18 Ağustos 2009 Salı

Gölgelerin Gücü Adına...

Hayat hakikaten yaşaması uygulaması yürütmesi zor kurum, evlilikten de zor hatta...

Kendim bizzat şahsen ben, kimi zaman belim bükülür gibi olup da Şems'in kuyusu gibi gittiğimde ırak diyarlara -ki okuyucu cümle içlerindeki çeşitliliğe dikkat her yerden pas atabiliyorum ayıptır yazması- çıkılması güç gibi görünse de, o bile bir dinlence bir bakıma...

Yani benim mabedim o kuyunun dibi, henüz kafamda belli bir şekli yok, kuyu işte bildiğin, kör olmayan açık dibinde hafif su birikintisi olabilir, o konuya gelmedim daha nasıl bir yerde bulunur onu da tahayyül etmedim, kuyu dedim çıktım bir ara resmederim beynimde, yazarım meydanda...

Nerede kalmıştım haa kuyu, periyodu belirsiz, çeşitli etmenlerin itimesi sonucu veya baktım etrafta ses gürültü çok, haydi derim bana eyvallah çağırır beni, su birikintisi Şems'in yeri...

Efendim hayat tabir-i caizse hayli boktan... Demeden imada bulunmuştum ya şimdi aleni diyorum hakkaten boktan, ziyadesiyle kuyudayken öyle göründüğünden...

Yıllardır tanınıldığı sanılanların birden kabuk değişimleri, bunu babamın iş yaşantısında da kendi iş yaşamımda da sıkça tecrübe etmekteyim şükür...

Hoş insan kaç yıllık kocasının bile yeni yeni huylarıyla tanışırken günbegün, benim bunlarla karşılaşmam normal ama normal olmayan benim bunlara hala ilk günkü şaşkınlık tepkimi verebilmem...

Aslında benim tepkim tamamen "Aaaa ZAVALLILAR!!" tepkisi...

Yani bir nevi "yazık sizi adam insan evladı sandım" tepkisi...

Şimdi yine yine ve yine önce sağlığa şükür sonra varlığa...

Sonra hatta bu çeşitliliğe de şükür ki başka ciddi dert vermesin Rab...

Sonra haftaya izinliyim, Deniz kızı ve teraziyle üçlü bir terapi, bir sac ayağı durumu yapıp da bir he-man nidalarıyla çıktık mı ortaya heeeeeyt...

İyiyim iyi ama bu sefer de yine yeni gelişmeler var bakalım haydi rastgele...

Aman kuyusuyla dibiyle tabanıyla ve hatta tavanıyla öyle böyle gidiyor yürüyoruz işte boktan filan da işte yine de SEVİYORUM!

Ve deeee Elvis' i de...



16 Ağustos 2009 Pazar

Kabuğum... (Öykü Atölyesi)


Sığındığım giysim bu, iki kat hem de ta derinlere daldığımda, herşeyden el etek çektiğimde...

Katı ne kadar fazla olursa o kadar iyi iki kat üç kat...

Duruma göre, ruha göre, aldığı yarasına göre...

Kabuğum bu, açmaya gelmeyen, kenarından tırtıklayıp kanatmaya gelmeyen...

Bu kez evet dediğimde, katları açtığımda, bakınca herşey aynı görüntüler değişmiş, aynı yere koşa koşa döndüğüm...

Anneannen de Yanına Gelmiş Be Gül' üm...

Hava soğuk, belki de ılıkla soğuk arası ama arada esen ürperten hafif rüzgâr kafasını dağıtıyordu… Havaya baktı kar kokusu gibi geldi bir an burnuna ama istemedi kar yağsın… Sevmediğinden mi değil herkesi her şeyi severdi o koca gönlüyle…
Kaçıncı doğum günüydü bir an unuttu hava soğuk olduğuna ve havada kar olmadığına göre düşündü bir an… Aralık 6…Yıl 98... Evet bugün 23 yaşını bitiriyordu… Ne bilsindi kutlayacağı son doğum günü olacağını ki…
Dört kız kardeş, anneanne ve teyzeydi geldiklerinde Malatya’dan Ankara’ya… En büyük abla kendisi sonra Betül, Seçkin ve Cansın… Dünya şekeri anneanne ki hiçbir zaman adını merak etmedim sormadım ben de hep anneanne dedim ona… Sonra fedakar anne yarısından öte teyze Ayşe abla… Ayşe abla ki evlenmedi yeğenleri ortada kalmasın diye belki de… Yaptığı en büyük fedakârlık ömrünce… Yapması gereken fedakârlığı annesi yapmış mıydı kızların ya da babaları? Hayır… Onlar da boşandıktan sonra ayrı ayrı dünyalara atmışlar kendilerini, evlenmişler, hayatlarını aynı şehrin iki farklı yakasında sürdürüyorlardı… Varlıkları bolca gönderdikleri paraydı belki de, çocuklarının üzerinde yaşattıkları kendileri olmadan avuttukları… Cansın en küçükleri, nasıl da tatlı küçücük daha beş yaşında anca… Gül… O Gül ki en çok hatırımda kalanı, insanlarla iletişimi… Kiminle konuşsa, hangi yaş grubundakiyle konuşsa onunla aynı yaşta olur herkesin gönlünü kazanırdı…
İlk geldiklerinde tanımadım, kaç ay geçti bilmiyorum fakat alışmıştı Ankara’ya hayatıma girdiğinde…
Bir güzellik merkezinde tanıştık, o kadar havalı, o kadar değişikti ki, tatlı dili yüzünden etrafı kalabalıktı herkes ağzı bir karış açık hayranlıkla onu dinliyordu…
Sonra bir konu geçince aynı mahallede oturduğumuzu, evlerin arasının beş dakikalık mesafede olduğunu öğrendik… Sonrası malum her dakikamız, her anımız beraber… Büyüleniyordum onunla her konuşmamızda, ortada bir şey yokken bile neleri anlatışına, biliyordum birçoğunun hayal ürünü olduğunu ama o kadar inandırıcıydı ki bozmak benim de hayallerimi yıkardı… Çok seviyordum onu çok, beni sevişini belki “eşim eşim” diye kolumu çekiştirerek anlatışını, gülüşünü, süsünü endamını… O kadar farklıydı ki yedi düvel hayranıydı desem abartmış olmam ömrü az Gül’ümün… Sanki biliyormuşçasına o kadar doldurdu ki her anını o kadar hızlı yaşadı ki…
Son yıllarını onu görmeden geçirdim… Şehir dışında okuyor olmam sonra ona kızıyor olmamdı belki görüşmeyişimizin nedeni kendimce… Anneanne çok güzel fal bakardı, en büyük keyfimiz her gittiğimde kahve içip fal baktırmaktı… Şimdi belki de göçmüştür dünyadan onu bile bilmiyorum, düşündükçe vicdanım beni dövüyor, yoruluyorum, pişmanlık sancım göğsümü daraltıyor… Pişkinlikle o zaman öyle olması gerekti diyorum soğukkanlılıkla ama yüreğim bin parça… Aklıma getirmiyorum hatta her gün ona dua gönderiyorum ruhuna ve rüyama girmediğine de kızıyorum ona içten içten…
Öldüğü günün kaçıncı günüydü bilmiyorum rüyamda gördüğümde, boş bir alan, tek tük müstakil evler, hava nasıl hatırlamıyorum on sene önce, yerler kuru ama bir bölgede bir çamur birikintisi var büyükçe, Gül’ün üzerinde beyaz bir kıyafet var bembeyaz, çamur birikintisinin üzerinden geçiyor fakat hiçbir yeri çamur olmuyor, gülümsüyor mutlu rüyamda bile seviniyorum, çamurun içinde olmasına rağmen bembeyaz diye… Uyandığımda ferah kalktığımı hatırlıyorum demek ki mutlu, bir de gülümsüyordu ya hep…
Çok özlüyorum seni Gül… Gül yüzlü güzel arkadaşım, güzel “eşim”…
Çok yandım gittiğinde, ben mi sırf şimdi o da seninle aynı yerde olan babaannem, sonra anneannem, halam, annem, babam, kardeşim ve seni tanıyan bütün akraba ve arkadaşlarım… Hala kardeşimle seni anarız sık sık, ne kadar değişik olduğundan bahsederiz ve ben bunca seneden sonra ve gidişinin üzerinden on sene geçmesine rağmen hala senin gibi birine rastlamadım Gül…
Hep neyi hatırlarım, annenin ki o da mistik dünyayla çok iç içeydi Mısırlı bir hocası vardı, söylerdi kendisi de kulakları çınlasın… “Kızına sakın araba alma bir trafik kazasında ölecek” demiş annene yıllar yıllar önce… Geleceği bilmek Allah’a mahsus ama bu Mısırlı hoca bildi be Gül… 99 Haziran’ ında bir trafik kazasında gittin…
Hatta annen sana bir araba aldı, ufak tefek şirin bir şey, Elif vardı bir arkadaşın o da bizim mahalleden, onunla Samsun yolunda bir kaza yaptınız, ziyaretine gelmiştim o zaman da söylemiştim “unuttun mu hocayı hala arabadasın” “amaaaan” demiştin “oldu işte eşim ne yapalım” gülümsüyordun her zamanki gibi…
Sonra birine gönül verdin… Kara yağız bir delikanlı, yakışıklı boyu boyuna uygun ama maalesef ki ruhlarınız, dünyalarınız, huylarınız birbirinden öylesine uzaktı olan… Evlendiniz, çok güzel bir düğündü sen beğenmesen de, çok güzel bir gelindin sen beğenmesen de… Annemle gelmiştik hayırlı olsuna evine, çok beğenmiştim, hatta senden ummadığım bir performans gösterip o hazırladığın pastaları börekleri nasıl da beğenmiştim… Bir senesini doldurmadı bile Ocak sonu evlenip Ekim gibi boşanman…
Sonra birine gönül verdin, o da sana ama ne aşktı fırtına demek bu aşka az gelir yetmez hatta hızına şiddetine… Sevdalın evliydi, hatta iki de çocuk babası belki üç hatırlamıyorum… Çok söylemiştim olmaz demiştim yıkılan yuvanın üzerine yuva olmaz demiştim… Birkaç hafta sonu şehir dışında okuduğum evime gelmiştiniz… Beraber Abant’ a gitmiş çok keyifli saatler geçirmiştik… Hatta fotoğrafımız bile vardı ta ki ben hayatımın üzerlerine kazınan o kâğıt parçalarının hepsini kaybedene kadar… Ama hala hatırımda gülen yüzün adın gibi, bana göz kırpışın, koluma girip sokaklarda yürümemiz…
Çok zor çok… Sevdiğimin arkasından bu yazdığım satırların arasına gözyaşlarımı da koyuyorum, o günlere dönmek bana tahmin ettiğimden çok acı veriyor, bir yumruk boğazımda olmadığını bilip, geçen on yılın sensiz olması ama seni hala o tazelikte hatırlamam…
Çok senelerini geçirdin o fırtınalı aşıkla, aşkınızı yaşamanız…
Sonra bu kısmı ortak bir arkadaşımdan bir de mahalledeki Elif’ten dinledim…
Boşanmak için epey uğraşmış sevdalı aşık… Evinizi bile almışsınız, içini dayamış döşemiş artık son duruşma kalmış iplerin kopacağı ve senin yeni hayatının başlangıcı olacak son engel…
Duruşma öncesi tatilden dönerken olmuş olan… Arabadaymışsınız onunla Polatlı yolunda Ankara’ya gelirken…
Önünüzde çimento arabası, tartışmışsınız belki de normal konuşuyordunuz ama ne olduysa sevdalının kontrolü kaybetmesiyle olmuş, çimento arabasının altına girmiş arabanız… Hastaneye yetişememişsin… Sevdalınsa uzun süre komada kalmış sonrasında iyileşmiş… Terk etmiş Ankara’yı, hatıranla olan şehirde nefes bile alamamış… Terk etmiş evini barkını göç etmiş başka şehre…
Öldüğünü ortak arkadaşımız şehir dışındayken buldu beni o söyledi, okul bitiyordu benim de uyandım telefon sesiyle ama inanmadım ki o kadar inanmadım ki cenazene gelmedim, yakıştırmadım ki…
Ölümü yakıştırmadığım “eşim” in cenazesine gidemedim… Sonrasında mezarına geldim, kocaman bir gül ağacı dikili mezarında taşında da çok erken gittiğine dair gözyaşlarımın gözlerimi örtmesinden okuyamadığım bir yazı…
Hala bir gün “eşim eşim ben geldim” diye koluma girip bir yerlerden çıkmanı ya da bir kafe de kahve içerken seni görmeyi hayal ediyorum ”eşim”…





****Gözünü sevdiğimin Facebook'u, ortanca kardeşin Seçkin yazmış "anneannecim mekanın cennet olsun" diye :(

13 Ağustos 2009 Perşembe

Madalyonun Ön Yüzünü Yaşadığımız Hayatın...

Bir de öbür yüzü var, bir çoklarının son sürat duyarlılığıyla yaşadığı...
Candan Tarifler konu etmiş bugün meydanında...
Hani ben de sürekli derim ya şükredelim arkadaşlar, bırakalım aka karaya dertlenmeyi, en önemlisi sağlığımız diye...
Bir arkadaşım sıkıntısını paylaşsa, evet her sıkıntı kendince büyük ama "ya diyorum şu an en sevdiğinin yoğun bakımdaki odasının kapısında bekleseydin?" dediğimde, haaa diyor karşımdaki, evet var bunda da bir hayır...
Bu gibi durumların ilk tokatını hastanelerde yaşarız ya kendimize ya da yakınlarımızla...
Sonra gazete kupürlerinde ya da sağdan soldan duyduklarımızla...
Elimizden daha fazlası gelse, daha fazla yaraya merhem olacak el olabilsek ama okyanusta bir damla olmanın eli kolu bağladığı şu durumda da en azından kampanyaları desteklemek en yapılabiliri...
O zaman beklemeye gerek bile yok BURADAN buyrun...

Bura mı?

Gayet keyifli tam yaz yeri, bahçede her daim suyu akan bir hortum ki her yarım saatte bir elimde, o çam dibi, bu gül dibi, olmadı betonlar, sulayıp geziyorum...
Ekürim izinli ama buradaki arkadaşlar ala...
Kahvemiz kapı önündeki gölgelikte içilirken sonrasında klima ferahlığında makinanın başında...
Bir de komşu yer var ki, oradaki hatunların hepsi birbirinden renkli...
Öyle renkliler ki "ben siyah beyaza, el renkliye hasret" dedirtecek türden ama çok keyifliler, her günümüz bir dizi tadında, hem de hiç bir anı kaçırılmayacak olanından...
Bu arada ailecek beklediğimiz ivedi haber, o da gelse hepsinden ala...
Kuzum annemle evde bakımda, yanakları doldu şimdiden, eee anneanne bakımında...
Az önce annem tarafından telefonda, epey bir haşlandım...
Dün akşamki park sefafından ben akıllı, bütün kova kürek ne varsa parkta koymuş gelmişim, sabah parka çıktıklarında Rengin tanımış "aaaa anane kovam küreklerim" diye...
Ne güzel işte duruyorlar yerinde :)
Ama benim bu aklı bir karış havada durumum için de epey kaygılı annem sultanım Fatmam...
Hele bir gün de babamın arabada komple çantamı unutmuştum hem de eksiliğini saatler sonra farkettiğim annem sayesinde :)
Keyfim yerinde, suskunluğumsa devam, hayalkırıklığını ve üzerine şaşkınlığımı atalı hele epey oldu...
Sardunyamın başta anlayamadığım detayları kulağımda küpe, uygulayabilirsem ne ala ama başka da yolu yok :)
Radyoda Nil işime gelmeyince birşey diyor ki genelde şarkı sözlerini anlamadan uydurur gülerim halime...
Primanın dizi dizi Bodrum Günlükleri, blogdaki eğlencem...
Bu ara blog ahalisi de yazmaya başladı yavaştan yavaştan...
Geçiyor işte günler bir yaz esnekliğinde, ha avare avare ha işten bunaltan durumunda...
Haydi hayırlısı...

11 Ağustos 2009 Salı

Şehrime Geldi Ayaz...

İki günden beri hissettiriyor kendini, rüzgarı hafif soğuğu...

Bir kahve bir cigara eşlik ediyor şimdi yüzüme vuran esintisine...

Fonda Kayahan'dan çalan "Allahım Neydi Günahım Ben Nerde Yanlış Yaptım" ı...

Uyuyor halet-i ruhiyeye, en azından başlığıyla...

Yazmaktan bile imtina ettiğim şu sıralar okumaya verdim kendimi, daha ziyade konuyu komşuyu açıyor diye beni...

Gidişatta değişiklik yok ama şimdiki düsturum "SÜKUT İKRARDANDIR" ...


Rahmetli babaannemin bir lafı vardı sıkça kullandığı...


"Şirnediler"
Yani bir anda ne oldum delisi olup, kendini bilmezce davranan, birden çoşup dellenen insan evlatlarının başına birşey gelip de, bir anda en başa dönen için kullandığı, sonrasında benim dilime pelesenk olan, bu kelimeyi kullanır oldum bende öncesinde de sonrasında da...
Özellikle burada yazmamama sebep, yazdıklarımın irdelenip, bir bakmışım başkasından hesap sorulmasından ya da irdelenmeye çalışılmasından sıtkımın sıyrılması ...
Zaten çok da yükselen bir grafik çizmemem daha stabil geçmesi başka başka işlerde hayatımın o kısmı ayrı...
Yoksa onun dışı hayat, ala ve ala geçmekte sağlıkta olduğu gibi şükür...


Öbürleri de zaten teferruat, üzerinde zerre durulmayacak...

7 Ağustos 2009 Cuma

Hayır Aklımın Almadığı...

Çok nadir seyrettiğim haberlerin bir kublesinde, ahlak zabıtaları yine yurt dışı uyruklu hayat adına çalışan pek çok kadını almışlar...
Üzerine bir de sağlık kontrolü derken, bir ikisinde AIDS / HIV virüsü çıkmamış mı?
Haberde diyor ki, aman yurdumun enerjisi tepesinden aşmış erkekleri yaptınız bir halt tamam da hatunlar HIV li çıktı işte...
Hiç başınıza bela almadan bir sağlık kuruluşuna gidin...
Düşünsenize bunu evde karısı çoluk çocuk her beraber seyreden o na münenahi erkek ya da bozuntusu kısaca, ne tepki verir o yüzü ne şekil alır...
Tabi her zaman "kocam beni aldatmaz ayol" nidalarıyla ortalarda dolanan üç aslan kuvvetindeki ve kendinde doğuştan Angelina Jolie güvenini barındıran Türk kadını da ya bebeleriyle oynuyordur ya da seyrettiğine tuuuu diye bir tükürük attırıyordur...
Hakkaten ya var mıdır ki? "len anasına dinine yandığımın, yedik bir halt o da marazlı çıktı, amanınnnn abaoooovvvvvv" diyen bir insan evladı erkek ki sağlık ocağına koşsun gitsin?

6 Ağustos 2009 Perşembe

Vay Anasını Sayın Seyirciler...

Şu devlet kurumuna başlayalı henüz iki rakamlık bir süre olmamışken, ben biraz kısmetli kısımdan hep rahat birimlerde çalıştım...
Ama şu an acısını çıkarır gibiyim ama çok iyiymiş böyle saate bakmadan, daha aman zaman geçmiyor bugün de diyecek fırsat bulamadan hop bir bakıyorum çıkış saati gelmiş...
Günler bu yoğunlukla pelte gibi geçerken, bir başka tencerede bir bekleme süresi var pişmesini beklediğimiz, kıvamını tutturup tutturamayacağımız kaygısında olduğumuz...
Yaşadığımızsa hem merak, hem inşallah sonucundan duyacağımız ferahlıkla...
Gerçi hayatımın plağı aynı sarıyor dediğim anda bir ekşın yaşadığımdan sesimi kesip oturayım ben en iyisi...
Heyecanı şimdiden sarsı bedeni, ruhu inşallah tabi bu devirde belli olmaz kesin demiyoruz ama inşallah deyip üzerine dualar nakşediyoruz...
Sonuç müspet olsun...
Üstteki fotoğraf makamım...
Depo, masanın hemen sağından girilen bölüm...
Gördüğünüz herşeyi Yurdumun her okuluna beden eğitimi malzemesi dağıtıyoruz...

4 Ağustos 2009 Salı

Cesaret Ne midir?

Öykü demiş ki haydi yaz bakalım katibe...
Genelde nedendir bilinmez Türkün aklı helada gelir' ine inat benim aklım ya da ilham perilerim cinlerim ya sabah ilk kahve esnasında ya da gece olup ta çekildiğimde arka odaya makinanın başına o zaman vuruyorlar üç kere kapıya masaya...
Cesaret...
Deyince aklıma hemencecik "deli cesareti" demek geldi...
Sanki tamlamasıymış gibi ayrılmazıymış gibi...
Cesaretli olmak biraz deliliğin sınırındaymış da belki de iki arada bir deredeymiş gibi...
Kendim gayet cesaretli bir yapıya büründüğümden Fulya geldi aklıma birden...
Kendisi kardeşim olur etimin tırnağı...
Cesaret deyince yüzümde beliren gülümsemeyle birlikte beliren kelime Fulya her Funda'nın sahip olduğu ruh ikizi ismi...
Onda gördüm bu kelimenin anlamını çoğu kez, hemencecik alevlenen ruhunda...
Peki nedir ki cesaret?
Çata çat herşeyi herkesin önünde konuşmak mı?
Ya da hiç atlanılmayacak yerden bırakıvermek kendini?
Ne bileyim denenmesi riskli olanı öne atlayıp denemek?
Adrenalin yükseltici her neviden çıkmak?
Hakkını aramak için sesini çıkarmak?
İyi gizlenmiş korku?
Ya da korkusuzluk?
Aşığın sevdiğine aşkını söylemesi?


Bence risk almak cesaret...


Evet evet gerçekten bu tabiri yazdıktan sonra çok sevdim ...
Risk almak evet, o da cesurların işi...
Cesaretse onun heybetli anlatanı...
Herşeyde öyle değil midir hayat risk almadan yaşanır mı risk almadan yola düşülür mü?
Attığımız her adımda aldığımız her kararda ya da uyguladığımız hareketteki her ilk adımımız değil midir cesaret...
O halde ilk adımı atabilmek için aldığımız risk uğruna yürümek durmak ömür boyu...
Demem o ki risk almalı adımda da düşüncede de hayatta da...
Yoksa ne bir lezzeti olur yaşamın ne de bir rengi...

Bülbülüm... Çektiğimi Dilim Belası Sanırlar...

Yalan hem de külliyen, yok öyle birşey, çektiğim mi kazancım mı ...
Yalnızca büyük hayal kırıklığıdır şu yaz sıcaklarında başıma vuran...
Olsun öğrenmenin yaşı var mı yokmuş...
Seviyorum ben bu hala burnu koku almayan durumumu...
Keyifler haller ala...


Hele şimdi facebooktan eski ortaokul-lise beraber okuduğumuz bir arkadaşımla sohbet ettik uzun seneler geçti, gezerdik dört arkadaş grubuyla şehrimde...
Sonra büyüdük çoluğa karıştık koptuk...
Eskiler eskiler heyhaaat!!
Onların da ne tadı vardı ama ne güzeldi...

2 Ağustos 2009 Pazar

Cuma' dan Pazara...


Cuma sabahının hızına, gerginliğine ve kill bill havasında geçen anına inat, öğlen arası komşu kurumdaki misafirliğimizde, tam dingin su şırıltılarının muhabbete eşlik ettiği dinginlikteydi ki şaşılası durum bizim için...

Fıskiyeye bak, o sana baksın, arada yemek ye, bol sohbet, sonrasının kahveleri derken hafta sonuna hızlı bir girişin ardından cumartesi Konya diyarlarına düğüne git gel derken, ailece hayatımızın uykusunu uyuyup öğlen vakti denilebilecek saatte kalktıktan sonra, yine herkes her bulduğu yere devrilerek geçirdi de pazarı, bir ben yine iki ayak üzerinde sektim durdum bütün gün...

Masaldaki durumlar nasıl mı devam hala kendimi(zi) iyiden iyiye cami duvarına benzetiyoruz artık...

30 Temmuz 2009 Perşembe

2010 Model Bak Şu İşe Masalı...

Uzun uzuuun yıllar önce uzak diyarlardan bir koyun sürüsü güdücüsü bir hayır etmiş, bir öbek kuzunun boynunu kurtarmış kurttan... Kurtarmış... Derkeeeen gökten bir elması düşüvermiş daha masalın sonunu beklemeden...
Masal bu ya, her düşen elma da Alaaddin' in sihirli lambası misali dilekmiş... Bir elma bir dilek...
Bizim çoban elmadan ıssırırken aklından da geçirmiş "Kral olsam ben saraya, olmadı yaveri de olurum kralımın, ayağımı bir atsam yeter"... Bilmiyor ki elma sihirli kırmızı başlıklı kızın ki gibi değil, ıssırır ıssırmaz düşüp gitsin de gelsin biri öpsün uyandırsın... Bu elma efsunlu dedik ya dilek gelmiş yerine...
Bizim zavallı çoban birden kendini sarayda buluvermiş... Bakmış bakınmış etrafa, gözlerini alamamış her baktığı yandan, demişler sen mutfaktan sorumlu ol, oradaki işler sana emanet deyip sırtını sıvazlamış bir de güzel kral......
Yemeden içmeden anlarmış çoban, eee kuzuları güde güde anlamış etinin neresi iyi neresi kötü diye...
İyisinden anladığını bir bakışta anlayan kral da demek ki isabetli seçim yapmış olacak ki mutfağa vermiş çobanı...
Fakat günler geçtikçe çoban birden kendini şaşırmış, kavalını keçesini atınca sırtından giyinince göz alıcı kıyafetleri, birden kendini de etrafı da bir başka görür olmuş...
Çoban mutfakta diğer çalışanların başı olmuş ya birden başı dönmüş... Bir zaman sonra çoban sanmış kendini kral, çünkü öyle davranır olmuş...
Arada bir kral çekermiş kulağını, çoban da susarmış ama hemencecik unuturmuş kral tarafından kulağının çekildiğini yine devam edermiş kraldan çok kralcılık oynamaya...
Gel zaman git zaman çobanı çok üzmüş kral ama öyle böyle üzmemiş...
Çoban hem çok üzülmüş, hem çok öfkelenmiş ama kraldan büyüğü yok eh deyip oturacak yerine...
O kadar öfkelenmiş ki hırsını mutfakta çalışanlardan çıkarmış, hep kavgacı olmuş zaten kabaymış da hepten beter olmuş...
Herkes de öfke duyarmış çobana ama kimse sesini çıkarmazmış nedense, birbirlerine de hep "ne kadar iyi bir çoban değil mi iyi ki o dağı bayırı bırakmış bizim başımıza gelmiş" diyerek birbirine yalandan eşekcilik oynarlarmış...
Mutfak sakinleri çobanın yaptıklarına seslerini çıkarmazlarmış, içten içe hep birbirlerini yerler yarışır dururlarmış, o neden bunu yaptı ben neden yapmadım oyalanır dururlarmış işlerinden öte hep bunlarla...
Sonra mutfaktakilerden daha eski olanlar bir onmaz yarışa girmişler kim çobanın gözüne daha fazla girecek diye oysaki önemli değilmiş ki çobana yaranmak, çoban gidici kendileri kalıcı onu akıl edemezlermiş...
Sürekli bir hizmet, bir ihtimam tabi dağda kırda bayırda böyle ihtimamı nereden görsün çoban da şımardıkça şımarmış, gevşedikçe gevşemiş öyle ki kendini geldiği yerde sanmış da o rahatlıkta davranır olmuş...
Ama çoban üzgün ya kızgın ya kendini kapatmış mutfağın en kuytu köşesine, dinler olmuş bağırmaktan öte, arada öfkesini dindiremeyip aklına geldikçe yine saldırırmış da sonra o da bakarmış kendi kendine ne yaptığına...
Velhasıl gel zaman olmuş, git zaman olmuş...
Bakmış ki gökten elma filan düşmez hiç...
"Eee..." demiş yukardan ekolu tok bir ses ...
"Çobanım zavallı gönlü yaralı çobanım, sen geldiğin kırı bayırı unuttun, sana etin iyi yerinden anlarsın diye en güzel yere baş yaptık ama sen oranın başını sonunu bulamadın... Duuur daha iyi günlerin, her öfkeni dindirdiğin yeri cami duvarı sanmayasın o günler de gelecek" demişler...
Pısmış kalmış zavallı çoban daha ne yaptım ben deme aklını gösteremeden...
Öyle ya nereden bilsin, o aklı nereden edinsin, geldiği yerde kullanmaya gerek yoktu ki hiç....
Çobanın bekleyip de düşüremediği elmaları o halde siz okuyanlar hakedenler sizin kafalarınıza gönderiyor, aman aklınızı başınıza devşirin zavallı çobanın başına gelenlergelmesin kimselerin başına demeyi de ihmal etmiyorum...


Haydi kalın sağlıcakla...

"Otur sen biz geliriz"

Dün beklemem ve vakit geçirmek için yer ararken gördüğüm ilk defa da gittiğim bir yer çarptı gözüme...
Belki self servis olabilir diye karşıdaki gençlere sordum servis elemanları belli...
- Self servis mi?
- Otur sen biz geliriz...
- ????
Neyse ben oturdum üç genç başımda, ay kıyamam ya meğersem o kafede engelli arkadaşlar çalışıyorlar siparişimi aldılar üçü bir... Nasıl şekerler anlatamam...
Geldi içeceğim ferahladım ben, sonra arka masadaki oturan demek ki kafenin ve bu çocukların sorumlusu konuşuyorlar kulağımı o tarafa seyirttim...
Geçende diyor sorumlu kadın...
Gelmiş bir masa dolusu müşteri, bizimkilerden biri de demiş ki "paranızı ödemeden gitmeden ama..." o masada oturan güya normal insan dikleniyor ne diyorsun sen lan a kadar vardırırken olayı o bayan geliyor ve durumu izah ediyor...
Meğersem bir sürü üst kademe, kendilerini para ödemeden gitme hakkını üzerlerinde gören kimi kimselerden o kadar yılmış ki demek çocuklar, diğerleri gelir gelmez de o lafı etmişler işte...
Kaldı ki o çocuklarla ciro kat kat artmış da...
Onlara bu fırsatı veren akılların aklına gönüllerine sağlık...
O çocukların o hevesini bir görseniz...
Canlarım benim ya...

28 Temmuz 2009 Salı

Pamuğum Ceplendi...

En küçük teyzem kendi güzel adı güzel Melek, anneanneme bir cep telefonu almış... Anneannem 27' li...
Bugün de Mersin'den Antalya'ya buradaki yazımda belirtmiştim otobüsle gidiyor, hatta gitti vardı akşamına...
Annem, anneannenin telefonu kaydet deyince, hey dedim Yarab! bunca senelik ömrüne neleri sığdıran pamuğumun bir de cep telefonu oldu ha!
Aradım tabi hemen, meşgule aldı...
Aradan bir miktar süre geçti, bir daha meşgule aldı...
Sonraki yılmadan denememin ardından bir kısık ses "alow", bendeki bağırtıysa "annanneeeeeeeeeeeee"...
Bir kulağında kulaklık var, diğerinde yok ama o da ister bir kulaklık, hal böyleyken de zaten kadeh parçalayan sesimi daha da gürleştirip bir bağırış bir çağırış bendeki...
Meğersem otobüsteymiş kuzum...
"Kapat diyorlar guzuuuum telefonu"
"Tamam anneannem kapatalım sen iyisin değil mi?"
"İyiyim funda merak etme"
Ölürüm ya canım küçük suratım benim...
Akşamına aradım seni nasıl boğuk, ağladı ağlayacak, yeni evine doğru yol almaktaymış...
Eeee kolaymı 27' den beri Kayseri derken...
Şimdi Lara'lı oldu Hamdünem...
Bu yazıyı da tamamen kendime yazdım arşiv olsun sonra bakarım burda böyle bir yazı var diye...

Hey Tohumuna Can Verdiğin Yüce Rabbim! Hakeden Kullarını da Bunlardan İhsan Eyle!

Eyle ki sessiz, zararsız, şerefiyle büyüsünler verilen suyunla yetinip...

Arada temizlik de yapıyorum...

Suyla oynamak hakikaten dinlendirici aktivite...

Günde pek çok kez yaptığım ayaklarımı yıkadığım toprağı betonu suladığım zamanı doldurduğum...

Yazan: Kısa dönem Mehmet Bey...

Misssssssss....

Mis bir sabaha uyanıp akşamdan da şahane haberler alınca insan sabahın da farkına varıyor...


Sardunyamdan geldi ilk haber en güzeli...


En az onun kadar mutluyum ben de hayırlı olsun en güzelleri olsun...


Sonraki haber babamdan süper parlak olmasa da o parlaklık bile yeter ben biliyorum çoook güzel olacak güzel hareketler bunlar devam edecek...


Her dönem her sezon...


Haydin sağlıcakla...


Ha bu arada bir büyüklük ben de kendi durumuma dair, bir mağruriyet düşene tekme atmak değil yanına yanaşıp bir Erol Taş misali gülme hissi...


Ama mutlu çok mutlu hem de, kıvrak dans gösterilerinin sunulduğu koca sahnenin en önünden izlenesi en güzel yerindeyim pür dikkat...

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Bu Sıra Böyle...

Şu sıra inanılır şeyler değil yaşadığım...
Baba evinden olsun, özellikle iş yerinden olsun...
Değişik, olumlu olumsuz, kasavetli gamlı yada ikisinin de -siz ve -sız'sız olanlarından bolca tadıyorum...
En çok şaşırdığım da, belli dönemlerde periyodik hep başıma gelen, insanların yüzlerini keşfetmem...
İlerde ayrı bir yazı konum olsun o da, şimdikini de çok ayrıntılı yazmasam da malum bir yazımda belirtmiştim insanların bir asena ya da ne bileyim bir didem kıvamı olabilecekleri herkesin tecrübeleriyle sabit...
Yalnız benim aklıma şaştığım, her o periyodik dönemlerde hala saf süzme ben ağzım açık "anaaaaaaa" şeklinde tepki veriyor olmam işin de ayrı güzelliği...
Sonrasında bundan böyle böyle olmayacak desem de, alışmadık giyecek bir beden büyük tabi dediğim laf vücuda misali yine aynı yoldan devam...
Bildiğin saf salağım ben katıksız, sonrasında çok kızsam da kendime "lan ne demeye söylemiyorum susuyorum" desem de böyle giderim ben iflah olmam...
Belki günün birinde hani konuşursam dünya yıkılır söylemlerinden bende de var demek ki konuşursam ağzım mı kapanmaz nedir belki de buraya yazmak o bakımdan bir lustral etkisi yapıp yine susmama sebep...
Hayır yazmaya da o kadar alışmışım ki konuşmak zul geliyor ya da karşımdakini bu konu için tabi adam yerine koymayıp cümlelerimi esirgiyorum hiç haketmediklerini bildiğimden mütevellid...
Bu ara başımda bir kavak yelleri yaz vakti eserken, enteresandır geçende o yeni müstesna yerimde otururken Allahtan ben görmedim bir kedi kıvamında koca bir farecik ki isim vermek çok kabil değil...
Kapıdan girmeye çalış sen, sonra bir geri kaç...
Sonra ben bir hışım elimde çayım sigaram mekanı bir korku belası terkederken, yan tarafın bankında oturup hararetle tam olayı anlatırken sen tepemde bir serçe bacağımın üzerine et...
Şimdi de eve girdim ki en ilginci, ev hafif savaş alanı "amanın " dememe kalmadan her yan bir kuş pisliği, bütün koltuklar, halı, içerki odalar, mutfak masasının üzerindeki leblebiler yerlerde...
Yüksek katların azizliğidir ya güvercin...
Üzgünüm sırf bu yüzden sevmiyorum işte, üstelik bizden önceki kiracı da sert plastikten kafes gibi birşey germiş balkonlara ki gelip yuva filan yapmasın içine etmesin diye...
Biz de düzeneği bozmadık ama sen akıllı gir nerden yol bulduysan sonra açık mutfak kapısında sıvış içeri, bütün yediğini mi biriktirdin be namuzsuz...
Şimdiiiii demek ki bu evde bu kadar bok içinde kalma durumunda koca bir kısmete gebeyiz, durumdan pay çıkarırsaaaaak...
Öbür yeni yer davasındaki hayrı daha daha sonra açıklamak icap eder ki...
Ondan da mis gibi hayır kokuları zaten burnumda tütüyor...
Ben şu evi bir hale yola koyayım...

26 Temmuz 2009 Pazar

Kızılay' ı Uhunet Bastı...

Hayat her yandan aklı sıra keskin nişancılarını üzerime salıp saldıradursun...
Ben hiç birşeyleri tınlamayıp kafamı eğiyorum matrix deki hesap, bir öne bir geriye...
Asıl işlerin olacağı günler ilerde, bakalım bakalım...
Yine de ne geliyorsa bülbülün başına dili belası, bir de insan müsvettelerinin kendi kandırmacası...
Yazık zavallı zaten hava sıcak, otur kendi derdine yan be insan evladı ne sıçratıyorsun pisliklerini etrafa...
Neyse durumdan vazife çıkarmak değil işim, öte yan beri yan iyi giderken herşey düzgün gidecek değil ya diyorum ya hep atraksiyon lazım, bir hareket bir bereket...
Böyle bilmeceli kurgulu konuşuyorum yazıyorum bir açığa kavuşalım salimen sonra döşenirim...
Bu arada mı iyiyim, iyi sıcaklarla boğuşup ev kedisi gibi bulduğum yere kıvrılıyoruz ben ve ekibim...
Sadece Kızılay taraflarında bir uhunet basması durumu mevzu bahis...
O da aydınlığa kavuşur elbet...

23 Temmuz 2009 Perşembe

Önüm Arkam Sağım Solum...








Hayatımda tekdüze giden bir durum yok çok şükür, atraksiyon ben de, entrika bende, düzen bende...
Yani bende derken, bedenimde ruhumda barındırmıyorum şükür yakamı bırakmıyor manasında...
Yeni yerime bugün itibariyle başlamış bulunuyorum, kısa dönem "Mehmet Bey" askerlik durumu bir nevi belki de...
Yazımı yazayım çevrenin fotoğraflarını çekeceğim...
Yeni yer, yeni iş, kutudaki müjdeyi görmem hasıl oldu demek ki...
Dün duydum "ermişciliği oynama durumu" evet ermişlik değil benimki belki de oynaması ama ruh beden kalp hepsi birler bu oyunda kimse kimseyle ayrışmıyor aynı dili konuşuyorlar bu da normali...
İyiyiz hepimiz, gayet normal hatta duruma sevinç bile var, üzeri sürülmek ve burnu sürtmek bile olsa neden sebep ya da neyse adı konulan kimilerince, bense karşıdan zavallının ya da -larının durumuna kendi kendimle müjdeyi çıkarmak olduğunda işim sevinçle bu da bir yeniliktir deyip durumdan paye çıkarıyorum kendime...
En iyisi en güzeli bu olacak...

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Bu Sabah ki Çarpan Yazı...

hayat bir yanılsamadır' da okudum bu sabah yazıyı...
Şahane siz de okuyun istedim...

Ne Varsa Eskilerde Var Bir de Örgülerde...

Anneannemi ki kendisine genelde ya Hamdüne'm ya da pamuğum balım şeklinde hitap ederim...
Bir örgü örer bir dantel yapar bildiğiniz tipik Kayseri kadını başka tipik şehir kadınlarını bilmediğimden ben bildiğim benimkini yazdım...
Ben daha bekarken bir bavul hazırdı bebeğin örgüleri her daim "olur da göremezsem" şeklinde konuştuğu için hep...
Kardeşim ben bizim kuzenler hep faydalandık kendisinin şaheserlerinden...
Şimdi de Pamuğum 80 li yaşlarının baharında (Allah hayırlı sağlıklı ömürler versin de maşallah diyeyim) hala örer durur...
Ben de az değilim ne zaman görsem kucak kucak yün taşırım kendisine çünkü onun ördüklerini giydirmezsem eksik kalıyormuş gibime geliyor...
Artık kışları öyle kazak faslını bitirdik eskiden giyerdik de ne olduysa işte...
Can kurtaran yeleklerimiz ve hırkalarımız...
Bu seneki yelek kreasyonumuz sonrası örülüyormuş dayanamaz da kendi kendine örneğini koyar komşu kızlarından prova yapar...
Haa sağ köşedeki de kullanmalara kıyamadığım mandal torbam...
E gel de kullan...
Hayır bir de herşeye hatıra kalır gözüyle baktığım için derleyip toplayıp kaldırayım diyorum yazık olmasın...

21 Temmuz 2009 Salı

Kan Sonucu Hayattan Sonuç, Yaz... Daire Boş Hayatı Doldurmaya Veriyoruz Uğraş...

Perşembe vermiştim kanı sanırım nedeni de "popo görülünce yara sanılası" hastalığı mı bilmiyorum oladabilir tabi...
Tırnaklarımın ikisinde sanki bir sorun var gibiydi daireden arkadaşlar da git git mantardır belki ilerler tırnağın düşer sonunda hııı bak sonra zırlama dediler ben de aman gidip bir baktırayım dedim bir de hala bluğ çağı genci olarak yüzümün belli yerlerine konuşlanmış ve sürekli orayı yer belleyip sönüp çıkan küçük çıbancıklar için bir çare bulur muyum acep şeklinde gitmiştim doktora...
Tahlil sonuçları normal e hal böyleyken teşhis koymak "stress" ten icap eder layıkiyle...
Yine de dozu düşük bir antibiyotik bir akne merhemi ve tırnaklarım için de bir ojemsi üçlüsünü bu sabahtan itibaren kullanıyorum...
Oda arkadaşım üç haftalık izinli meydan bende ama ben bende değilim serseri mayın gibi masa başında ekranın içine girmeye ramak kaldı...
Gözlerim pörtledi artık suyu kalmadı kurudu gitti dinlendirici entel dantel gözlüklerimi taktım...
Yalandan geçen günlerin ardından ben bakar, gidenler bana el sallar, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar ikeeeen.....

16 Temmuz 2009 Perşembe

Bir Leziz Sabah...

Sabah yağmur yapıyordu servis beklerken, hiç alışkanlığım değildir nedense şemsiye taşımak, almışım baktım elimde açayım bari dedim...
Allahım o şemsiyeye vuran tıpır tıpır yağmur sesleri, işte güne başlama melodisi bu dedim, Frank Sinatra'yla Dean Martin in bir filmi vardı, şemsiyeyle oradan oraya uça uça dans ederken, uçayım dedim sonra konamam uçtuğum yere diye vazgeçtim...
Tam yavaşladı yağmur dinmeye yakın oldu, servis de geldi...
Bu sabah dünden doktora gitmişliğimin, aç karnına kan verme işlemi için uzunca bir yürüyüş yaptım, o ayrı bir keyif, neredeyse hareketsizlikten bacaklarımdan da gıcırt gıcırt sesler geldi...
Verdim üç tüp kanımı, haaa tam verdim kağıdı, koltuğa oturdum, kağıdı işleyen hanım "Funda hanım kaç yaşındasınız?" diye sordu ben de "35" dedim, hoş derken bile bir eğreti duruyor ya dilimde, sorsan 18-25 arası bir yerdeyim...
Kanı alacak kadın "yok artık" dedi... "25 desem anlayacağım" aman benim salınmamı, o yüzümün aldığı şekli gör okuyucu, bir keyif bir keyif ben de...
Sonra "hazırım haydi iğneyi batırın" dedim "son tüpü alıyorum" dedi...
Ay üzerine bir de Kayserili çıkmasın mı?
Üzerine de pohaça ikram etmesinler mi?
Nasıl anlatsam, sabah iyi hakkaten, gün iyi, kuş iyi, yağmur iyi iyi işte...
Ha bir de akşamdan üç kilo vişnenin çekirdeklerini didikleme ve şekere yatırma işleminden sonra, sabah da kaynattım oldu mu sana vişne reçelim...
O da inşallah birşeye benzemiştir de su gibi olmasa veya şekerlenmese bari...
Zaten bana kahvaltıda vişne reçeli, tereyağ ve yüz çeşit peyniri ver, ha bir de kızarmış ekmek sonra benim sesim iki saate kadar çıkmazsa hala bir bak nasılım...
Sonra işe gelip nescafe'nin benim için üç malzemeyi karıştırdığı "sen zahmet etme Fundacım su koy üzerine sadece" dediği kahvemi içip de, sonra tellendirilecek malzemeden de bünyeye ilave ettikten sonra dün masa değiştirmiştim, boş otobüste nereye oturacağını şaşıran yolcu misali masama geri döndüm alışmamışım ki durmadı ben de diğer masa...

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Göç...

Alışkanlıklarına son derece bağlı olan ben, yıllardır saçımın yivinin yerini değiştirmem, o derece durumum...
Yenilik, hayata başka bir bakış açışı ile bakmak, yok ayol ben açımdan memnunum...
Değinmek istediğim konu bununla ilintili aslında...
Anne tarafım Kayserili...
Hem de feci :)
Şöyle ki, bir araya geldiklerinde birden oranın ağızına bürünüp "appa gııızzz "dan tutun da meşhur "gadalarını aldığım" a kadar...
Hele en büyük teyzemin sayı saymasına kardeşimle çok gülerdik, 39 dan sonra ki 40 ve 40 lı rakamları söylerken genzinin derinlerinden ekolu geliyor sesi ki bütün Kayserililler de aynıdır...
Epey oldu, Yemekteyiz programı Kayseri'de yapılmıştı, orada bir teyze vardı, sanki bizden biri gibi seyrettim, gülmekten gözlerimden yaşlar aka aka...
Anne tarafım bereketli teyze sayısı ile tek bir dayıdan ibaret olan kalabalık bir taraf...
Çok tutkun değiller birbirlerine, baba tarafım gibi, aile tutkunluğunu amcamlarda halamda gördüm ben ve çekmişim onlara da yedi göbeğimle ararız daha ziyade benim aramalarımla süregiden...
Kayseri' de hali hazırda iki teyzem, bir dayım ve dayımla beraber yaşayan ömrü uzun olsun anneannem boncuğum var...
Hepsi doğma büyüme Kayserili oldukları halde şimdilerde ziyadesiyle fazla radikal bir karar vererek Antalya'ya yerleştiler...
Önce dayımlar sonrasında tamamen tesadüf teyzemler...
Çok ağlıyor pamuğum Hamdüne'm...
Sanki yuvasız kuş gibi kaldım diyor...
Haklı kolay mı senelerini vermişsin, taşından toprağından olmuşsun artık oranın şimdi alakasız tanımadık bir yerde dımdızlak kalmak değil de ne bu?
Ne bileyim katı mıyım konuda bilmiyorum diyorum ya bugün oda içinde masa değiştirdim gaza gelip yarın sabah tekrar masama geri yerleşeceğim olmadı küçücük masamı özledim ben hemen kapı dibi...
Kendim değişikliği sevmediğim gibi istiyorum ki herkes de yerli yerinde dursun...
Ne vardı şimdi memleketten göçüp gidecek...?
Fotoğraf geçen yazdan... Orada kalan tek teyzemin Gesi'deki bağ evinden...

Yurdum İnsanından Mucit Davranışlar...

Bey amca o ayaklarının geldiği yere oturma kemiklerin gelecek...

14 Temmuz 2009 Salı

Sabah İçime Düşen Ateş...

Herkeste oluyordur muhakkak...
Görülen rüyalar, içe doğmalar filan...
Bende de -fazlasıyla- aynı durum hasıl, kimin ne sıkıntısı var akşamdan hallederim rüyamda...
Ya da neyse işte...
Genel itibariyle tanırsınız yazdıklarımdan ya da kendimi anlatmamdan, herkese ayrı gaz vermeyi çok severim, küçük şeyleri büyütmeyin aman sağlığımızdan öte birşey yok, ne güzel hayat ne güzel biz şeklinde...
Bu sabah serviste işe gelirken içime bir ateş düştü olmadık yerde durup dururken...
Birden babam aklıma geldi...
Ki babam dünyam... Genelde çok anneci bir tavır sergilesem de babam başka...
Düşündüm de babama yazdığım yazıyla anneme yazdığım yazıya baktım şimdi babacıyım demek ben bir miktar...
Birden babamın hasta olduğunu filan aklımdan geçirdim ama kötü düşünmekten imtina ederim, hep hayır düşüneyim hep hayır gelsin başıma diye...
Öğlen de kardeşimi aradım, babam eve gelmiş kendini kötü hissediyormuş...
Kendi kendime telkin vere vere oturdum...
Rengin'i kreşten alacak, tüm "alma sakın" zorlamalarıma rağmen...
Sesini duyunca ferahladım, bu arada kur'an-ı hatmettim resmen içim ferahlasın diye, akşam da görünce gönlüm rahat eder...
Allahım beni okuyan tüm babasını kaybetmiş arkadaşlarıma tekrar tekrar sabırlar ver, yaşayan babalara da Allah başlarından eksik etmesin dualarımı gönderiyorum...
Hele ki benim can babamın, kimse canını sıkmasın vallaha gidip tepelerim, ateş cürmü kadar yer yakar ben dünyaları yıkarım öyle de deliyim...
Sevdiklerimiz ne hasta olsunlar, ne şer şerefsizlerle karşılaşsınlar...
(yazıyı düzeltmek için tekrar okuyordum da ne efelenmek bu benimki böyle vay vay vay)
Rengin'in sürekli dua ettiği gibi "annem, babam, dedem, anneannem, teyzem yaşlanmasın Allahım ben buruşuk olunca çok üzülüyorum bir de onlar ölmesinler"....

Pil Bitince Şarj Ediyoruz da...

Kendi pilimizin bitmesi durumunda nasıl şarj olacağız...
Bir haftalık yalandan tatille mi?
Kesmez...
Yani onu bulamadığımdan mı? Yooo ne bileyim, git gel üzerine o bir haftanın yorgunluğu yığılsın kalsın üzerinde, bir yalandan hengame, bavul aç hepsini dök şaç şeklinde baktığımdan hadiseye, bana pek uygun gelmedi hiç...
İsteğim, hayalim, düşüncem, şöyle çevresi bol tanıdıklı bir ev olsun, adına yazın kullanıldığından yazlık denilen...
Sezon başladığında gidilen, millet dağıldığında da hava bozuldu haydi evlere diye evimize döneceğimiz bir yer olsun...
Çocuklar dolansın etrafta, habire değişmez "gün" yemekleri yensin, kısır yensin, patates salatası yensin, kek olsun en kabarığından sonra börekler, özellikle kızartılırken içinin peyniri dökülmeden olsun ama sigara böreği olsun...
Benim cümlelerimin uzunluğu gibi olsun günler de...
Sabahı ayrı sürsün kahvaltı öğlen yemeği birleşmiş uzunluğunda, öğleden sonraları öğlen uykularıyla rüyalarla süslensin, üzerinden hafif esinti, pikenin üzerinde yarım yamalak sarındığı...
Sonra cıvıl cıvıl olsun her yan, çocuk sesleriyle, okey taşları, tavla zarları şıkırtıları sarsın her yanı...
Çay koksun, mangal koksun, rehavet koksun hava...
Hiç gazete okunmasın magazin olmasın haber dinlenmesin...
Pamuk şekeri gibi olsun...
Olsun da olsun işte...
Salı hakkaten sallanan gün, bir geçmez bana, pazartesi su gibi akarken salı sallana sallana saatin de ilerlemesini engeller namussuz, ondan mı acaba bendeki bu ruh hali...
Olabilir tabi o da bir yaklaşım...

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Ben Başlıkta Tutturamıyorum Sanırım...

Sağ salim geldim...
Bu arada arayan soran, yorumlarında iyi dileklerde bulunan bütün arkadaşlarıma, ne desem bilmem ki ya valla iyi ki varsınız...
Ne güzel insanın yazarken içini dökerken, bir sürü bir sürü arkadaşının düşüneninin olması, düşününce tuhaf gelse de, yaşayınca ne de keyif ne de mutluluk diyor insan...
Hepinizin gönlünün muradı olsun, tuttuğunuz altın olsun, valla her istediğiniz olsun seviyorum sizleri çokça...
Şu ateş vücudumun anasını ağlatsa da, yine de geçti gitti işte...
Bir de anneannemin bir lafı vardır Kayserilerden...
"Canın it canı" der...
Canının kıymetini bilmeyen, benim gibi cinsler için söylenilir daha ziyade...
Bu türün en büyük özelliği, hasta olduklarında ah vah demeyip, hastasın işte yat dinlen uyarılarını kale almadan hayata devam ederler...
Üzerine kalkar iş miş de yaparlar, naz-niyaz bilmezler, canlarına başta kendileri kıymet vermediklerinden başkalarının da itina göstermesine müsade etmezler...
Bünyelerine çar çaput muamelesi yapar, sonra da dolanır dururlar öyle...
Biraz can kıymeti bilinmeli aslında, her ne kadar ben bu durumdan bihaber olsam da...
Yine de bizim Bey kendisinden beklemediğim bir performans gösterse de ki bunda annesinin bizde olmasının payı var mı bilmiyorum almayayım günahını ama Allah razı olsun kendisinden iyi baktı bana, hatta ilk defa salata yaptı o derece... Gam yemem artık bu saatten sonra...
Fakat elim ayağım oldu...
Ayrıca kendi bebeme bile bakacak takatim olmadığı en ateşli olduğum günde, Rengin' i kreşten gidip alan Terazi'nin Dirhemi ahretliğimin eşi Semih'e, sonra yavrumu evinde barındırıp, kendi kızından ayırmayan, ertesi günü kreşe göndermeyip iki kuzuyla başa çıkıp, her dakika her öğün arayıp "Rengin ne yer ne canı ister?" diye soran, arada da pimpirikli olduğumu bildiğinden her dakika Rengin' in beslenme raporunu paylaşan yine kendisine de buradan minnet duygularımı ta derinlerden çıkartıp yollarım...
Ben bir miktar işe koyulayım, malum iş istiyorlar benden...
Arada da size bakayım, okunmayı özlemekten ziyade okumayı da özledim...
Sağlıcakla...
Fotoğraf, o nadide geceden...
Kolajı terazi yapmış ondan çaldım üşendim kendim yapmaya...

9 Temmuz 2009 Perşembe

Raporluyum Raporlu...

Geçen gün creep ' in bu yazısında demiştim ben de karalayayım birşeyler konuyla alakadar...
Düşünür dururdum nicedir...
Ölsek kalsak kimsenin haberi olmayacak hakikaten...
Gerçi bu konuyu terazinin dirhemi hanımefendiye açtığımda "ben blogumda yazarım öldüğünü" dedi içime su serpti...
Hakikaten güya ben, bizim kıza miras olsun, anasını okusun, zaman zaman da yer vermişsem kendini okusun mahiyetinde yazdıklarımı ,ben göçüp gittiğimde söyler herhalde bir hayırsever :)
Neyse aman kötü haber tez yayılır...
Bu arada o tansiyon düşüklüğü benim bünyenin hepten düşeceğine alametmiş...
Sonrasında bir ateş yaptı kendileri, durulacak gibi değil, eve de gidemiyorum Rengin'i alacağım kreşten ve sadece de ben alabilirim herkesin işi var...
Rengin'i alıp da eve kendimi nasıl attım, bilmiyorum...
Sabaha kadar gözüme girmeyen uyku sayesinde, en sevdiğim şey olan, geceyarısı saatlerinde tv kanallarını seyreyledim iyi geldi...
Bu arada üzerime battaniyeyi ben çekiyorum, bir bakmışım Bey gelmiş kaldırmış...
Dellendin mi bre adam üşüyorum, boşver örttükçe ateşim daha da çok artarmış ilerki vadede olacaklara değil şimdiye bakalım...
Dün doktor amca tonsilit-faranjit şeklindeki teşhisinin yanına 3 günlük da rapor yazınca asıl tebriği ondan sonra aldı benden...
Dün, sürekli geceden de uyumadığım için bulduğum her yere serilmekle geçti...
Bugün de yine aynı şekilde yatay halde geçiririm günü...
Yorgunum çünkü sokak kavgasına karışmış aradan çıkarmışlar gibi, bütün vücudum didilmiş sanki...
Ölsem kalsam haberiniz olmaz diye yazayım dedim güzel arkadaşlarım...
Biraz kendime geleyim, ilaçlarımı içeyim, yemeğimi yiyeyim, ayağa kalkayım döneceğim mesut dünyama...
Sizde yaramazlık yoktur umarım, kendinize iyi bakınız, iyi haberler alayım, özledim sizi de okumayı, ...
Haydi sağlıcakla...
Yoruldu şimdiden parmaklarım ve oturmaktan oturma kemiklerim...

7 Temmuz 2009 Salı

Tansiyonumu Düşürdüm Bulamıyorum...

Türkü ismi gibi oldu başlık...
Ey tansiyonum, canım bebeğim, normalde 10-6 seyredersin, iyiydik böyle...
Neden düşüp de benim beynimi bulandırırsın ki...
Başım klavyede sabahtan beri...
Gözlerim kör misali, uyku hali, zorla bir tuzlu ayran içtim, bakacağız önümüzdeki maçlara gayri...
Yoklamada yokum bugün cümle alem...
Hasta oldum naz edemiyorum...
Kaldım ortada elim ayağım tutmaz oldu...
Uyku bastı eyvah eyvah...
Hasta oldum naz edemiyorum...
Gittim ben, koyayım kafayı yeniden...

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Siz Öyle Diyorsunuz da...



Valla ben yine Allahın sevdiği kuluyum...
Dün akşam kayınvalidem geldi...
Allahım iyi ki temizlemişim buzdolabını :)
Öyle deme okuyucu büyütmüyorum önemli kavramlar bunlar :)

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Bitirdin Beni Buzdolabı...

Her annenin rüyasıdır kızı evlensin, mutlu olsun başta, sonra kız mümkünse evi çiçek gibi yapsın, pirü pak olsun ortalık...
Ama annem, sultanım, uğruna öldüğüm...
Sen bana hiç iş yaptırmadın ki, hoş benim de çok içimde yapma isteğim yoktu demek ki, öyle ev işinden bihaber geçti seneler...
Dolayısıyle ne oldu temizlikten çok anlamayan, iş başa düşünce el mahkum yapan bir insan evladı oldum çıktım...
Nefret bile eder oldum hele toz almaktan, hele yıtrına yırtına kırklanmaktan...
Temizlik sonrası haklı gururunu yaşarken, anneme verdiğim rapor sonucu (sevinsin güzelim diye) bir yer söylüyor mesela şurayı yaptın mı?
Hıııı orada mı temizlenecekti .....?
Olur bir dahaki sefere kısmetse....
Deli oluyor canım ya :)
Bu eve taşındığımızdan beri temizlenmeyi bekleyen bir buzdolabına sahibim, gerçi beni de rahatsız etmedi demek ki dee temizlik istiyor namızsız ben annemi yokladım birkaç sefer, annem anahtarın var hani ben işteyken gelsen sihirli değneğini değdirsen ben de eve gelince seni hayır dualarına bezesem diye, annem tınmadı...
İş başa düştü ama benim o hadise için ciddi zaman ayırmam lazım uygun zaman da yok bak Allahın işine :)
İki gün evde yalnız kalınca pazar sabahı kendime plan yaptım, sabah kalkılacak gazeteler okunacak, tv ye bakılacak keyif yapılacak ve mutfağa dalınacak...
Ben tam gazete okuyorum, Terazinin Dirhemi insanı dürttü beni, haydi kahve içmeye çıkalım diye, teklif cazip ama önceden verilmiş sözüm var...
Dinlemedi beni gelince yaparsın dedi, gelince de eve akşam oldu...
Sonra buzdolabının öteden beri olan davetine icabet edip, daldım mutfağa...
Saat oldu 23:00 iş bitti, sırt tutuk, eller perişan...
Şu ev kadınlığı hakkaten zor zanaat...
Annem görse kırk kulp takar şimdi de, Allahtan şehir dışında gerçi hala uzaktan da olsa tembihlere devam...
Ben benim kıza iş öğreteyim de bari hem ben rahat ederim mürüvvetini görmeden işe yarasın yavru...

3 Temmuz 2009 Cuma

-mış gibi...

Belki de sırf senin utanmadan söylediklerinden, ben utandığım içindir bu maske...
Altında ne olduğunu görmemen için...
Dudaklarımın kenarından sızan kustuğum kan değil, içtiğim kızılcık şerbetinden...
Ben -mış gibi yaparım meraklanma, sırf senin utanmadan dediklerinden benim ifadesizliğim...
Takındığımdan beri hiçliğin fotoğrafı oldu ya taşıdığım...
Aslını unuttuğum, hatırlamaya korktuğum, aynalardan kaçtığım...
Sen ki bilmeden bana -mış gibi yapmama sebep, bildiğimi gizlediğim diğer yüzüm...
Zavallı belki de içerdeki...
Nasıldı unuttu kendini ve unutturduğunu unuttuğu için utanan yüzüm...

(Dost'tan...
Teşekkür Ederim...)

İç Anadolu Belediyesinden Haber Var!

Telefonum çaldı az önce bir bayan...
"Funda Hanım ............. belediyesinden arıyorum belediye Başkan Yardımcım ................ görüşmek ister sizinle bağlıyorum..."
"Buyrun..."
"Funda Hanım derhal soruşturma başlatıyorum o dört ... için siz merak etmeyin iyi günler diliyorum..."
"Çok teşekkür ederim ............. Bey alakanız için iyi çalışmalar diliyorum iyi günler..."
Vicdanım mı? Rahat neden olmasın ki...
Hipodrom mu burası istenilen gibi at koşturulsun...
Psikolojik not:
Sinirim : Hala devam derimle döğüşmeye...
Üzüntüm: Kat be kat hala :(

Dur Funda... Sakin Funda... Kızma Funda... La Havle de Funda

Rengin in kreş kaydına gittim sabah...
Odaya girdim, büyükçe kare, bir oda dört masa, ardlarında dört kendini bilmez erkek zıttı, neyse işte sıfat bile yazmak istemiyorum, insan da demeyeceğim yoksa küfür geliyor aklıma binbir çeşit...
Saat sabahın 09:00 u...
Odaya girdim "günaydın" dedim en normalinden haliyle...
Çıt yok neyse sonra biri lütfen günaydın dedi diliyle dişi arasından...
Sonra sağdan cılız bir buyrun sesi ...
Ulen nereye buyurayım dört masa da boş, önü de boş ardında oturan da dört beyinsiz...
Nereye buyuracağım dedim bende sinir katsayısı yüksek ama sakin ses tonumla...
"Buraya" dedi eliyle gösterdi, baktım eli kolu var masa ardındakinin...
Gittim hallediyorum işimi, sağdan bir bakış deldi geçti beynimi, döndüm hala bakıyor dik ama nasıl, baktım bir yerim mi acik diye pantolonda giymedim ki fermuarıma bakayim yooo etek var...
Hala ardındaki haspa sinir sinir bakiyor...
"Hayırıdır üzerimde birşey mi var" dedim, döndü suratını kalktı yerinden, baktım suratı da var ama olanın da meymeneti yok...
Ben oradan çıktım ama oldum bir sinir küpü size...
Zaten geceden de hırlıyım derimle döğüş haliyle...
Birini buldum, dedim burada halkla ilişkiler nerede gösterdiler...
Ankaralılar bilir Büyükşehir Belediyesinin 153 Mavi masası var, gider oraya her türlü derdini anlatırsın ister telefonla ister maille...
Burada da Beyaz Masa varmış...
Gittim anlatıyorum ama sinirden titreye titreye...
Sakinleştirdiler beni, sonra dediler hiç merak etmeyin halledeceğiz...
İş yerime geldim ateşim sönmedi bir de Belediye Başkanının mail adresine mail döşendim...
Şimdi harım biraz söndü...
Hiç tahammül edemiyorum, ulan masa ardındakiler çok mu zor bir günaydına cevap vermek ya da güler yüzlü olmak...
Ananızı babanızı mı öldürdüm? aşınızı ekmeğinizi mi kestim?
Nedir yani bu tripler, buz gibi durmalar, koynunuza alın mı diyorum 5 dakika bile sürmeyen işim sonuçta...
Demek bunlar devlet hastanesinin acil servisinde filan çalışsalar vay hastaların haline...
Bu kadar mı zordur sorarım size?
Onlara da sormak lazımdı da neyse şimdi hırlaşmayayım dedim...
Çok istedim bir laf edeyim ama şimdi o soru tartışmaya daldırmasın bizi diye sus dedim Funda sus, suküt ikrardandır...
Hanımefendi çizgimden çıkmadım yani...

Allah Kavuştursun...

Sağolun...
Baba kızı ilk defa uzun yola gönderdim...
İlk ayrılışımız değil elbet bu görevlerde oluyordu ama ilk kez ikisi aynı anda gittiler...
Özledim şimdiden...
Kötü mü kötü ama Allah başka ayrılıklar vermesin pazar sabahı gelecekler inşallah...

2 Temmuz 2009 Perşembe

"O Arada Bişi Oluyor Ama..."

Başlıktaki söz tamamen küçük beyefendiye ait...
Yakışıklı, 23 yıllık ahretliğimin oğlu Kuzey Deha...
Ne demiş geçende annesine :
"Anne?
Hani siz babamla evlendiniz?
Sonra o arada bişi oldu?
Sonra ben oldum...
Anne o arada bişi oldu ama ben o arayı bilmiyorum?"
....................?
Daha Rengin demiyor bakalım böyle şeyler, saf bebe benimki şekerim aaaaa ben oluyorum filan :)))
Saf kelebeğim benim :)

Seviyorum...

Bloglardaki gece gezmelerini......

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Şükürcü Geldi Hanıııııımmm...

Something Stupid çalıyor Frank Sinatra' dan...
Böyle bir dinginlik hasıl başımda...
Güzel be hayat herşeyiyle...
Ya da ben küçücüklerden de sevinç duyabiliyorum...
Eskiyi hatırladığımda gülüyorum ne maddecilik, ne şunu da alsam buna da sahip olsam, yığsam eve tutkusu ne boş...
Bir Unom vardı okulda bir süre kullandığım, bıdır bıdır heryere girip çıkan...
Ankara' ya okul bitince gelip, mercedes' e de kurulduğum oldu, koca heyyülaya...
( Fakat büyük araba da güzelmiş be )...
Sonra kayboldu herşey, bakmışsın bitmiş ama tadılmış herşey layıkıyle, akılda kalan birşey kalmamış, herşeyden güzeli o...
İçinde uktesi yok birşeyin ya da beyinde kalan hasarı ya da kırgınlığı küslüğü...
Şimdinin istekleri de, onlara ulaşma çabaları da ayrı keyif benim için...
Siz de aç çok şahitsiniz istediğim en ufak fotoğraf makinası ya da herhangi başka birşey; onu beklemek te güzel ya da hayali en güzeli ele geldiğindeki büyük mutluluk hele de de kullanacak kadar el kol tutarsa en alası...
Kendimi yırttığım hiç birşey yok, olursa olur olmazsa olmaz dert mi amaaan...
Fakat ne var, her an arayabileceğim ahretliklerim var hayatımda, kilometrelerce ötedeki dostlarım, tepesine binip şaklabanlık yaptığım ağır abi bizim Bey, sonra gülüşüne kurban Rengin var...
Aslanlar gibi anam babam kardeşim...
Ne büyük hazineymiş ki hepsi yanımdalar, hayatımdalar ve ben gerçekten dünyalar kadar zenginim...
Ve herşeyi herkesi Rengin' in beni dondurma kadar sevdiği gibi, dondurma kadar seviyorum...
Şimdi mi?
Kahvem sigaram ha parça da bakayım, It Was a Very Good Year olmuş...