28 Eylül 2009 Pazartesi

Şafak 32...

Hatırşinas günlüğüm haberler iyi şükür, babam Pet CT ye girmişti geçen hafta onun sonucunu aldık bugün... Hani yarı litreyi geçkin ilaçlı su veriyorlar içiriyorlar, bekletiyorlar 45 dakika filan sonra MR tarzı bir cihaz var iki saat vücudunun neresinde kötü pis hücreler var onu buluyor daha doğrusu o içilen sıvı vücutta dolaştıkça kötü hücreler o sıvıyı tutuyormuş bak şu tıbbın geldiği noktaya...
Neyse işte boynunun karşı tarafına bile sıçramamış...Vücut temiz bin şükür, boynunda sağ tarafında olan o kadar bademcikleri işte, dilin yarısı, Allah'ın bu sınavına da şükür be gündelik, hastanelerde neler var gördüm hepsiyle hoşbeş ettim o yüzden baktım onlara daha şükrettim...
Doktorumuz şeker şerbet Müge Hanım, Prof.Dr. Müge Akmansu, inanılmaz yardımcı zaten yüzüne bakan gülümser babam da gülümsüyor inanıyor yola umut dolu çıktık...
Yalnız sevgilim günlüğüm ara sıra düşünüyorum babam kendine yoldaş bellemiş sigarasını hala aramakta canım benim... Elden ne gelir sağlık işte değil mi önemli olan...
Bugün üçüncü seans radyolu terapimizi aldık, Allahtan beş dakika girmesiyle çıkması bir oluyor...
Yalnız bitkin yorgun süzgün bir de yemeklerine itina gösterse çocuk da değil ki heytle hüytle yemek yedirelim...
Bu işin daha kemoterapi safhası var onda daha da güçlü olmalı...
Başında inzibat gibiyim kapışıyoruz sürekli...
Kurban adadım günlük, babam sıhhatine kavuşursa diye kestiğimi de yazacağım...
Annem de korkusundan sigarayı bırakıyor, zaten babamın yanında içme bitti de, onun da gözü korktu yeter 34 sene çekmiş içine...
Ben mi benim içtiğim sayılmaz az sayısı zaten, bu aralar bir miktar arttı sonra haftada bir pakete düşerim...
Çok ferahladım be günlük bu haber ilaç oldu yarın sabah yine hastane yolları bana kemoterapi ne sıklıkla verilecek filan ona bakan doktorun peşindeyim yarın yakalayacağım azimliyim ki bir an önce de başlasın hop bitsin kurtulalım...
Onun dışında oh be şükür Yarabbim elimdekilere yanımdakilere sıhhate herşeye şükür!
idillehayat'tan Ayşen'e , babama, bütün hastalara şifa dualarım hepsine...

27 Eylül 2009 Pazar

Yalandan Tutunmalar...(Öykü Atölyesi Fotoğrafın Dili)

Deniz bana hep sonsuzluğu anlatıyor kendi dilinde, ucu bucağı olmayanım ben diyor...
Bu sefer deniz "Hayat' ım" ben diye fısıldadı kulağıma...
Bu gördüklerinse kattıkların kendine, ömrün boyunca...
Ama dedi ekledi, bak ne kadar ince birleşim yerleri görüyorsun, tutunuyorlar üst üste, ucu ucuna her an yıkılabilir dönebilirsin en başa...
O denge işte önemlisi, en nazik yer aslında üzerinde durman gereken...
İşte senin yalandan dediğin ucu ucunalara denge dedim ben, sana ne kadar ince gelse de, istanbul'un köprüsü gibi sağlam aslında...
Belki de o sağlamlık da senin tabirinle yalandan tutunmalar da senin elinde, topu sana atıyorum üzerine kattıklarının ayarını...
Ben sadece elçiyim, sense kullanan, yaşayan, harcayan...
Ne kadar ne dilediğin ve ne yaşadığın sana ait...
O yalandan birleşimleri kuvvetlendirmek deee birden yıkılmalarını sağlamak da...
Dediğim gibi ben elçi, sense aslolansın...

25 Eylül 2009 Cuma

Şafak 33...





Normal yollardan bloga giriyorum bu sefer de giriş yapamıyorum yine tunnel li bir kanaldan yardım aldım ki onun da kendi istediği kadarını gösteriyor namuzsuz...
Asker gibi şafak sayıyorum ikinci radyoterapiyi aldık bu sabah erkenden kaldı 33...
Demek ben şafak saymayı beceremiyorum erkek olsam askerde çok dalga geçerlerdi...
35 iş günü radyolu terapi işte ikisini aldık 33 seans daha...
Haftaya kemoterapi destekli, sanıyorum yedi haftalık dedi ama onunla ilgilenen doktorların tümü kongredelermiş, iyi ya işte daha çok bilgilenip dönecekler memlekete, belki babamın durumu ile ilgili ve diğer hastalarla tabi yeni olumlu gelişmeler vardır dağarcıklarına ekledikleri...
Yalnız insanoğlu nasıl desem herşeye ne kolay adapte oluyoruz alışıyoruz, gerçi öyle olmasa da nasıl olumsuzluklara katlanılır ki...
İlk zamanlarımı hatırlıyorum da ben de babam gibi yutkunamıyordum hatta nefes alamıyordum hele ilk öğrendiğimde sol kolum uyuştu avuçlarım hissizleşti, beynim hele...
Girdim ağladım, çıktım ağladım...
Şimdi daha iyiyim, babamın yanında ve bizimkilerin yanında dik durmak lazım geldiğinden, üzerime düşenleri yapmak için güce ihtiyacım olduğundan...
Gerçi babam da benim derdimde, yemek yemememe iyi ya babacım dedim senelerdir veremediğim kiloları veriyorum işte ben memnunum hayatımdan lafı çok içini soğutmadı sanıyorum...
Eeee ben yanarım yavruma, yavrum yanar yavrusuna işte o hesap bizimki babam da bana yanıyor...
İçimdeki elli bin çeşit Fundayı savdım başımdan, kimi küfreder, bağırır, çağırır kimi ellerini açmış dua eder, kimi sessizleşip köşede, bekler kimi öyle kimi böyle...
Hal böyle olunca da hepsinden ayrı bir ses derken derken de içim şişti...
Şimdilerde bir sakinlik hasıl, daha çok bekleme, olacakları özellikle yan etkileri, sonrasını parçaların küçülüp küçülmeme durumlarını...
Babamın hastalığının adı "squamöz hücre Ca" ya da "tonsil Ca" da diyorlar...
Kötü huylu pis hücreler bademcikleri sarmış, dilin yarısına kadar gelmiş boynunun özellikle sağ tarafını filan derken, 4 safha dersek dedi doktor en şiddetlisine, sizinki üçüncü safha...
Olsun dördüncü olmamasından iyi değil mi?
Yine de benim içim rahat ve diliyorum bütün hastalar da şifalarını bulurlar, bu sabah babamla Gazi nin radyoloji onkoloji neyse işte ikisi bir yazılan bir yeri var kemoterapi radyoterapi o merkezde, ne hastalar var, hayatın öbür yüzü de oralar işte...
Demek ki diyorum bu da bir sınav ve bu sınavdan başarıyla atlatmamız için sabretmemiz şart...
Babamın bu rahatsızlığı bir sürü hayra yol açtı özellikle kendisinde, 40 yıllık arkadaşlarından geçti mesela...
Sonra küsler barıştı...
Çok alem bu babam, hastanede bekleme sırasında arayan arkadaşlarıma babamı soranlara babam çok iyi ama sigarayı bıraktı çok mutsuz de diyor yanımdan... Onun en büyük mutsuzluğu sigarasından geçmesi...
Sanıyorum şu aşamada en çok o sorun, kendisi için...
Hastanede bölümlerden geçerken dışardan geçmeyi tercih ediyor akıllım, çünkü kenarda bekleşip sigara içenlerin dumanlarından istifade edecek aklınca :)
Hani hep yazılarımda şükredin şükredelim takmayın kafanızı ota b.ka diyorum ya bu sefer haykırıyorum takmayın evet söylemesi kolay belki her dert kendince büyük dert ama gerçekten sonra hastalık yapışınca bünyeye haydi al diyor Allah al bakalım üç kuruşluk dertleri dert ettin kendine layıkıyla şununla uğraş...
En büyük hazine sağlık ve sevdiklerinin yanında olması insanın, ötesi yok...
Benim kızın da bu arada en büyük derdi, Çınar Minaya aşıkmış, Allah a dua edecekmiş Çınar da bizimkini sevecekmiş, ağlıyor ki nasıl o ağlıyor, benim içim parçalanıyor ne diye döküyor gözyaşlarını diye... Aşkla seviyormuş annesiyle konuşacakmış ya da önce annesiyle ben konuşmalıymışım...
Hayat işte Hey Allahım :)

24 Eylül 2009 Perşembe

Şafak 34...

Bugün radyoretapiye cuma da kemoterapiye başlıyoruz inşallah...
Şimdi babam vücudunun herhangi başka bir yerinde kötü huylu var mı diye teste girecek 2 saatlik bir test...
Sonra 35 iş günü radyoterapi aynı anda da yani aynı günde de kemoterapi...
Başladık şafak saymaya sonu hayırlı olsun ne diyelim...

20 Eylül 2009 Pazar

Bak Hocam...

- Düşün ki dükkanına 5 kişi girdi, sana zarar verecekler... Ama sen de eli kolu bağlı durmayacaksın ki, alacaksın eline levyeni kapışacaksın...
Evet kötü bir durum ama çaresiz değil... Sana zarar verecekler evet, ama senin de elin kolun armut toplamayacak be hocam...
Moral moral moral...
Biz akciğer knsr olunca elimizi koyacak yer bulamaz melül melül bakarız hastaya, bellidir o, ama sana bakmıyoruz savaşacaksın...
Fakat şu an ameliyat etmek gibi bir kahramanlığa soyunamam hem parçaları toparlayamama durumundan hem de bünyeni boş yere neden harap edeyim...
Önce radyoterapi 5000 raddan sonra bakalım devam mı en azından yayılmasını önleriz sonra küçülteceğiz bir de şansın büyük ki ciğerlerin tertemiz...
Sonra kemoterapi devam ederiz...
Ama sen yılmadan savaşacaksın...
Bunları söyledi cumartesi gittiğimiz doktor...
Fakat cuma günü sonucu açıklayan doktor öyle fena öyle fena şeyler söyledi ki 10 saatlik ameliyattan girdi sonrasının vahametini tabir-i caizse ballandıra ballandıra anlattı...
Doğal olarak da babam iyi bir portre çizen doktoru muhtemelen dinlemedi bile...
Çökmüş durumda, onun yanında dimdik duruyorum gerçi zaman geçtikçe evet yine dik olacağım çünkü zor bir süreç bizi bekliyor tedavi aşaması zor çevreden bildiğim kadarıyla ama babama tam destek hep destek yorulduğu yere han acıktığı yere restoran...
Dua dua dua elimizden gelen destek ve yalvarma...
Bütün hastalara şifa babamla birlikte inşallah...
Bu arada beş aydır tam dört doktor gezen ve teşhisi koyamadıkları için bu kadar yayılmalarını sağlayan doktorları da Allah a havale ediyorum...

16 Eylül 2009 Çarşamba

Haberi Mübarek Kadir Gecesi Aldık Sonucu Mübarek Cumaya...

- Efendim Babacım
- Ben ..................... ben biyopsi yaptırdım...
- ..................... nasıl sesin neden kötü ne oldu babacım anlatsana
- Hastanden geliyorum yoldayım knsr dediler...
- Babacım ne knsr i dur hele anlat daha sonuç çıkmamış dur bi dur....
- işte öyle kızım...
Böyle bir konuşmaydı babamla dün öğlen aramızda geçen...
Soğuk duş mu, en yüksek binanın tepesinden atlamak mı yere çakılıp, bilmem uyuştum bir anda nefes almayı da unuttum, yutkunmayı da, ağlamayı da, ellerim saçlarımdaymış kapattıktan sonra telefonu...
Saat 17:00 de gittik hastaneye, nasıl durdum babamın yanında dimdik, hatta ne maymunluklar yaptım beton gibi ama sıkmaktan kendimi bilemedim, saat nasıl geçti Rengin'i kreşten nasıl aldım, anneme bıraktım, babamı aldım nasıl hastaneye gittik babamı MR a soktum dışarı attım kendimi boşalayım dedim ağlayayım o yarım saatte...
Ama Allah izin vermedi ki bir kadınla tanıştım sigara içiyorduk elimde sigara kadına "içmeyin şunu ne olur" dedim durduk yerde...
"Ahhh" dedi "elimde olsa bırakmaz mıyım ikinci defa kanserim yine de içiyorum işte"
Ama dedim benim babam da içerde MR de, biyopsisi yapıldı, o da sizin gibi çok içiyor ama çok da sıkıntısı vardı...
" Sen benim sıkıntımı bilse o kadar çok derdim var ki"
Onu dinledim dinledim yarım saat geçti babamın çıkışına gittim sonra röntgene gittik ciğerleri nasıl diye...
Hepsinin sonucu CUMA 10:30 a...
Yine babamla beraber gideceğiz dik durmam lazım, destek olmam lazım, içimin fırtınasını dışıma taşırmamam lazım...
Yer gök dua ile çok yalvardım Rabbime babamı bize bağışla dedim bütün hastalarla beraber şifasını ver dedim...
Cumayı bir atlatalım dedim hayırlısı ile...

11 Eylül 2009 Cuma

Hızlı Tren Uçar Gider...

Hafta sonu tatili münasebetiyle yazanımız Eskişehir' de olacağından meydanını boş bırakacaktır...

Arz ederim...

Nesi meşhur ki acaba, blogger var mı tanışabileceğim, nere gezilir, ne yenir, ne içilir?

Hııım ben biraz geç yazdım sanırım neyse ben bakarım yorumlara o zaman...

10 Eylül 2009 Perşembe

"Kuru" Demeç...

Titaniği batıran buz kütlesinin altıydı asıl etkeni...
İnsan için hani deriz ya bir bunun kadar da altta var diye, kötülüğü o bir bunun kadar da yerin altındaki kısmı...
İstanbul' u batıran da ya da Trakya'nın büyük bölümünü altındaki marazları mahvetti...
Bakınca şehre Titanik gibi şahane ışıkları, makyajı, ayın şavkı derken, altı çürük meyva misali yağan yağmurun perişanlığında çıkagelen ansızın...
Bu kadar kayba, cana içim kan ağlıyor, doğuda pisi pisine giden ana kuzuları, batıda yok yüzyılın sel felaketi...
Zaten iki damlayla feleği şaşan yerler adını "Yüzyılın Sel Felaketi" koyunca bizim şuçumuz yok demeye getirmek mi açıklaması da en hazırından...
Gidiyoruz bir kıyamete hayırlısı ama hala kimse ses çıkarmıyor asıl en acısı...
En merak ettiğim de yöneticilerin, bürokratların görevlerinden utanma belası istifa etmeleri için ne kadar zaiyatın olması gerekiyor, belli bir ölçütü var mıdır?
Misal bu durumda 31 yerine 40 can kaybına mı istifa edilmeli?
Ya da ilk hızlı tren denemesinde ölen onca insanın demek ki sayıca yeterli olmamaları mıdır bakanın istifasını engelleyip batmanların suçlu olmalarını sağlayan?
Neden Avrupa'da herhangi bir felakette kayıpta, ilgili bakanı müdürü neyse, şapkasını önüne koyup efendi gibi ben bu işi beceremiyorum demek ki deyip gidiyor da, benim ülkemdekilerin koltuklarına çivili misali kalkamıyorlar, yerlerinden olmuyorsa olmuyordur, hizmet için var olunduğu akıllardan hemen çıkıyor da başka hızlı getirilere eriyor çalışıyor beyinler hemen...
Daha ne kadar müsibet gelmeli yurdun başına?
Reenkarnasyona inanmayan ben bile diliyorum ki, Atatürk bir başka bedende var olsun, vursun yumruğunu gelsin aydınlık günler...
Hele ki dünkü basın toplantısında binlerce ıslak İatanbullunun başkanının kupkuru haldeki basın toplantısı, demeçleri de ayrı şaşırtan bu fekalete damgasını vuran...

9 Eylül 2009 Çarşamba

Baştan Söylüyorum İnsanları Küçümsemek Değil Benimki...

Yalandan oyun oynuyorum kendi kendime...
Şöyleki; her dakika televizyonlarda, pahalı kafelerin önünde, lüks arabalardan inen erkeklerin arabalarını park ettikten sonraki kapıyı açış, tek ayağı atış ufaktan bir bekleyiş ayakkabı iyice algılandı mı ve şöyle bir güneş gözlüğünün üzerinden etrafa bir kesik ki bakan gören insan evladı hanım kızlarımızın durumu nedir, halleri beni görünce nicedir gibilerinden...
Oyunumun temeli de bu...
Ulus' u bilir Ankaralı arkadaşlar...
Otobüs beklerken eve gidişlerimde, etrafı seyreylerim bakar bakar dururum, onlar tren değiller elbet ben de öküz, benimki boş boş bakma diyelim can sıkıntısından mütevellid...
Özellikle erkek kardeşlerimiz için (kardeş oldular yalnız hepimiiiiz kardeşiiiz bu öfke ne diyeeee); şimdi bir kahraman belirliyorum, ona gözlükleri takıp bir de mercedes in içinden çıkış anını hayal ettim mi...
Adamların haberi yok tarafımdan neye maruz kaldıklarının, fakat hakkaten oluyor, arabadan inişteki o ilk tavır, gözlük üzeri bakış bakış filan fazlası var eksiği yok...
Aman olur tabi, olanların bunlardan farkı ne allasen...
Biri, ikisi derken otobüs gelene kadar, diyorum sonrasında;
Ey para sen nelere kadirsin!

8 Eylül 2009 Salı

Sayın Tacizci Kabul Buyurursanız Sizi Bir Miktar Hadım Etmek İstiyoruz da...

Dün gece haberlerde namuzsuzun biri ki namuzsuz diyorum yine kendini bilir bir hanımefendi olarak ağzımı bozmuyorum çünkü onunla alakadar yüreğimin ağzının iplerini çözdüm stadyum küfürleri ediyor...
54 yaşında Almanya'dan gelmiş evinde 220 adet çocuk pornosu cdleri bulunmuş ve bir sürü çocuğa taciz en son karakolda artık çocuklardan bir ikisi teşhis de edince utanıp camdan atlayıp ölmüş leş...
Efendim meclisteki iktidar partinin, kadın millletvekillerinden birkaç tanesi de konuyla alakalı çalışma başlatmışlar, yapanı hadım edeceklermiş sonra araçta beraber getirilmeyeceklermiş artık bak hele bak bir de aynı araca bindirip getirirlermiş adliyeye... "Çocuğun örselenmemesi" deniyor sürekli...
Şimdiye kadar örselendi binlercesi o zaman neredeydiniz ne oldu seneler geçti giden gitti onlar topluma nasıl kazanıldı?
Şimdi de hadım edilecekmiş ama yine de hayvanın onayı alınacakmış...



-Sayın tacizci kabul ederseniz sizi işlemiş olduğunuz bu suçtan ötürü hadım edeceğiz, onayınızı almak istedik...



-Tabi al abla buyur senin olsun, ne yaparsan artık...

4 Eylül 2009 Cuma

Özgürlüğün Yegane Bekçisi, Yasaklar...(Oyun Atölyesi Kelime Oyunları)

Katli vacib diye bağırıyor, beynimin derinlerinden gelen ekolu ses, "Yasak" için...
Aynen öyle, kelimenin fiiliyeti için, sonra getirecekleri için, uygulanabilirliğinin delinmesi için, evet evet katli vacib, mutlaka kesin boynunu, atın köpeklere...
Bulaşmak istenmese de paratoner gibi çekiyor, şu hayatta figüranken kenarda sessizce bakakalan, birden başrolü kapabiliyor insan...
Yasak için ille de illegal mi olmalı girişimlerin tümü...
Belki toplumca kimse bilmeden konmuş kuralları da heder etmek bir nevi...
Şu meşhur "insanlık namına" nın bozulması ya da delikanlılığın kitabının panzehiri gibi...
Aseton gibi çıkarıcı, kezzap gibi yakıcı, yok edici, duyunca tüyleri hoplatan daha bir sürü etkisi...
Yasak delen ben ya da her türlü norma karşı duran ama kenardan süzen; bir yandan da isyanın sesini bastıracak yastığı yüzüne dayayan yine ben...
Özgürlüğün bağımsız bekçisi nin gönüllerdeki tahtı asla sarsılmayacak olmasının geleceğe miras bırakılacak yegane tek dişli canavarı ne de olsa kendileri...



Ya da olmadı, unutmalı herşeyi, potansiyel reklam sloganı olsun hem de ciklet...
"Yasak mı çiğnemek istiyor sunuz?"
"O halde buyrun dişlerinize dost, egonuza dost..."
"Yasak Şekersiz Sakızları"

Çekirdeğimin Kabukları...

Kabuklarını nereye atacağım derdi olmadan çekirdek çitleye çitleye, denizi seyretmek ister gönlüm, öyle de çok olmalı ki meret, bitme derdi de olmasın...

En heyecanlı yerinde ortada koymasın beni...

Ağzımın kenarına yapışan kabukları tüküreyim esintisinde havanın, kıvrıla kıvrıla savrulsun gitsin...

Hatta arada kızın ateşi de geçmiş olsun, ben çekirdeğimi çitlerken kıyıya sırtımı vermiş...

Sonra yüzüme tükürmesin ya da nefretini boşaltmasın esintisiyle kızgın rüzgar...
İyiydik böyle dingin, ne oldu ki yine yamuk yumuk tepe taklak?
Bu fotoğrafın yazısı şuydu aslında buna da uydurdum kafadan...

2 Eylül 2009 Çarşamba

İnsan Gördüm Birçok...

Dün denizkızının doğum günü dolayısiyle üç kişilik dışarda bir toplanma yaşadık ki ben kalkana kadar sürekli çok yoruldum kendime gelemedim nidaları ata ata...
Yürümediğim kadar yol yürüdüm...
Öyle tembelliğe alışmışım ki, eve giderken otobüse bineceğim zaman bile 200mt. durakla ev mesafesi bulunan otobüse binmiyorum da yakında bırakanı bekliyorum, incilerim dökülecek ya sanki yürürsem...
Ne fena sürekli yürümekten bihaber, halbuki severim ne yürürdüm, baktım sokaklar değil ben aşınacağım bıraktım...
Karanfil sokaktı geçtiğim, Aylak Madam a gidene kadar, boylu boyunca hem birini hem ikisini...
Hani yeni bir şehre gelir insan da, geçerken yollardan bir oyana bir bu yana bakacağım diye bakınır sürekli birşey kaçırmayayım sevdasında, ben de aynen öyle, mesela ben yeni gördüm koca koca 106 ekran plazmaları koymuşlar dizi dizi, playstation oynuyor gençler, çok hoşuma gitti hem de dışarda cafenin bahçesinde...
Sonra iki adamın önüne geçtim, yüksel caddesinde ilerlerken...
Ağır abiler belli, biri telefonla konuşuyor "sen merak etme sıkarım ben gerekirse, ayaklarını ters çevirir, öyle giydiririm pabuçlarını" vay dedim, bu kadar tumturaklı laflar eden son ütücüler...
Sonra oturduğumuz yerde öpüşen gençlere ki epey oldu buna benzer bir yazı yazmış idim (tık)...
Ya tamam yerleri yok filan, hoş bahane mi de ama bağnaz görüş açısı mıdır benimki bilinmez, itici geliyor hayır şeye döndü olay sen yapmadın mıya, yapmadım tabi, yapmam, yapanı da tasvip etmem...
Edene de ses çıkarmam, görüşümdür arz ederim...
Velhasıl adam insan gördüm iki, yürümemin yorgunluğu da kızları gördüm uçtu gitti, gerçi bir miktar uhunetliydi masa ama ben eğlendim çapımda ama eğlendiremedikse de oturduk koklaştık güzel dündü...
Nice yıllara tekrar tekrar Denizkızım...
Fotoğraf: Tamamen benim canımın Amasra salatası çekmesinden mütevellid...

30 Ağustos 2009 Pazar

Efendim Huzurlarınızdaaaa...


İçimden Geldiği Gibi' ye çok teşekkür ediyorum bana yaptığı bu güzel sürpriz için...

Mailimde bir not kendi kendime gelin güvey oldum ama diye başlayan ve ekte bir sürü seçenek sunan...

Valla iyi ki olmuşsun, benim gibi değişimden bihaber birine ne kadar makbule geçti bilsen...

Ellerin dert görmesin çok teşekkür ederim...

Ayrıca ben resmi görünce ne aklıma geldi, iki kelebek var orada Bizim Bey le ben, evin üzerinde de bir uğur böceği Rengin kuzum...

Ev de yeşil, bereketli, mutlu, huzurlu yuva, uğuru da üzerinde ya daha ne isterim :)

Tekrar teşekkürler çok hem de...

Ocakta Semizotu...

Pazar telaşesi...
Annemin eski mahalle komşuları gibi konuştum "ayol telaşemiz var"...
Artık benim de var, hiç de matah birşey değilmiş, özenir dururdum, telaşem yok diye, al sana telaşe debelen dur...
Bey yarın akşam gelecek eve, 4 gündür gurbette...
Ona hoşgeldin sürprizi yaptım, muzlu rulo pasta ki bayılır...
Sonra annemle pazara gittik, pazarcıların oruç başına vurmuş, erkek olsam kesin dalardım...
Gümüşü park ederken hafif tamponunu kaldırımla tanıştırdım...
Zaten de debriyajı yukarda kavrıyor, yokuşta da kaldım mı(ama yokuş kesin 98.5 derece filandı ) lastikleri yaktım galiba çok koktu, bu arada da güya on yıllık şoförüm...
Velhasıl kendisine çok ısınmış bir durumum olamadı, önümüzdeki karşılaşmalara bakacağız artık...
Yarın kreşin bir aylık tatili sona eriyor, ayrıca da benim beeeeeeeeeeeş koca günlük tatilim iznim ne denirse adına o da bitti gayri...
Bakalım rüzgar nereye savuracak nereden bağlanacağım, Atina'dan bildiren Muhtar misali...
Ha bu arada benim ahretlik hafiften küstü galiba bana, ne ayıp, pas vermiyor kendi haline bıraktım biraz hoooo insin ( bu da babaannemin lafı siniri hırsı insin babında)...
Haydi rast gel pazartesi ...


Fotoğraf çarşamba gününüden, sardunya, terazinin dirhemi, ben ve çocuklar şeklindeki bizim evdeki yayılımımızı gerçekleştirdik...

29 Ağustos 2009 Cumartesi

"Gel Bir Öpeyim"

Epey oldu konuşuyorduk iş yerinde, çocuklardan özellikle yazdığım önceki yazıdaki durumdan bahis açılmıştı, onun üzerine...
Çocuklar sevgiyi o kadar iyi algılıyorlar ki, samimisini, eğretisini ve ona göre tepkilerini direk veriyorlar, ne güzel bizim gibi uğraş vermiyorlar, kırıldı mı aman küser mi şu mu bu mu demeden...
Her zaman savunuyorum hele ki çocuğa sevgi, emek ister...
Kimseyi yermek değil niyetim, iğneyi kendime batırayım, babam biricik babam...
Kızım ilk torunu zaten başka da yok...
Bizim küçüklüğümüzde oynama durumu olmamış ki, bilmiyor kucağında hoplatma ya da parka götüreyim, bir bakkala sokayım şeker alayım durumlarını...
Hep işlerinin uygunsuz saatlerinden, görüşmelerimiz bile aynı ev içinde nadiren oldu evlenene kadar...
Sonra Rengin doğdu, aklı başına geldi, anneanneye tapar Rengin, 2,5 yaşına kadar bakmış olmasının verdiği yakınlığa ilave, yorulduğu yere han yapmasından, bütün olmazları olura çevirmesinden ve ağzından bir Rengin derken on tane Rengin in birden çıkmasından kaynaklı...
Dedemiz de uzaktan uzağa "gel bir öpeyim" veya "Rengin dedesini sevmiyor"...
Yahu baba ne sevmesi ne sevmemesi, sen çocuğa sergide asılı bir tablo muamelesi yaparsan yanına gelmez, sevdirmez kendini tabi...
Emek veriyor musun ona derim hep, mesai harcıyor musun?
Sonra baktım babam ilerleyen günlerde, onunla oynamaya başladı baktık bizim kız ısındı dedesine...
Şimdi o da bayılıyor dedesine, aşkları dedesinin kreşten almasıyla kuvvetlendi...
Çok uzun bir süre babam aldı kızımı kreşinden, bir bakıyordum ki kavga döğüş gelmişler kapıya, bir bakıyordum ki güle oynaya...
Şimdi iki taraf da hallerinden öyle memnunlar ki...
Tatildeki Ayfer teyze de öyleydi, daha bir saat bile geçmemiş tanışmamızın üzerinden Renginle bizlerle, kadın neler yaptı, ne oyunlar, yorulmasına rağmen yine de kırmadı oynadı durdu bizimkiyle...
Ama Rengin'in de Ayfer teyzesiyle bir vedasını görmeliydiniz, o ağlamasını, bir kağıda resim yapmış Ayfer teyzesi, elinden tutan bir kız çocuğu kendisi, hediye etti Ayfer Teyzesine...
Bakıyorum da çocukluk da zor iş, habire çevresinde,
"Gel bir öpeyim"
"Azıcık gel de konuşalım"
"Gel bir yanıma sevdir kendini"
"Kreşte ne şarkılar öğrendin söyle bakayım"
"Arkadaşlarının adı ne"
sorularıyla çevresinde bir sürü amca-teyze/ abla-ağabey...
Kimbilir çocuk aklında o sözleri duyunca cevaben ne geçiyordur...
Büyük olsa bileceğim de.... :)
Anneannemin bir lafı vardır "kuru kuruya kurbanın olayım"...
Çocuk sevgisi emek ister, mesai harcansın ister, samimi sevgi ister...
En azından benimki öyle :)

Aklıma Gelmişken...

Bu da iyiden iyiye vicdan borcu gibi...
Her dakika aklımda, hala
içimden geldiği gibi den bir mim var borcum, evinizin en sevdiğiniz köşesi gibi köşe bulamadım ki sevecek, toptan bir sevme durumu bendeki...
Şimdiki bu dalga her blogda mutlaka var, işin kötüsü mim cevaplanır cevaplanmasına da sevdiğin 7 şey...
Düşün dur valla, ilk aklıma geleni yazarım düşündükçe çıkamam işin içinden, o yedi olur bana yedi yüz...
Dolunay ve Manii bu yaratıcılığımı, gözümdeki ışığı, yazılarımdaki sarsaklığımdan keşfetmiş olacaklar sağolsunlar...
Sorarlar adama sevdiğin yedi şey diye...
Sevdiğim yedi şey valla benim kafam yerinde olursa takacak birşey bulmadıysam huzursuzluk yoksa, kalpim mutluluk pır pırları ederse, herkes sağlıklıysa baktığım her yerde yeşeririm, her şeyi severim...
Bir arkadaşım vardı polyanna gibi her durumdan bir artı çıkarmasını bilir, gerçi kendinde değil bende :) Şimdi ben de onun gibiyim, sevecek o kadar çok şey ve şükredecek o kadar çok sebep var ki, her şeyi seviyorum yediden yetmiş yediye, 7/24 hem de...

27 Ağustos 2009 Perşembe

Yine Bir Gün Hiç Unutmam / Annemin Sürpriz Yıkışı...

Eh madem konuyu kahraman olmayan kahramandan açtım kendi kendime, bir anekdot daha yazayım bari...
Mekan Bolu, dördüncü sınıf ikinci dönem, mezun olunacak, bölüm öğretmenlik, staj, takım çalıştırma, staj dosyası, vizeler, finaller bir harala gürele ki zaman nasıl geçiyor o zamanda neler yapılıyor hak getire bilene anlayana aşkolsun...
O dönem canım babam bana mezuniyet hediyesi bir uno alıyor ve Ankara'da okuyan bizim aile dostu oğlu Dr. Ahmet'e veriyor anahtarı, git diyor bunu bizim kıza götür şaşırsın...
Sen benim ballardan datlı biricik Sultan annem bana bunu telefonda söyle :)
Etti içine bir nevi, eh be annem, ne söyledin, onu görünce gözlerim açılaydı ya bir sevinçten şaşakalaydım ya komadın ki...
Neyse yalandan eşek olduk, geldi araba açıldı ağzım, pörtledi gözüm...
Sonraaaa...
Sonra efendim ben bir sabah gittim okula, bir telefon ev arkadaşım :
- Ön camındaki kağıdı gördün mü?
- Yoo ne kağıdı?
Yalnız ben de ne kadar dikkatliysem, silecekte bir kağıt takılı hiç umurum olmamış...
- Kızım arabanı çizmişler haberin yok...
- Nasıl, pardon, ne arabası, ne çiziği...????
Neyse açtım kağıdı "lütfen karakola uğrayınız. Polis memuru ....."
Bizim ev de ana cadde üzerinde, şimdi depremden her ikisi de yıkıldı, hem bizim apartman hem karakol, onun karşısında hemen...
Şimdi karakol deyince öğrencinin karakolla polisle ne işi olur diyerekten hafif ürperip aldım teyze oğlunu yanıma gittik karakola...
Olay şöyle cereyan ediyor...
Notu yazan polis memurunun nöbet saatinde, gece yarısı bir araba benim arabanın yanına yaklaşıyor, geçiyor, sonra geri geri geliyor yerini alıyor, biri çıkıyor camdan dışarı eline bıçağı alıyor "ciyiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiirt" diye şoför tarafından arkadan öne bir iyice çiziyor...
Sonra sağolsun polis memuru plakasını alıyor aracın...
İfadelerimizi aldı, şikayetçi olduk Bolu' da küçük yer, plakanın kimin olduğunu biliyorlar, gittik o zaman galeri sahibinin dükkanına hep birlikte, araba galeri sahibinin oğlunun gençten biri o da...
Polis diyor bana tanıyor musun, yok diyorum nereden tanıyayım...
Hakkaten de bir kere görmüşlüğüm yok, ne demeye arabayı çizsin hoş kime ne zararım olmuş filan düşünürken...
Mezuniyet gecesi geldi kuzenim de gelmişti sonra beni bir ara dürttü...
- Hiişt bak şu oğlanı tanıdın mı?
- Aaa evet arabayı çizen değil mi?
- Evet de asıl enteresanı kimin kavalyesi?
- Kimin?
- İşte o kızın?
- hııı ????????
En dip not:
Allah hepimizi içinde Allah korkusu olanlarla karşılaştırsın, ne diyeyim...

25 Ağustos 2009 Salı

Hiç Unutmam Bir Gün...

Kahramanın ismi hiç lazım değil, hoş o bir kahraman mı hiç değil...
Sene 94, Bolu'da üniversite zamanı, hazırlığa başlayacağız...
Otuz kişiyiz tazecik, başka şehirlerden gelmiş, sudan çıkmış balık misali, bir çoğumuz ailelerinden ayrı, birbirimizi tanıma çabaları, ufak ufak birbirimize sokulma çalışmaları...
Benim hiç öyle sokulmada problemim olmadı, tanışma kaynaşma bir çırpıda oluyor şükür...
Biz ilk günler sınıf kocaman bir aile, nasıl mesut günler, hep de öyle devam etti...
Arada da dersler derken, bizim toplu bir fotokopi durumumuz oldu, bir gönüllü çıkacak hepimize çektirecek, paraları toplayacak...
Çıktı gönüllümüz, çektirildi fotokopiler, paraları verildi...
Sonra ne olduysa bir laf dolaştı "filan fotokopileri aslında şu kadara çektirdi, ama bizden bu kadar aldı" diye...
Hay Allah nasıl olur demeye kalmadı gerçekten o laf doğru çıktı ki keşke de çıkmasaymış elimize fazladan aldığı paraları hep iade etti...
O anda ondan fazla yerin dibine girmişimdir herhalde, çok sıkılırım böylesi durumlardan...
Ne fenadır beş sene okuyacağız bre filanca arkadaş ne demeye ilk günden yıktın onca insanın güvenini üzerinde...
Sonrası hiç arkadaşı olmadı sınıftan...
Öylesine aklıma geldi benim de durup dururken...

İznim de Tatilim de Evimde...

Öyle nerede anada babada onda bunda yok ki yazlık olsun, eee tatile gitme desen eşek yüküyle para, o yükte para bizde ne arar...
Bey in işinden izin de yok...
Haydi sizi göndereyim gidin, alın anneni de fikri bana hoş gelmedi...
Ha halimden memnuniyetsizlik değil bu yazdıklarım, evimi de çok özlediğimden, zaten de ev kedisi kıvamında olduğumdan böylesi daha iyi bile...
Evimde kızımla, kahve arkadaşlarımla, annemle kızkardeşimle, akşamüzeri dibimizdeki parkla akşam olduğunu anlamadan geçiyor bile...
Aslında geçen haftadan konuşmuştuk, belki bizim iş yerinin tesislerine bu hafta Özii yle ve onun arkadaşıyla bir kaçamak yapılabilirdi ama olamadı kısmet...
Kimbilir belki bayram tatilindeki arada kalan üç gün izin alınabilir değerlenebilir...
Şimdi en küçük aile ferdimiz çıtırığımla evimizde; anne kız, arkadaş, abla kardeş, komşu bilimum sıfatlarda zaman geçiriyoruz, halimizden fazlasıyla memnun, iş yerinden uzak dolayısıyla tasasından da, mutlu mesut zamanlar geçiriyoruz...
Sağlıcakla kalınız Allah'a emanet olunuz...

21 Ağustos 2009 Cuma

Girdim Rehavetine İziiiiiin...

Arkadaşlarla gece yarılarını bulduran, gülmekten karnımı ağrıtan gecenin ardından, sabahının uykuya aç, yarı açık yarı kapalı gözlerimin şişliğiyle, önümüzdeki haftanın izinli geçecek olmasının verdiği o hazzı şimdiden koklamak nasıl güzel...
Fotoğraftaki güneşin yer bulup daldığı gibi, benim de dallarımda güneş var ısıtan sıcacık...
Bu arada benim küçük yavru dün gece, sen gece uykusunda kalk git mutfakta sandalyeye otur, bak öyle boş boş bir noktaya...
Ben çok gezermişim, konuşurmuşum her numara varmış bende, babaannem rahmetlim uyandırmadan beni okur üfler yatırırmış, evin hangi köşesinde bulursa...
Ben de bizim küçücüğümü okudum üfledim, yatırdım öpüp koklayıp...
Bizim bey bilmez böyle şeyleri, yaşamamış hiç...
Gece o gördü, görür görmez kalsa karşıdan görünce "babacığım" diye sesleniyor...
Tövbe tövbe uyanacak, ses çıkarma delirirmiş uyandırırsan...
Öyle derdi babaannem...

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Depodan Hatıra Kalan Çok Olacak...



"Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! istediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir."
SeVaL yazmış bu yorumu, önceki yazıma istinaden...
İşte hep öyle yapıyorum ama, devrelerden biri kırılıyor, arada kısa devre yapıyor, belki de o yüzden yazıyorum ki bana destek olun yorumlarınızı okuyayım kendime geleyim diye...
Teşekkür ederim her birinize ayrı ayrı...
Depoda geçireceğim son günlerim, yine bohçamı hazırlıyorum, önce bir hafta izin, sonraki hafta başka birim, başka yer, başka oda arkadaşları...
Alışılması gereken bir başka yer...
Ama onda da var bir hayır, yeni yer, yeni hava, yeni koku bakalım ...
Buraya iyiden iyiye alıştım derken, tamam koşulları hakkaten olumsuz ama oldu işte yaklaşık bir ay geçti, öyle böyle sinir harbiyle, iyisiyle kötüsüyle...
Bir müddet yazmayı bile kesmeme sebep, beni okumasını asla istemediğim şahsa sırf hayatımdan haberi olmasın diye kendimi susturmam...
Biliyorum ki yazdıklarımdan her nedense üzerine alınacak, hiç alakasız insanlara beni soracak "Funda bunu yazmış bize mi demek istemiş, şöyle demiş bize mi dedi" diye...
Veya bir sürü olayın belkide başıma gelmesine sebep olacak o kapıyı açacak yola gidecek yazık işte...
Ya da kel alaka bir yerden abesle iştigal bir durumla karşılaşıyorum, belki Sardunyamın kontrollü git demesi bundan...
Şu an itibariyle gördüm bu şirin kaplumbağayı...
Ona üzülmekten kendimi unuttum, ey güzel Rabbim dedim, bak neler var ben hala neye debeleniyorum...
Konuştum onunla bol bol...
Evini tepesinde taşıyor taşımasına da yalnız işte, al ortalarda dolanıyor...
Dün görmüştüm bahçede, köpek başında hav da hav, korkmuş yavrum kafasını kabuğundan çıkaramıyor...
Bu sabah dedim kağlumbağayı bugün görmedim görseydim de fotoğraflasaydım ...
Sonra bir telefon "cama çık başını uzat bak kim var"
Kıyamam sana ya...

Günümün Güldüreni...



- Alo

- Buyrun
- Efendim ....'dan arıyoruz...

- Buyrun
- Eee koli geldi, malzemeler aldık onları ...

- Evet güzel
- Yazmış olduğunuz ........... çıkmadı koliden...

- Evet

- Fakat bir koli terlik geldi...
- ????????? oldu o zaman ...

18 Ağustos 2009 Salı

Gölgelerin Gücü Adına...

Hayat hakikaten yaşaması uygulaması yürütmesi zor kurum, evlilikten de zor hatta...

Kendim bizzat şahsen ben, kimi zaman belim bükülür gibi olup da Şems'in kuyusu gibi gittiğimde ırak diyarlara -ki okuyucu cümle içlerindeki çeşitliliğe dikkat her yerden pas atabiliyorum ayıptır yazması- çıkılması güç gibi görünse de, o bile bir dinlence bir bakıma...

Yani benim mabedim o kuyunun dibi, henüz kafamda belli bir şekli yok, kuyu işte bildiğin, kör olmayan açık dibinde hafif su birikintisi olabilir, o konuya gelmedim daha nasıl bir yerde bulunur onu da tahayyül etmedim, kuyu dedim çıktım bir ara resmederim beynimde, yazarım meydanda...

Nerede kalmıştım haa kuyu, periyodu belirsiz, çeşitli etmenlerin itimesi sonucu veya baktım etrafta ses gürültü çok, haydi derim bana eyvallah çağırır beni, su birikintisi Şems'in yeri...

Efendim hayat tabir-i caizse hayli boktan... Demeden imada bulunmuştum ya şimdi aleni diyorum hakkaten boktan, ziyadesiyle kuyudayken öyle göründüğünden...

Yıllardır tanınıldığı sanılanların birden kabuk değişimleri, bunu babamın iş yaşantısında da kendi iş yaşamımda da sıkça tecrübe etmekteyim şükür...

Hoş insan kaç yıllık kocasının bile yeni yeni huylarıyla tanışırken günbegün, benim bunlarla karşılaşmam normal ama normal olmayan benim bunlara hala ilk günkü şaşkınlık tepkimi verebilmem...

Aslında benim tepkim tamamen "Aaaa ZAVALLILAR!!" tepkisi...

Yani bir nevi "yazık sizi adam insan evladı sandım" tepkisi...

Şimdi yine yine ve yine önce sağlığa şükür sonra varlığa...

Sonra hatta bu çeşitliliğe de şükür ki başka ciddi dert vermesin Rab...

Sonra haftaya izinliyim, Deniz kızı ve teraziyle üçlü bir terapi, bir sac ayağı durumu yapıp da bir he-man nidalarıyla çıktık mı ortaya heeeeeyt...

İyiyim iyi ama bu sefer de yine yeni gelişmeler var bakalım haydi rastgele...

Aman kuyusuyla dibiyle tabanıyla ve hatta tavanıyla öyle böyle gidiyor yürüyoruz işte boktan filan da işte yine de SEVİYORUM!

Ve deeee Elvis' i de...



16 Ağustos 2009 Pazar

Kabuğum... (Öykü Atölyesi)


Sığındığım giysim bu, iki kat hem de ta derinlere daldığımda, herşeyden el etek çektiğimde...

Katı ne kadar fazla olursa o kadar iyi iki kat üç kat...

Duruma göre, ruha göre, aldığı yarasına göre...

Kabuğum bu, açmaya gelmeyen, kenarından tırtıklayıp kanatmaya gelmeyen...

Bu kez evet dediğimde, katları açtığımda, bakınca herşey aynı görüntüler değişmiş, aynı yere koşa koşa döndüğüm...

Anneannen de Yanına Gelmiş Be Gül' üm...

Hava soğuk, belki de ılıkla soğuk arası ama arada esen ürperten hafif rüzgâr kafasını dağıtıyordu… Havaya baktı kar kokusu gibi geldi bir an burnuna ama istemedi kar yağsın… Sevmediğinden mi değil herkesi her şeyi severdi o koca gönlüyle…
Kaçıncı doğum günüydü bir an unuttu hava soğuk olduğuna ve havada kar olmadığına göre düşündü bir an… Aralık 6…Yıl 98... Evet bugün 23 yaşını bitiriyordu… Ne bilsindi kutlayacağı son doğum günü olacağını ki…
Dört kız kardeş, anneanne ve teyzeydi geldiklerinde Malatya’dan Ankara’ya… En büyük abla kendisi sonra Betül, Seçkin ve Cansın… Dünya şekeri anneanne ki hiçbir zaman adını merak etmedim sormadım ben de hep anneanne dedim ona… Sonra fedakar anne yarısından öte teyze Ayşe abla… Ayşe abla ki evlenmedi yeğenleri ortada kalmasın diye belki de… Yaptığı en büyük fedakârlık ömrünce… Yapması gereken fedakârlığı annesi yapmış mıydı kızların ya da babaları? Hayır… Onlar da boşandıktan sonra ayrı ayrı dünyalara atmışlar kendilerini, evlenmişler, hayatlarını aynı şehrin iki farklı yakasında sürdürüyorlardı… Varlıkları bolca gönderdikleri paraydı belki de, çocuklarının üzerinde yaşattıkları kendileri olmadan avuttukları… Cansın en küçükleri, nasıl da tatlı küçücük daha beş yaşında anca… Gül… O Gül ki en çok hatırımda kalanı, insanlarla iletişimi… Kiminle konuşsa, hangi yaş grubundakiyle konuşsa onunla aynı yaşta olur herkesin gönlünü kazanırdı…
İlk geldiklerinde tanımadım, kaç ay geçti bilmiyorum fakat alışmıştı Ankara’ya hayatıma girdiğinde…
Bir güzellik merkezinde tanıştık, o kadar havalı, o kadar değişikti ki, tatlı dili yüzünden etrafı kalabalıktı herkes ağzı bir karış açık hayranlıkla onu dinliyordu…
Sonra bir konu geçince aynı mahallede oturduğumuzu, evlerin arasının beş dakikalık mesafede olduğunu öğrendik… Sonrası malum her dakikamız, her anımız beraber… Büyüleniyordum onunla her konuşmamızda, ortada bir şey yokken bile neleri anlatışına, biliyordum birçoğunun hayal ürünü olduğunu ama o kadar inandırıcıydı ki bozmak benim de hayallerimi yıkardı… Çok seviyordum onu çok, beni sevişini belki “eşim eşim” diye kolumu çekiştirerek anlatışını, gülüşünü, süsünü endamını… O kadar farklıydı ki yedi düvel hayranıydı desem abartmış olmam ömrü az Gül’ümün… Sanki biliyormuşçasına o kadar doldurdu ki her anını o kadar hızlı yaşadı ki…
Son yıllarını onu görmeden geçirdim… Şehir dışında okuyor olmam sonra ona kızıyor olmamdı belki görüşmeyişimizin nedeni kendimce… Anneanne çok güzel fal bakardı, en büyük keyfimiz her gittiğimde kahve içip fal baktırmaktı… Şimdi belki de göçmüştür dünyadan onu bile bilmiyorum, düşündükçe vicdanım beni dövüyor, yoruluyorum, pişmanlık sancım göğsümü daraltıyor… Pişkinlikle o zaman öyle olması gerekti diyorum soğukkanlılıkla ama yüreğim bin parça… Aklıma getirmiyorum hatta her gün ona dua gönderiyorum ruhuna ve rüyama girmediğine de kızıyorum ona içten içten…
Öldüğü günün kaçıncı günüydü bilmiyorum rüyamda gördüğümde, boş bir alan, tek tük müstakil evler, hava nasıl hatırlamıyorum on sene önce, yerler kuru ama bir bölgede bir çamur birikintisi var büyükçe, Gül’ün üzerinde beyaz bir kıyafet var bembeyaz, çamur birikintisinin üzerinden geçiyor fakat hiçbir yeri çamur olmuyor, gülümsüyor mutlu rüyamda bile seviniyorum, çamurun içinde olmasına rağmen bembeyaz diye… Uyandığımda ferah kalktığımı hatırlıyorum demek ki mutlu, bir de gülümsüyordu ya hep…
Çok özlüyorum seni Gül… Gül yüzlü güzel arkadaşım, güzel “eşim”…
Çok yandım gittiğinde, ben mi sırf şimdi o da seninle aynı yerde olan babaannem, sonra anneannem, halam, annem, babam, kardeşim ve seni tanıyan bütün akraba ve arkadaşlarım… Hala kardeşimle seni anarız sık sık, ne kadar değişik olduğundan bahsederiz ve ben bunca seneden sonra ve gidişinin üzerinden on sene geçmesine rağmen hala senin gibi birine rastlamadım Gül…
Hep neyi hatırlarım, annenin ki o da mistik dünyayla çok iç içeydi Mısırlı bir hocası vardı, söylerdi kendisi de kulakları çınlasın… “Kızına sakın araba alma bir trafik kazasında ölecek” demiş annene yıllar yıllar önce… Geleceği bilmek Allah’a mahsus ama bu Mısırlı hoca bildi be Gül… 99 Haziran’ ında bir trafik kazasında gittin…
Hatta annen sana bir araba aldı, ufak tefek şirin bir şey, Elif vardı bir arkadaşın o da bizim mahalleden, onunla Samsun yolunda bir kaza yaptınız, ziyaretine gelmiştim o zaman da söylemiştim “unuttun mu hocayı hala arabadasın” “amaaaan” demiştin “oldu işte eşim ne yapalım” gülümsüyordun her zamanki gibi…
Sonra birine gönül verdin… Kara yağız bir delikanlı, yakışıklı boyu boyuna uygun ama maalesef ki ruhlarınız, dünyalarınız, huylarınız birbirinden öylesine uzaktı olan… Evlendiniz, çok güzel bir düğündü sen beğenmesen de, çok güzel bir gelindin sen beğenmesen de… Annemle gelmiştik hayırlı olsuna evine, çok beğenmiştim, hatta senden ummadığım bir performans gösterip o hazırladığın pastaları börekleri nasıl da beğenmiştim… Bir senesini doldurmadı bile Ocak sonu evlenip Ekim gibi boşanman…
Sonra birine gönül verdin, o da sana ama ne aşktı fırtına demek bu aşka az gelir yetmez hatta hızına şiddetine… Sevdalın evliydi, hatta iki de çocuk babası belki üç hatırlamıyorum… Çok söylemiştim olmaz demiştim yıkılan yuvanın üzerine yuva olmaz demiştim… Birkaç hafta sonu şehir dışında okuduğum evime gelmiştiniz… Beraber Abant’ a gitmiş çok keyifli saatler geçirmiştik… Hatta fotoğrafımız bile vardı ta ki ben hayatımın üzerlerine kazınan o kâğıt parçalarının hepsini kaybedene kadar… Ama hala hatırımda gülen yüzün adın gibi, bana göz kırpışın, koluma girip sokaklarda yürümemiz…
Çok zor çok… Sevdiğimin arkasından bu yazdığım satırların arasına gözyaşlarımı da koyuyorum, o günlere dönmek bana tahmin ettiğimden çok acı veriyor, bir yumruk boğazımda olmadığını bilip, geçen on yılın sensiz olması ama seni hala o tazelikte hatırlamam…
Çok senelerini geçirdin o fırtınalı aşıkla, aşkınızı yaşamanız…
Sonra bu kısmı ortak bir arkadaşımdan bir de mahalledeki Elif’ten dinledim…
Boşanmak için epey uğraşmış sevdalı aşık… Evinizi bile almışsınız, içini dayamış döşemiş artık son duruşma kalmış iplerin kopacağı ve senin yeni hayatının başlangıcı olacak son engel…
Duruşma öncesi tatilden dönerken olmuş olan… Arabadaymışsınız onunla Polatlı yolunda Ankara’ya gelirken…
Önünüzde çimento arabası, tartışmışsınız belki de normal konuşuyordunuz ama ne olduysa sevdalının kontrolü kaybetmesiyle olmuş, çimento arabasının altına girmiş arabanız… Hastaneye yetişememişsin… Sevdalınsa uzun süre komada kalmış sonrasında iyileşmiş… Terk etmiş Ankara’yı, hatıranla olan şehirde nefes bile alamamış… Terk etmiş evini barkını göç etmiş başka şehre…
Öldüğünü ortak arkadaşımız şehir dışındayken buldu beni o söyledi, okul bitiyordu benim de uyandım telefon sesiyle ama inanmadım ki o kadar inanmadım ki cenazene gelmedim, yakıştırmadım ki…
Ölümü yakıştırmadığım “eşim” in cenazesine gidemedim… Sonrasında mezarına geldim, kocaman bir gül ağacı dikili mezarında taşında da çok erken gittiğine dair gözyaşlarımın gözlerimi örtmesinden okuyamadığım bir yazı…
Hala bir gün “eşim eşim ben geldim” diye koluma girip bir yerlerden çıkmanı ya da bir kafe de kahve içerken seni görmeyi hayal ediyorum ”eşim”…





****Gözünü sevdiğimin Facebook'u, ortanca kardeşin Seçkin yazmış "anneannecim mekanın cennet olsun" diye :(

13 Ağustos 2009 Perşembe

Madalyonun Ön Yüzünü Yaşadığımız Hayatın...

Bir de öbür yüzü var, bir çoklarının son sürat duyarlılığıyla yaşadığı...
Candan Tarifler konu etmiş bugün meydanında...
Hani ben de sürekli derim ya şükredelim arkadaşlar, bırakalım aka karaya dertlenmeyi, en önemlisi sağlığımız diye...
Bir arkadaşım sıkıntısını paylaşsa, evet her sıkıntı kendince büyük ama "ya diyorum şu an en sevdiğinin yoğun bakımdaki odasının kapısında bekleseydin?" dediğimde, haaa diyor karşımdaki, evet var bunda da bir hayır...
Bu gibi durumların ilk tokatını hastanelerde yaşarız ya kendimize ya da yakınlarımızla...
Sonra gazete kupürlerinde ya da sağdan soldan duyduklarımızla...
Elimizden daha fazlası gelse, daha fazla yaraya merhem olacak el olabilsek ama okyanusta bir damla olmanın eli kolu bağladığı şu durumda da en azından kampanyaları desteklemek en yapılabiliri...
O zaman beklemeye gerek bile yok BURADAN buyrun...

Bura mı?

Gayet keyifli tam yaz yeri, bahçede her daim suyu akan bir hortum ki her yarım saatte bir elimde, o çam dibi, bu gül dibi, olmadı betonlar, sulayıp geziyorum...
Ekürim izinli ama buradaki arkadaşlar ala...
Kahvemiz kapı önündeki gölgelikte içilirken sonrasında klima ferahlığında makinanın başında...
Bir de komşu yer var ki, oradaki hatunların hepsi birbirinden renkli...
Öyle renkliler ki "ben siyah beyaza, el renkliye hasret" dedirtecek türden ama çok keyifliler, her günümüz bir dizi tadında, hem de hiç bir anı kaçırılmayacak olanından...
Bu arada ailecek beklediğimiz ivedi haber, o da gelse hepsinden ala...
Kuzum annemle evde bakımda, yanakları doldu şimdiden, eee anneanne bakımında...
Az önce annem tarafından telefonda, epey bir haşlandım...
Dün akşamki park sefafından ben akıllı, bütün kova kürek ne varsa parkta koymuş gelmişim, sabah parka çıktıklarında Rengin tanımış "aaaa anane kovam küreklerim" diye...
Ne güzel işte duruyorlar yerinde :)
Ama benim bu aklı bir karış havada durumum için de epey kaygılı annem sultanım Fatmam...
Hele bir gün de babamın arabada komple çantamı unutmuştum hem de eksiliğini saatler sonra farkettiğim annem sayesinde :)
Keyfim yerinde, suskunluğumsa devam, hayalkırıklığını ve üzerine şaşkınlığımı atalı hele epey oldu...
Sardunyamın başta anlayamadığım detayları kulağımda küpe, uygulayabilirsem ne ala ama başka da yolu yok :)
Radyoda Nil işime gelmeyince birşey diyor ki genelde şarkı sözlerini anlamadan uydurur gülerim halime...
Primanın dizi dizi Bodrum Günlükleri, blogdaki eğlencem...
Bu ara blog ahalisi de yazmaya başladı yavaştan yavaştan...
Geçiyor işte günler bir yaz esnekliğinde, ha avare avare ha işten bunaltan durumunda...
Haydi hayırlısı...

11 Ağustos 2009 Salı

Şehrime Geldi Ayaz...

İki günden beri hissettiriyor kendini, rüzgarı hafif soğuğu...

Bir kahve bir cigara eşlik ediyor şimdi yüzüme vuran esintisine...

Fonda Kayahan'dan çalan "Allahım Neydi Günahım Ben Nerde Yanlış Yaptım" ı...

Uyuyor halet-i ruhiyeye, en azından başlığıyla...

Yazmaktan bile imtina ettiğim şu sıralar okumaya verdim kendimi, daha ziyade konuyu komşuyu açıyor diye beni...

Gidişatta değişiklik yok ama şimdiki düsturum "SÜKUT İKRARDANDIR" ...


Rahmetli babaannemin bir lafı vardı sıkça kullandığı...


"Şirnediler"
Yani bir anda ne oldum delisi olup, kendini bilmezce davranan, birden çoşup dellenen insan evlatlarının başına birşey gelip de, bir anda en başa dönen için kullandığı, sonrasında benim dilime pelesenk olan, bu kelimeyi kullanır oldum bende öncesinde de sonrasında da...
Özellikle burada yazmamama sebep, yazdıklarımın irdelenip, bir bakmışım başkasından hesap sorulmasından ya da irdelenmeye çalışılmasından sıtkımın sıyrılması ...
Zaten çok da yükselen bir grafik çizmemem daha stabil geçmesi başka başka işlerde hayatımın o kısmı ayrı...
Yoksa onun dışı hayat, ala ve ala geçmekte sağlıkta olduğu gibi şükür...


Öbürleri de zaten teferruat, üzerinde zerre durulmayacak...

7 Ağustos 2009 Cuma

Hayır Aklımın Almadığı...

Çok nadir seyrettiğim haberlerin bir kublesinde, ahlak zabıtaları yine yurt dışı uyruklu hayat adına çalışan pek çok kadını almışlar...
Üzerine bir de sağlık kontrolü derken, bir ikisinde AIDS / HIV virüsü çıkmamış mı?
Haberde diyor ki, aman yurdumun enerjisi tepesinden aşmış erkekleri yaptınız bir halt tamam da hatunlar HIV li çıktı işte...
Hiç başınıza bela almadan bir sağlık kuruluşuna gidin...
Düşünsenize bunu evde karısı çoluk çocuk her beraber seyreden o na münenahi erkek ya da bozuntusu kısaca, ne tepki verir o yüzü ne şekil alır...
Tabi her zaman "kocam beni aldatmaz ayol" nidalarıyla ortalarda dolanan üç aslan kuvvetindeki ve kendinde doğuştan Angelina Jolie güvenini barındıran Türk kadını da ya bebeleriyle oynuyordur ya da seyrettiğine tuuuu diye bir tükürük attırıyordur...
Hakkaten ya var mıdır ki? "len anasına dinine yandığımın, yedik bir halt o da marazlı çıktı, amanınnnn abaoooovvvvvv" diyen bir insan evladı erkek ki sağlık ocağına koşsun gitsin?

6 Ağustos 2009 Perşembe

Vay Anasını Sayın Seyirciler...

Şu devlet kurumuna başlayalı henüz iki rakamlık bir süre olmamışken, ben biraz kısmetli kısımdan hep rahat birimlerde çalıştım...
Ama şu an acısını çıkarır gibiyim ama çok iyiymiş böyle saate bakmadan, daha aman zaman geçmiyor bugün de diyecek fırsat bulamadan hop bir bakıyorum çıkış saati gelmiş...
Günler bu yoğunlukla pelte gibi geçerken, bir başka tencerede bir bekleme süresi var pişmesini beklediğimiz, kıvamını tutturup tutturamayacağımız kaygısında olduğumuz...
Yaşadığımızsa hem merak, hem inşallah sonucundan duyacağımız ferahlıkla...
Gerçi hayatımın plağı aynı sarıyor dediğim anda bir ekşın yaşadığımdan sesimi kesip oturayım ben en iyisi...
Heyecanı şimdiden sarsı bedeni, ruhu inşallah tabi bu devirde belli olmaz kesin demiyoruz ama inşallah deyip üzerine dualar nakşediyoruz...
Sonuç müspet olsun...
Üstteki fotoğraf makamım...
Depo, masanın hemen sağından girilen bölüm...
Gördüğünüz herşeyi Yurdumun her okuluna beden eğitimi malzemesi dağıtıyoruz...

4 Ağustos 2009 Salı

Cesaret Ne midir?

Öykü demiş ki haydi yaz bakalım katibe...
Genelde nedendir bilinmez Türkün aklı helada gelir' ine inat benim aklım ya da ilham perilerim cinlerim ya sabah ilk kahve esnasında ya da gece olup ta çekildiğimde arka odaya makinanın başına o zaman vuruyorlar üç kere kapıya masaya...
Cesaret...
Deyince aklıma hemencecik "deli cesareti" demek geldi...
Sanki tamlamasıymış gibi ayrılmazıymış gibi...
Cesaretli olmak biraz deliliğin sınırındaymış da belki de iki arada bir deredeymiş gibi...
Kendim gayet cesaretli bir yapıya büründüğümden Fulya geldi aklıma birden...
Kendisi kardeşim olur etimin tırnağı...
Cesaret deyince yüzümde beliren gülümsemeyle birlikte beliren kelime Fulya her Funda'nın sahip olduğu ruh ikizi ismi...
Onda gördüm bu kelimenin anlamını çoğu kez, hemencecik alevlenen ruhunda...
Peki nedir ki cesaret?
Çata çat herşeyi herkesin önünde konuşmak mı?
Ya da hiç atlanılmayacak yerden bırakıvermek kendini?
Ne bileyim denenmesi riskli olanı öne atlayıp denemek?
Adrenalin yükseltici her neviden çıkmak?
Hakkını aramak için sesini çıkarmak?
İyi gizlenmiş korku?
Ya da korkusuzluk?
Aşığın sevdiğine aşkını söylemesi?


Bence risk almak cesaret...


Evet evet gerçekten bu tabiri yazdıktan sonra çok sevdim ...
Risk almak evet, o da cesurların işi...
Cesaretse onun heybetli anlatanı...
Herşeyde öyle değil midir hayat risk almadan yaşanır mı risk almadan yola düşülür mü?
Attığımız her adımda aldığımız her kararda ya da uyguladığımız hareketteki her ilk adımımız değil midir cesaret...
O halde ilk adımı atabilmek için aldığımız risk uğruna yürümek durmak ömür boyu...
Demem o ki risk almalı adımda da düşüncede de hayatta da...
Yoksa ne bir lezzeti olur yaşamın ne de bir rengi...

Bülbülüm... Çektiğimi Dilim Belası Sanırlar...

Yalan hem de külliyen, yok öyle birşey, çektiğim mi kazancım mı ...
Yalnızca büyük hayal kırıklığıdır şu yaz sıcaklarında başıma vuran...
Olsun öğrenmenin yaşı var mı yokmuş...
Seviyorum ben bu hala burnu koku almayan durumumu...
Keyifler haller ala...


Hele şimdi facebooktan eski ortaokul-lise beraber okuduğumuz bir arkadaşımla sohbet ettik uzun seneler geçti, gezerdik dört arkadaş grubuyla şehrimde...
Sonra büyüdük çoluğa karıştık koptuk...
Eskiler eskiler heyhaaat!!
Onların da ne tadı vardı ama ne güzeldi...

2 Ağustos 2009 Pazar

Cuma' dan Pazara...


Cuma sabahının hızına, gerginliğine ve kill bill havasında geçen anına inat, öğlen arası komşu kurumdaki misafirliğimizde, tam dingin su şırıltılarının muhabbete eşlik ettiği dinginlikteydi ki şaşılası durum bizim için...

Fıskiyeye bak, o sana baksın, arada yemek ye, bol sohbet, sonrasının kahveleri derken hafta sonuna hızlı bir girişin ardından cumartesi Konya diyarlarına düğüne git gel derken, ailece hayatımızın uykusunu uyuyup öğlen vakti denilebilecek saatte kalktıktan sonra, yine herkes her bulduğu yere devrilerek geçirdi de pazarı, bir ben yine iki ayak üzerinde sektim durdum bütün gün...

Masaldaki durumlar nasıl mı devam hala kendimi(zi) iyiden iyiye cami duvarına benzetiyoruz artık...