans dileklerinizi ve dualarınızı bekliyorum...
Adaletin terazisinin hassaslığına yürekten güvenirken, önce Allah' ın izniyle sonra Dijlem' in desteği, sevdiklerimin dualarıyla bu badireyi de atlatacağıma inanıyorum...


Haydi bakalım sabah ola hayır ola...

11 Mayıs 2010 Salı

Böyleyken Böyle...


Rengarenk saçaklarıyla renk saçarken etrafa...



Bir zaman eşini özleyen uğur böceğiyken...



Bir zaman yalnız, kendini dinlerken köşesinde...



Bir zaman kıvrılıp dalarken, huzurla...

En sonunda sığındığı dünyanın anahtarı elinde şükrederken...

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Süzme...

Şu ezberbozan caanım hayatın kazık sorulu sınav soruları, öğretmenin ben verdim onları demesine rağmen hep bilinmeyen yerden çıkar ya...

Sınavları kadar yaşattıkları da öyle o caanım hayatın; bilirsin belki beş hamle sonrasını histir, ileriyi görmektir neyse adı belki de bildiğindir, kitabını yazdığın, ciğerini okuduğun, bir sürü varyasyon...

Aslolan lafı dolandırmak değil elbet yeterince dolaşık açıldı - bu arada anneannem örgü örerken ipi dolaşırsa onu üşenmeden açarsan eğer kayınvalidenle geçinmeye gönlün var sabırlısın der hep dolaşık deyince çağrışım yaptı- bilirsin karşındakini, olayını, yaptıklarını fakat bir kalırsın neden ki; ne tavrın değişir, ne sözlerin, ne mesafen...

Koyar gibi olduğunda da bir bakarsın unutmuşsun, kaldığın yerden devam...

Demek bünyenin unutma mekanizması adı altında salak affediciliği vuku buluyor...

Bir bakıma iyi; sırtında onun kamburu, kırıklığın, küslüğün ağırlığından yırtıyorsun fakat madalyonu çevir bak ne yazıyor üzerinde "salak" hem de en süzmesinden...

Kreşim - Öğretmenim...

Evimin rengi Rengin' ime 2,5 yaşına kadar anneciğim baktı Allah razı olsun...
Fakat apar topar kreşe vermemiz icap ettiği zaman hiç bir anne tanımıyorum ki kreş kreş gezmeden çocuğunu versin...
Ben sınıfında bir ilkim sanırım...
Üyesi olduğum ankaralı anneler mail grubunda sıkça bu tip konular yazılır, kim hangi kreşten memnun ya da başka şeyler vs.
Zamanın birinde aklımda kalmış, daha kreşi gidip görmedim tamamen referans, öyle çok büyük paralar verebilecek gibi de değiliz...
Dolayısıyla verdiği hizmet karşılığında cüzi miktar parasıyla memnun olan da bir sürü insan olduktan sonra tabi ki, tam ara devre de olduğu için (Şubat) araya tanıdık sokmak suretiyle halen gittiğimiz kreşimize kaydolduk...
Burası bir belediye kreşi...
Gerçekten her yönden on numara ki talepten de sonraları görüyorum ki artık noter huzurunda binlerce başvuru yapılıyor...
Öğretmenleri deseniz şeker gibiler...
Daha ne ister ebeveyn kaldı ki çocuklar da memnun...
Böylece herşey ala...
İyi gitmeyen ne var peki...
Öğretmenlerin bitmeyen kaygıları, ne olacağız biz yarınımız belli değil durumları...
Ne kadro, ne yarın ne olacaklarının belirsizliği ve başka bir sürü etken geçen aylarda alınamayan aylarca maaşlar...
Onların kafası salim olmazsa, zaten aldıkları asgari ücretten hallice maaşları da verilmez, yarınlarının ne olacağı konusunda sürekli tedirgin olurlarsa ve konu hakkında kendilerine hiç bir bilgi verilmezse, çocuklarımız için ne gibi bir verim bekleyebiliriz...
Yine de cansiperhane özveriyle çalışıyorlar başlarındaki onca çocukla evlerine para götürmeden, faturalarımızı kiralarımızı ödeyemiyoruz ne olacağımız da belirsiz ama onlar bizim çocuklarımız onların ne suçu var diyecek kadar vicdan sahibi pırıl pırıl öğretmenler...
Yarın öğlen tatilinde belediye binasında toplanıyorlar ben de yanlarındayım hem de sonuna kadar...

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Aslında;


Bastığın yerin ne kadar dandik olduğunu, ayakların yere değdiğinde anlıyorsun...
Ardına bakıyorsun ki; bir koca topun üzerinde, bir ileri, iki geri, sayısı kaç bilinmez, yana gidip geliyorsun...
Üzerindeyken yalpalamalarına da "Neşeli Hayat" diyorsun...

6 Mayıs 2010 Perşembe

Biri Gitti Kaldı Diğeri...

Bu sene kıl payı hatırlanan, her sene "günü" beklenilen Hıdırellez' i kaçırmamanın verdiği ferahlıkla, gül dibine dilekler tutuldu, geçen senenin bir adet dileğinin gerçekleşmesi sebebiyle biri eksildi yenisi eklendi, sabah da kalkılıp her dileğe iliştirilen bozuk parası alındı saklanır artık bütün yıl cüzdanda...
Haydi hayırlısı...
Bu arada sevdiceğim bir arkadaşım yazılarımın eski lezzetinde olmadığını, fotoğraf yoksunluğundan bahsetti, ben de dedim ki; bu ara ben ziyadesiyle lezzetliyim, hayatın mayışıklığı yazıları sekteye uğrattı, hele fotoğraf, çiziyorum sadece resmini çekmeye fırsat kalmadan halin...
Bugün itibariyle bizim nazlı kuzudan ilk ayrılmamızı yaşıyoruz resmi olarak, kendisi Hamdüne' sini Kayseri' ye götürecek olan anneannesinin yanına takılarak terk-i diyar etti evi...
Öpücüklerle ellerimiz kopana kadar sallamalarla yolcu ettim onları...
Bir diğer aile ferdini ev direğini de yakın zamanda uğurladıktan sonra geriye Allah kavuştursun sağlıkla kazasız belasız demekten başka birşey kalmıyor...
Bu arada haydi bakalım davaların ikincisine kaldı yedi gün hayırlısı...
Ben resme devam edeyim hazır kimsecikler yokken...

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Kaç Semer?

Bu ara yakın örnek, çevremde iki adam aşırı yorgunluktan yıkıldı, ciddi anlamda yataklara düştüler, ateş, bitkinlik ve sonunda tedaviler...
Sebep aşırı yorgunluk...
Malum hayat o kadar koşturmaca ki; sürekli bir yerlere yetişme, bizim evde sabah kalkıp sürekli hadi annecim, biraz acele et annecim, bak seni okula götürüp servise yetişeceğiz annecim...
Sonra ekliyorum mecburen, bak annecim hayat böyle birşey işte, sürekli biryerlere yetişmek zorundayız ve bunun için sallanma lüksümüz yok ve sen de işlerini olabildiğince çabuk yapmalısın...
Belki benim çocukluğumda da böyleydi ama annemin yetişeceği bir yer olmadığından bu kadar sıkboğaz etmezdi beni...
Bir yandan da çok üzülüyorum, hafta içi koştur koştur yetiş, hafta sonu yok cimnastik dedik ona koştur...
Daha çevreden diyorlar cimnastikten çıksın yüzmeye de gitsin...
Oldu daha nereye yetişsin bu çocuk?
Aslında baştan demem şu ki; hayat hani iki kişinin paylaşımı amacıyla birleştirilen hayat oluyor ya evlilik denen resmi yazışmanın altına atılan imzayla...
Sonrasında erkeğin kendini yayması, kadının ırgat gibi çalışması...
Kimi evde bu tabir-i caizse ki teşbihte hata olmaz, benimki kendimi anlatmak tamamen, erkeğin üzerine biniyor kimi evde bende olduğu gibi benim...
Sağolsun benim bey üç kızın içinde tek erkek, dolayısıyla suyuna kadar önüne gelmiş ev anlamında çalışmaktan bihaber, bir de üzerine yoğun iş hayatı da olunca bahanesi de kendiliğinden hazır çok yoruluyorum, zaten senin işin rahat...
Evet benim işim rahat dönemsel olarak ama benim de öbür taraftan ırgatlığım başlıyor, çocuk ev işi, dışarı işi, sık sık seyahatlere gidişinin yıkılan tarafın üzerimdeki yükü...
Bazen diyorum ben alıştırdım, en basiti çayının şekerine kadar koyup karıştırıp önüne koymak ve yerinden kalkmasın koltuk soğumasın maksatlı semerlerimi çoğaltma işini...
İşte çoğu zaman gıpta ediyorum bu işi erkeklerin üstlendikleri hanelere...
Fakat gel gör ki yetiişme şekli de en büyük etken diyorum, annem de böyle haza hizmetçi ruhuyla donatılmış bir bünyeyken odan çıkan da zevk-ü sefa içinde beylik yapacak değil ya...
Kendim de yapamam zaten, can tezliğinden karşımdakine kıyamamamdan, her işi illa ben halledeceğim dürtüsünden, çok lazım ya...
Ne oluyor ki yorgunluk artık senin kadim dostun olmaktan başka...
Bunun tam tersi olduğu hanede de bu sefer dışardan bakıldığında, nasıl insanlar benim halime üzülüp süzülüyorlar, ben de bu sefer onların haline vah vah diyorum, ayna işte aksini bana yansıtıyor kendi halimi seyreyliyorum...
Fakat şu sonucu çıkarmak lazım diyorum sonrasında, sorumluluklar eşit, paylaşımların birlikte olduğu, kimsenin kimseden fazla paralanmadığı bir düzen oluşturmak en iyisi...
En sonunda da şöyle bağlamak şart, malesef böyle gelmiş böyle gidecek korkarım vallah dizelerini söyleyip devam kalındığı yerden hayata...

2 Mayıs 2010 Pazar

Hem Arı Hem Bee...

Sevmediğim yegane huylarımdan biri yemeği arkamdan atlı koştururcasına yemek ve içecekleri sıcak soğuk farketmeksizin mümkünse nefes almadan içmek...

Yemekle aramda bir aşk doğuyor sanki; her öğünde ayrı bir tutkuyla bağlanıp, ağzıma aldığım lokmanın bitmesine müsade etmeden ikincisini alıyorum...

Gerçi aşkı çarçabuk öldürüyorum ama onu da maymun iştahlılığıma verip sıyrılıyorum, yeni öğün yeni aşk...

Nedir bu acele ki; hayır görüntü de iğrenç, öyle tıkıştır ağza...

Allahtan dışarda efendi gibi yiyorum, neyse ki çiğneme özelliği olan dişlerimi yutma işine dahil etmediğimden, ağzıma ne kadar alırsam lokmayı ebat olarak, saniye sürmeden yolladığım için öyle vahşi hayvani görüntüm olmuyor...

Bir de yemek esnasında konuşmaktan hiç haz almıyorum, nedeni aşkımla arama girilmesi lokmalarıma ara verilmesi demek ki; bu da hiç hoşuma giden bir durum değil...

İçeceklerde de şu sıkıntı hasıl, bir yere gidiliyor çay kahve sıcak soğuk ben de bir hız hayır orası söğüt gölgesi değil ki oturula öyle ben bardak önüme koyulana garson daha masadan ayrılmaya kalmadan bardağı boşalttığım için ekstra zararlı oluyor benim keseme...

Velhasıl lokma yirmi kere ağızda yirmi kere çiğnenmeli - ki ikinci çiğneme hareketinde çiğneyecek lokma nerde bende-, yemek yirmi dakikaya yayılmalı ki beyine doyma hissi iletilsin -benim durum böyleyken beyin ne uyarı alıyor ne his- şeklinde fazla kilo almayın hadidesi bende tamamen geçerliliğini yitirmiş oluyor...
Bu yazıyı neden yazdım hangi akla hizmet ettim bilinmez de yazmışken yayınlayayım dedim bu arada da iş yerim çayır çimen bakınırken bir çam ağacı etrafında kaç kovan dolusu bilinmez arı istilası tam kapıya yakın çamın etrafında hem de...
Animasyon arı nin dışında bu kadar arıyı bir arada görmemiştim her biri koca koca, boşaltmaya çalışıyorlar dışarda şimdi ben de hapis...
Hayır yemek saati de gelmez mi üzerine?
Şimdi baktım camdan ağacın dibinde iki boş koli içlerinde tatlı...
Arılara bir dil dökülmediği kaldı bakalım kimin aklı kimin aklını yenecek...