2 Mayıs 2010 Pazar

Hem Arı Hem Bee...

Sevmediğim yegane huylarımdan biri yemeği arkamdan atlı koştururcasına yemek ve içecekleri sıcak soğuk farketmeksizin mümkünse nefes almadan içmek...

Yemekle aramda bir aşk doğuyor sanki; her öğünde ayrı bir tutkuyla bağlanıp, ağzıma aldığım lokmanın bitmesine müsade etmeden ikincisini alıyorum...

Gerçi aşkı çarçabuk öldürüyorum ama onu da maymun iştahlılığıma verip sıyrılıyorum, yeni öğün yeni aşk...

Nedir bu acele ki; hayır görüntü de iğrenç, öyle tıkıştır ağza...

Allahtan dışarda efendi gibi yiyorum, neyse ki çiğneme özelliği olan dişlerimi yutma işine dahil etmediğimden, ağzıma ne kadar alırsam lokmayı ebat olarak, saniye sürmeden yolladığım için öyle vahşi hayvani görüntüm olmuyor...

Bir de yemek esnasında konuşmaktan hiç haz almıyorum, nedeni aşkımla arama girilmesi lokmalarıma ara verilmesi demek ki; bu da hiç hoşuma giden bir durum değil...

İçeceklerde de şu sıkıntı hasıl, bir yere gidiliyor çay kahve sıcak soğuk ben de bir hız hayır orası söğüt gölgesi değil ki oturula öyle ben bardak önüme koyulana garson daha masadan ayrılmaya kalmadan bardağı boşalttığım için ekstra zararlı oluyor benim keseme...

Velhasıl lokma yirmi kere ağızda yirmi kere çiğnenmeli - ki ikinci çiğneme hareketinde çiğneyecek lokma nerde bende-, yemek yirmi dakikaya yayılmalı ki beyine doyma hissi iletilsin -benim durum böyleyken beyin ne uyarı alıyor ne his- şeklinde fazla kilo almayın hadidesi bende tamamen geçerliliğini yitirmiş oluyor...
Bu yazıyı neden yazdım hangi akla hizmet ettim bilinmez de yazmışken yayınlayayım dedim bu arada da iş yerim çayır çimen bakınırken bir çam ağacı etrafında kaç kovan dolusu bilinmez arı istilası tam kapıya yakın çamın etrafında hem de...
Animasyon arı nin dışında bu kadar arıyı bir arada görmemiştim her biri koca koca, boşaltmaya çalışıyorlar dışarda şimdi ben de hapis...
Hayır yemek saati de gelmez mi üzerine?
Şimdi baktım camdan ağacın dibinde iki boş koli içlerinde tatlı...
Arılara bir dil dökülmediği kaldı bakalım kimin aklı kimin aklını yenecek...

29 Nisan 2010 Perşembe

Başı sıkıştığında vatandaşın, hani gürler ya, senin maaşın benim verdiğim vergilerle ödeniyor diye...
O horozlanmanın sonucu cümle alemin maaşları, yine o cümle alemin ödediği vergilerden bir demet demek ki...
Hal böyleyken sallandıracaksın birini ikisini orta yerde, bak bir daha böyle şeyler oluyor mu' ya sonuna kadar destek veren şahsım, tecavüzcüleri özellikle sonra katilleri, verdiğim vergilerle içerde ve dışarda beslemekten yana değil yüreğim...
Gidenlere ağlar içim...

26 Nisan 2010 Pazartesi

Hareketin Bereketi...



94-95; o zaman tazecik gözü açılmamış yeni okullu, bilinmez şehirde, nereden denk geldi hatırlamıyorum ama hocaydım step tahtasının ardında, bir sürü kadın dizilmiş etrafta terleyip hoplayıp zıplayıp günlerde yediklerine yer açmak için kendilerinden geçiyorlar...
O zaman yoktu afilli step bench leri, yaptırmışlardı fena değildi ama dengelemezsen tahtayla beraber alaşağı oluverirdin...
Çok özlemişim, ne yalan söyleyeyim tevazu göstermeyeceğim ben iyiydim be!
Yine de hareketi, sporu, yanmayı, ağrıyı, özlemişim çok hem de...

25 Nisan 2010 Pazar

Haybeye Gerçek Yaşam...










Aramazsın sormazsın ama aklının köşesindedir ya; sabah tekrarlarıyla sinir eden alarm gibi sinyalini verir oradan, tamam dersin ilgileneceğim aklımda dersin dersin de yapmazsın ya...
Çoğu zaman sevdiklerde olur, yakınlarda, büyüklere karşı; aklındadır sonra küt birşey olur, kıvran vicdan azabından...
Vefa tarafımı ailede severler, arkadaşlarda da ben severim, uzaktan ama, yoldan çıkanları seyreylerim arada, gülümserim yalpalamalarına, saçmadır anlamışsan ki hele yaşadığının adına ne koyduğunu bilmemişsindir sonra hadise ismini de cismini de bulur, suyun yolunu bulduğu gibi...
Kalan sağlar benimdir ya da ben onların, aman koy ..... gitsin derim zaten sıkça pelesenktir severim ağzımın kenarında...
Bu ara benim meydan da aklımın, yüreğimin orta yerinde, bir el atmaktı iş, sonrası klavyenin tuşlarına basmada çıkan ahenkle dans...
Koşturma, hengame, mutluluk, sevinç, kızma derken derken ben susayım kareler konuşsun...
Özlemişim hem tuşların ahenginde dansı, hem parmaklarımın ses
tonunu...

22 Nisan 2010 Perşembe

Seviyorum...



Bir sevgi kelebeği pır pır eder durur yürekte, ölümsüz olanından...
Gözü hep masmavi gökyüzünde, umutları başının üzerinde, sağlığa duacı, seke seke gider misali...

Bu gece geldim daha sıcağı sıcağına, 16-17 sene olmuş abartısız onu dinleyeli, nasıl bir sebattır anlamadım ki bendeki...

Var öyle yapıştım mı bırakamadıklarım, vazgeçemediklerim hep aynı keyfi duyduklarım...

Nihat Sırdar kendileri; hem sabah hem akşam programlarını dinleyip; sabah ülkeden bihaber olmamak adına, akşam da yemek hazırlığında yarenlik etsin diye...

Çok güldüğüm hatta yanaklarıma ağrılar girene kadar neredeyse, şahaneydi tek kelimeyle...

Full salon, full Nihat...



21 Nisan 2010 Çarşamba

Sevemedim Kara Gözlüm Beni Doyumca...



Koymadılar ki seveyim...
Severdim severdim de huyumu, sonradan körlendirdim...
Körlendirdim, yabancı kaynaklı bir kelime gibi görünse de, kör ettim manasına gelsin, öyle cümle içinde kullandım...
Çok severim, ne halt yiyorsam ki faydalıysa da cümle aleme bağırmaya...
Bir yere mi gittim, haydi koş vatandaş çok güzel yer...
Çocuk kıyafeti mi buldum ucuz bir yer diyelim, aman koşun siz de alın...
Bir yerde yemek mi yedim, bir yer mi buldum, bir sürü çoğaltılır örnek...
Fakat sonra ne oldu, ben bir heves söylüyorum bakın ben yaptım, gördüm, yedim, gittim, aldım beğendim siz de faydalanın...
Cevap "biliyorum, ee vardı zaten ora ne zamandır"...
Oldu o zaman, ne iyiymiş değil mi..?
Tabi ki herkes için değil ama bu sefer de ne oldu meydana çıkıp bağırmadım da daha bir yakınlarıma söyler oldum ama yine de söylerim duramam, isterim iyiyi herkes yapsın, paylaşalım, paçamızın arasında yemeyelim yediğimiz naneleri...
Nereye bağlayacağım lafı; kek buldum muffin ki kendilerinin her çeşitini sever sayarım...
Tarifini de diğer tariflerini de beğendiğim
ŞUradan aldım...
Sağolsun varolsun arkadaşımız, sizler de yapın afiyet olsun...
Ben donmuş vişne-damla çikolata-kakao koydum frambuaz yerine...

20 Nisan 2010 Salı

Türk Malı Ho...

Sonundaki Ho' yu söylemediği zaman Rengin' in arkadaşları anlamıyorlarmış diziyi kastettiğini...
İlk defa izledim malum Ezel' le çakışıyordu...
Uzun zamandan sonra ilk kez bu kadar çınlattım evi, saçma tamam ama çok güldüm iyi geldi...
Bir de benim kahkaha da bir hasar var içimde patlamış hoparlör var 'p'ler patlıyor...
Dün babamı doktora götürdüm yutmasında sıkıntı var ağrıları var diye...
Sanırım başta babam sonra biz, nasıl bir tedaviden çıkmışız tam ayırdımında değiliz...
Orası yangın yeri diyor doktor, "hııı" diyoruz anlıyoruz' u anlatmak için, bilmiş bilmiş...
Dün de gittik, radyoterapi tedavisinin birtakım hediyeleri olurmuş hastaya...
O hediyeler zaman içinde hafiflese de tamamen silinmezmiş...
Tabi babamın beyin o "tamamen silinmez" kısmını aldı, baştacı etti...
Ne kadar baba hafifleyecek, cancağızım, kuzum, yavrum desek de o da bana "hıı" diyor anlıyorum' u anlatmak için bilmiş bilmiş...
Seviyorum seni huysuzum :)
Dün dumur denizlerinde yüzdüren, olmayan tüylerimizi ayağa diken birşey öğrendik ki; babam meğersem % 5 kurtulma şansıyla tedaviye girmiş...
Preh preh, öldürmeyen Allah öldürmez, şifasını verecekmiş ki karşımıza çıkan doktorlarımızı vesile etmiş...
Ne diyeyim Allahım bütün hastalara hayırlı şifalar ver...
Bugün hava ne güzel değil mi :)
Daha sırada geçtiğimiz cumartesi Rengin' in anaokulu gösterisinin malumatı ve fotoğrafları var bilahare inşallah...

18 Nisan 2010 Pazar

Kardeş...

Hastanede sonuç göstermek için cumartesi sabah randevu verildiğinde, hep beraber gidilip Rengin le sıra bekleyince yanımızda da ton ton orta yaşın üzeri (yaşlı sözünü sevemedim) bir karı koca...
Çocuğun ya çişi gelir, ya su ister geleneğini bozmadık, su getirmeye üst kata çıktım, Rengin o tontonlarla kaldı, geldiğimde bizim Bey le nerede çalışıyoruz, anneanne kaç yaşına kadar baktı, neden kardeşi olmuyor, buna istinaden ettiği duayı ve diğer bütün ayrıntıları dökülmüş, hangi ara yaptın anlamadım ki?
İkisinin de yüzünde bir gülümseme, Rengin' e duaların kabul olsun yavrum diye uğurladılar bizi...
Aynı gün anaokulunda gösteri sonrası, Ankara' nın kırına bayırına gidip hava alalım uçurtma uçuralım dediğimiz bir öğleden sonrasında, tesadüf okuldan arkadaşıyla aralarında geçen diyalog...
Hayırdır evren bana bir mesaj yolluyor ben mi anlamıyorum...
Anlıyorum da belki yaş baş deyip kalsın anacığım kalsın deyip bir yandan da aman erken olaymış en az üç tane de yapardımdan da geri durmuyorum...
-Rengin biliyor musun kardeşim olacak :)
-Benim kardeşim yok yapayalnızım ben :(
-Üzülme arada sırada sana da veririm bakarsın...

15 Nisan 2010 Perşembe

Neyi Ararsan Sen O' sun...

Ne arar ki insan mutlu olmak için daha başka...

Yavruyla birlikte yapılan, içinde çikolatadan ziyade o minik parmakların lezzeti dolu kekte mi?


Ya da baba kızın oynattığı kukla tiyatrosunda mı?



Ya da ya da sokaktaki kedinin uykusunu böldüğümde bana takındığı tavırda mı?



13 Nisan 2010 Salı

Bozuluyorum...

Cidden...
Hangi bloga baksam birşey serili ortada...
Yemekler, faaliyetler, cicili bicili takılar, örgüler, boyamalar, dekorasyonlar...
Bana bir işe yaramıyorum hayatı yalandan yaşıyorum hissi verdiğinizden ne diyeyim bilmem ki...
Seviyorum sizi okumayı, hatta bayıla bayıla...
Daim olsun, maşallah hatta...
Ben de ayak kapsülümü hoplatmışım yerinden, burkmuşum diğer tabiriyle, oturuyorum işimde ayaktayken de topallayarak ayrı hava verdi ağır aksak yürüyüş...
Öte taraftan beş buçuk yaşındaki çılgın bir minik hanımefendinin yorulduğu yere han yapayım kaygısı onun kaprisleri...
Hayır bey kısmını hallettim sanıyorum "sen hot, ben hot, kim verecek bu ata ot" işe yaramadı yaramıyor tecrübe ettik, "ben iyi, herkes iyi" güzel böylesi, maraz doğmadığı müddetçe...
Fakat bu çocuğa iyi de olsan, kötü de olsan, işine gelmediği zaman şeytan ruhlu anne oluyorsun ne demekse...
Ne tumturaklı laflar ediş o öyle, biz zaten bu kadar lafı bize saysın diye besliyoruz, canımıza okusun diye...
Ben hatırlamıyorum annemin benim psikolojimle bu kadar ilgilendiğini, okurdu canıma, şimdinin bebeleri nazende belki de böyle yapan benimdir bokunda boncuk bulmuş tavırlarım...
Halbuki evdeki kötü polisimdir, her zaman disiplinli/şefkatli, korkulan taraf...
Her okul çıkışına gidişim korkuyla, beni görür görmez "çok mutsuzum anneeeee"...
Ulen neyin mutsuzluğu, sanki bana dünyanın yükünü sırtlıyor...
Yalan dolan bir sürü bahane, ee şu an ona da bunlar dünyanın yükü...
Kitaba deftere göre büyütmedim ben Rengin' i, ilk zamanlarki uyku saatleri, yemek saatleri düzenini şimdilerde daha çok oluruna bıraktım yemiyorsa bir sonraki öğünü beklemesi gerektiğini, sorumluluk onda yok öyle ben büyüdüm deyip gezmek :)
Tek derdim adam olması, yalansız, dolansız, inançlı, vicdanlı en önemlisi de mutlu olması...
Mutlu olsun ama çok mutlu ve onu mutlu edecek arkadaşları tanıdıkları...
Bir de her zaman yağmurlu olup yine de adet yerini bulsun belki yağmaz bu yıl umutlarıyla canhıraş hazırlanılan tören provalarının davul sesinden sıtkım sıyrıldı sıyrılacak...

10 Nisan 2010 Cumartesi

Hergün bindiğim otobüse yüzde dokdan ilk ben biniyorum, bomboş ilk duraktan...
İlk zamanlar şaşırıyordum aç tavuğun darı ambarında dolanması gibi nereye otursam hımmm...
Sonra bir yer belledim, oraya oturdum hep...
Şimdiyse koca şehir boş otobüs gibi...
Hangi noktasına otursam aslolan da küçük hanım hangi okula gitse eve göre mi okul olsa okula göre ev mi...
Yumurta mı tavuktandı tavuk mu yumurtadan?
Bir rüyaya görsem, yukarıdan baksam şehire, bembeyaz bulutlar dağılsa, bir ok görsem, o ok da yeni oturacağımız evi işaret etse, hatta iki ev...
Sonra aynı ok, bu kez okulu işaretlese olmadı öğretmeni de uzaktan işte bu dese...
Çok şey mi istiyorum?
Ha sonra bir de tatil istiyorum bu koşuşturma bitince, malum okula başlayacağım...

8 Nisan 2010 Perşembe

Çekemezler Bilirim...

Yemek tarifleriyle süslü bloglarda sürerken sörfümü, düştüm bir ara, dalga da hazır kaybolmuşken yattım üzerine tahtanın, verelini dedim...
Mezuniyetin ardından, eve kesin dönüş sonrası öyle dışarda gezeyim bir adam değilim, cumartesi günleri meşhur yemek dergisinden bir tatlı bir tuzlu deneme günüm...
Cumartesi semt pazarı, annenin yanına düşülür, pazar elek felek edilir, parmaklarımın boğumları morarır eve gelinceye dek, anneye tek torba taşıtmamak için...
Sonra anne onları yerleştirir, gerekli yardımlar yapılır ve tarif uygulamasına geçilir...
Sunumu oldum olası beceremem, hatta yalandan pastayı bile biri geçse de başına kesse dağıtsa diye gözünün içine bakarım...
Yapar bırakırım abi diyen bir ruh hali benimki...
Nasıl bir hevestir o yaptıktan, ilk lokmaların alındıktan sonraki benim gözlerimi pörtletip ilk tepkiyi beklemem...
Bir de çaktırmamaya çalışıp, biliyorum şahane olmuş zaten birinci belli ikinciye bakalım pozları...
Tabi mülayim düzgün efendiden bireyler olmadığımız için illaki ıyyy denilir ya da hakkıyla lezzetin tepkisi verilmez gıcıklığına...
Tabak biter kendi aralarında konuşulurken es kaza ya da neyse hadi güzel olmuş aferin duyulur ağızlardan...
Pastaya böreğe parmaklarını zor kurtaran hainler, iş yemeğe gelince neden dudak bükerler anlamam, çekemezler bilirim...

Romantik Yağmur Tıpırtıları...

Şu yansıma sözcüklerini hep komik bulmuşumdur yağmurun tıpırtısı, suyun şırıltısı kapı tıklaması, ağız şıpırdaması...
Seneler evvel hatırı sayılır bir spor branşının federasyonunda çalışırken, sonradan ağabey diye hitap ettiğimiz çok sevdiğimiz bir genel sekreteri vardı ki hala da çalışır kulakları çınlasın...
Yağmur yağdığı vakit alırmış eşini, atlarlarmış arabalarına iki aşık, bir yerde durup motoru durdurur, yağmurun cama vuruş seslerini dinlerlermiş, en büyük huzur derdi...
Ondan aklımda, ne zaman arabada yağmur yağsa, cama vuran yağmur sesiyle hep o aklıma gelir...
Şimdi müstakbel yerimde alüminyum tepemde, bu sefer yağmurun tıpırtıları daha bir güzel geliyor, arada yer yer aksa da...
Tıp tıp akarken dalıp gidiyor akıl, şiddetiyle savrulup yavaşlamasıyla dinginleşiyor...
En sevdiğim hava puslusundan, yağmurlu, serin, kurdun puslu havayı sevmesi misali...
İçimin açıldığı, haberlerin sevindiriciliği, ruhun oturduğu, hayatın benden umulmayacak dinginlikte yürümesi...
Bu hali de çok sevdim ismin yalın hali gibi, hayat da bu ara yalın...
Oturunca anlar insan, ne kadar yorulmuş olduğunu...
Güzelmiş böylesi keyifli, yorgunluktan arınmış, hamamdan çıkmış, gazoz elimde, gözlerim buğulu buğulu derken tam koluma pıt diye yağmur damlası geldi :)
Yağmur da hızlandı tepemde tıp tıp tıp...

7 Nisan 2010 Çarşamba

Tanıdığın Tanıdığı...

Pazartesi anjio yapılacak fakat doktorların özel hastalarından sonra sıra bekleniyor...
Sıra gelmezse, ertesi güne fakat kadın geceden beri aç, takatsiz, zaten de nazende...
Beş kızı, bir oğlu başında, kapı kapı bir şekilde tanıdık bildik aranmaya çalışılıyor...
Sonra kızlarından birinin, komşusunun bir tanıdığının tanıdığı hastanenin bir bölümünün başkanı, ona rica edilip anjioya giriyor...
Ağlamalı bekleyiş, birden kapı açılıyor Hamdüne Hanımın yakını der demez hooop 7-8 kişi ayaklanıyor yok diyorlar bir kişi gelsin...
Ağlak durum artıyor sonra damarlarının yaşı münasebetiyle ince olduğu balonla açılamayacağı stand takılması gerektiği söyleniyor müsade verir misiniz?
Hemen verildi müsade...
Bekleyiş devam sonra yine bir kişi çağırılıyor bu sefer de takılacak stand in nevi soruluyor, yerli malı olursa yeniden damarın tıkanma ihtimali %90, ancak 3000$+KDV verildiği takdirde ithal stand de tekrar tıkanma oranı %10...
Paralı olanda karar kılınıyor, Hamdünem çıkıyor anjiodan yarı baygın...
Yoğun bakıma yatırılıyor, iki teyzemle ben yanındayız yukarda...
Açtı gözlerini, panik olup kafasına takmasın diye amaan damarını açtılar o kadar dediğimizde yok yok diyor ben bildim kasığımdan girdiler birşey taktılar...
He dedik boşver sen onları iyi ol takma kafana...
Hemşire geliyor umulmayacak kadar güler yüzlüler, nerelisin teyze diyor, diyoruz duymayabilir kulaklığı yok, bizimki işine geleni duyuyor tabi "Kayseri" diye bastıra bastıra bağırıyor...
Çıkardık dün eve, gayet iyi çok şükür bu da atlatıldı...
Babam bir başka bakıyor Hamdüne' ye (evde Rengin' de dahil, kah Hamdüne deriz kendisine, kah boncuk, kah pamuk, en son anneanne) hastadaşı ya pek ihtimamlı...
Bu arada babam maşallah diyeyim, dağlara taşlara "iyi" bile demeye dilim varamıyor kendi kendimin nazarı değmesin diye...
Bütün hastalara tekrar tekrar şifa inşallah...
Dualarınızı hep ilettim, gözlerini kapatıp gülümsedi pamuğum...

5 Nisan 2010 Pazartesi

Doktorun Yoksa Öl...

Beylik laflar var ya, hayat kısa, sevelim sevilelim, sevdiğimizi söyleyelim gezelim...
Cidden bu lafları küpe yapıp kulağımıza asalım...
Sonra diyoruz ki şu yalan dünya bak daha dün şöyleydi böyleydi diye...
Cumartesi plan şu, kızımı alıp annemlere gidip, babamı, annemi ve anneannemi alıp pazartesi Umre ziyareti yapacak halama gideceğiz...
Tam çıkacağım evden annemden bir telefon, anneannenin göğsü yanıyor iyi hissetmiyor hastaneye gidiyoruz...
Onlar gittiler hastaneye ne de cenabet gün cumartesi, ne doktor ne başka birşey...
Gidiyorlar hayli kalabalık bir hastanenin aciline ki sonradan köpekler gibi pişan olarak o hastaneye gidilir mi diye ama basireti bağlanır ya insanın öyle zamanlarda...
Acil müdahale ediliyor hemen, kalp krizi geçirmiş 83 yaşındaki pamuğum, her an geçirebilir diye acilde yatıyor servise de yer yok zaten acilin kah koridorlarında kah yerinde, geldik pazartesine ki acil anjio olması şart...
Ancak bir doktor geliyor bizimkilere "doktorunuz var mı?"
Yok acil geldik bileydik muayenehanesinden geçerdik zaten usül buysa kaidesiyle yerine getirirdik...
Ancak yok şimdi doktoru olmadığı için ve koca hastanenin iki anjio makinası varmış biri bozuk, listede görünmesine rağmen özel hastalar alınacak anneannem de kimbilir ne zaman alınacak aç bilaç sırasının gelmesini bekliyor olmazsa yarına...
Şimdi alıp başka bir hastaneye götürülecek, aklım da yüreğim de orada...
Dün bir defter ilaç yazdırmaya bekliyorum doktoru, hemşireler kendi aralarında konuşuyorlar "Allah vere de bugün bilmemne hastası gelmese çünkü ilacı yok". Öbürü de "sen onu diyorsun, bence toptan hasta gelmese çünkü normal ilaçlar da suyunu çekiyor"...
Sonra biri döndü bana "Ben asla ne çocuğumu, ne eşimi, ne yakınımı buraya getirmem, siz neden geldiniz? Baksana arkandaki ilaç dolabına tamtakır"
Talihsizlik dedim tamamen...
Götürebilir miyiz peki?
Götürün neyse ki şimdilik benzin parası var hastanenin, ambulans verebiliriz...
Vay anasını sayın seyirciler vay...
Bütün hastalara acil şifalar...

29 Mart 2010 Pazartesi

Fotoğrafın Dili ( Öylü Atölyesi)

Beyaza uyanıyorum her sabah, bembeyaz sayfaya...
Üzerinde çizgiden Cin Ali adamları kadınları...
Ayağımı yataktan yere basınca ete bürünen bedenim sonrasında renkleniyor...
İlerledikçe renkleniyor gördüklerimle, alaca oluyor renkler...
Sonrasında gökkuşağı renkleri üşüşüyor yağmur olup yağıyor...
Altından geçip altın sandıktan bu sefer payıma düşenleri alıp dağıtıyorum sayfama...
Rengin oluyor renkler, rengarenk, siyahı da pembesi de şekilleniyor sayfa tüm gün...
O cümbüşün içinden niyet çekiyorum hatta renklerden fal tutup...
Renklerin kokularını duyumsuyor içime çekip ferahlıyorum...
Gün biterken sonra, sayfa yeniden beyaza bürünmek, sabahına varmak üzere nöbetini diğer sayfaya devredip uykuya savıyor sırasını...

28 Mart 2010 Pazar

Seviyo (rum), Sevmiyo (rum)

















Hayvanat bahçesine gitmeyi gezmeyi seviyor muyum sevmiyor muyum muamma...
Çocukken meraktan gidilip bakılası yerdi, şimdi çocuğun var görsün diye gidiliyor, bir de Ankara' nın nesi var başka ki denilip gidilecek listesinde yerini alıyor ister istemez...
Her defasında yüreğim çitileniyor o hayvanları gördükçe, o bakışlarını, sanki dile gelip anlatacaklar, insanların hele o maymunların önünde onlardan fazla maymunluk yapmalarını, hele hele beni magmaya gönderen, dumur diyarlarında turlar atmama sebep bir baba...
Baba oğul bakıyorlar üstteki maymunun önündeler, babası şirinlik mi yapacak aklı sıra nedir, çocuğuna : "biraz seni mi andırıyor ne?"
Oldu ya andırıyor da, sen kimleri andırdın şimdi, çocuğa ettin laf da kime dokundu ucu...
Velhasıl güneşli gün tadı çıktı çıkmasına, Rengin' in tabiriyle aile gezmesi yapıldı hanımefendiye gün beğendirildi bitti...

26 Mart 2010 Cuma

İşime Geliyor...



Tevekkül etmenin dayanılmaz hafifliği, okuldan eve gelince sırt çantamı birden girişteki halının üzerine atmak gibi...
Bir manası da acizlik diyor, yok tabi ben almışım tedbirlerimi, bırakmışım sonucunu ortaya koymuşum, gün getirecek ayağıma...
Böylesi daha iyi, hem güvenilir, hem heyecanlı Aziz Nesin' in dediği gibi "du bakali ne olacak" denilesi...
Bu ara en büyük sıkıntı, yeni başlayacak hayat ve onun getirisi yeniden okula başlama hadisesi...
Hiç Rengin başlayacak filan değil, düpedüz ben başlayacağım, ben okula gidecek, o ödevlerin ağırlığını ben çekecek, yazılılara ben gireceğim...
O yüzden heyecanım, hangi semt, hangi okul, hangi öğretmen...
İşte budur tevekkül acizliğim, yükü üzerimden attım, havalemi yaptım, herşey yoluna girecek, tıkır tıkır işleyecek, gülen olacak başroldekiler...
İyi iyi, hep iyi olacak, hep iyi gidecek...
Ha bir de şu "browni intense" biraz daha büyük olsa olmaz mı ikinci paketi açarken bir önceki lokma bitiyor da...

24 Mart 2010 Çarşamba

Yemek mi Beni Yedi Ben mi Yemeği..?

Böyle birşey var sıkça kullandığım, yemek yerken konuşmayı dahası laf yetiştirmeyi sevmediğimin üzerine söylediğim söz...
Bahar için de geçerli, gerçi hiç bir zaman aman da çiçek açtı, gönlüm şenlendi olmadım, olamadım, oldumsa da içimden oldum, belli etmedim...
Kötüsü bu herhalde, sevinci ve üzüntüyü içsel yaşamak...
Tuhaftır benim sevinç emarem yok, üzüntü de...
Babaannemin vefat ettiğini öğrendim an baktım öyle boşluğa, kaldım...
Okula girdim üstelik birinci ( beden eğitimi öğretmenliğine) haaa öyle mi teşekkür ederim dedim, bitti...
Hani hoplayayım, zığlayayım, çığlık çığlığa Allah yırtayım kendimi yok beni bozuyor demek...
Sadece babamın tedavi yarısında, kitlenin % 50 küçüldüğünü öğrendiğimde babamla ikimizdik radyoterapi seansı sonrası, o zaman babamla beraber sarılıp ağlamıştık verdiğim en bariz tepki...
Ne diyecektim, neden başına geçtim ki, güzel yine de demek için mi yok, geçmişimi yitirdim ben hala onun üzüntüsündeyim demek için...
Koca bir yazlık çantanın içindeydiler, benim, annemin, babamın, tanıdık, akraba, arkadaş, eş-dost herkes, ömrün kesitleri kuş olup uçtu, koca çanta dolusuyla...
Belki bakıp bakıp içlenecektim şu anki durumda, belki de iyi oldu bakma daha fena olursun dedi Allah, hayrı da burada belki...
Yine de olsalar iyi olurdu, kimin eline geçtiyse ulaşsa bana olmaz mı?
Bir sabah, akşam da olur fark etmez, bulsam ben onları siyah beyazların içinde kaybolsam, renklilerin içinde açsam...
Kimseye fayda vermez bana verdiği hazzı veremezsiniz ki, geri gelin haydi...

23 Mart 2010 Salı

Hayırdır?

Böyle bir tesisteyiz, kim kimiz bilmiyorum, içerde futbolcular var bakıyorum neredeyiz bu futbolcular kim diye, antrenmana mı çıkıyorlarmış giriyorlar mıymış neymiş?
Yanımda Rengin, açıklık yemyeşil alan, masalar var aralarda, bir su akıyor bir taraftan ufak çay misali...
Bir masanın yanından geçiyorum, can amcam torunuyla oturuyor...
Sonra babamı görüyorum ağır aksak ilerliyor, güya yemek yenilen yerden yemeğini yemiş, yürüyor tek başına...
Yeşillik ama güneşli açık etraf...
Uyanınca da içimde rüyanın o ferahlığı...
Her gecenin sabahı misali...
Sivilcelerimin, gerginliğimin, dualarımın ya da olmaması gereken, yakamı bırakmayan geçmişle hesaplarım...
Bu sabah serviste öğreniyorum, bir takımın eski başkanının vefatını, ha diyorum o futbolcuların kerameti oymuş...
Yeşillikler, güneşli durum da biyopsi sonucunun ferahlığı olsun, içim aydınlık ne olursa yine de hayır olacak ne olursa bugüne şükür...
Bir de eskilerin dediği "Şükür Allahım" deme Hamdolsun de...
Neden?
Şükür deyince Allahım bu duruma şükür ama sen yine ver demekmiş...
Hamdolsun deyince sıkıntıda olup da hamdolsun demek Allahım bu durum iyi fazlasını verme demekmiş...
Öyle derler...
Aman kafam karıştı, zaten karışık...
Her zaman derim, mühim olan yüreğin durumu, temiz olsun, pak olsun, yetti bitti gitti...

22 Mart 2010 Pazartesi

İçim Oldu Sarmaşık...

Sabah gelince depoyu açmak için asma kilitleri teker teker özgürlüklerine kavuştururken tam, tepede bir kablonun üzerinde bir küçücük serçecik aman ne ötme bülbül yanında halt etmiş...
Günaydınlaştık kendisiyle...
Evden çıkmadan yüzümün türlü yerlerinde çıkan hala ergenlik sivilcesi intibasını kaybettirmeyen sivilcelerimin üzerine sürdüğüm kremin etkisinden gerilen cildim miydi yoksa ben miydim bilemeden o serçenin ötüşü bir gevşetti beni...
Gevşememe sebep senelerdir baktırmadığım güya kendimce tövbe ettiğim falda çıkanları kafamdan atmak istemem mi, yarın çıkacak biyopsi sonucunun heyecanı mı, kızın okula gitmek istememesinden anneannesine bırakmam ve bunun devamının ne olacağı endişem mi, haber alınamayan yolcudan mı, iki üç ay sonra düzenin değişeceği ama nerede konuşlanacağı hakkında en ufak bir fikrimin olmamasından mı...
Bilemedim...

19 Mart 2010 Cuma

Çocuklar Kendi Kendilerine Böyle Olmuyorlar...

Mahallenin yeni açılan marketi, zaten iki oda bir salon büyüklüğünde, koridorlar bir kişinin geçebileceği genişlikte ama içeride bulunan insan sayısı sanki küçük evlerde mevlüt varmışcasına itiş kakış...

Rengin hanımın ısrarlarıyla haydi gidelim bari denilen ama sonradan aldığı sütü içmesiyle kasa sırasında otuz dakikaya varan beklememizin sonuçları insanların daha doğrusu gördüğüm manzaranın vehametini serdi ortaya...

Sırada efendi efendi bekliyoruz, arada bir kavga oldu onu seyreyledik olacağı buydu diyerek...

Sonra yan kasada bir kadın ve 3-4 yaşlarında bir kız çocuğu...
Kadının sepeti bir elinde, diğer elinde araba anahtarı vermek istediği mesaj alındı arabam var...
İyi güle güle kullan, kazasızından ama sok onu cebine, gerek yok...
Sonra kızımla iyi ilgileniyorum bakın onunla çocuk olabiliyorum imajı boşa yırtma kendini komik oluyorsun çünkü...

Derken çocuk yüksek sesle hatta bağırarak insanlara dönüp aptal manyak filan diyor, nanik yapıyor, çığlık atıyor arada, anneden ses yok, arada gülümsüyor kızına aferin dedi diyecek, dese şaşırmayacağım...

Sonra küçük bir ürünün etiketini çıkarıyor raftaki ürünün etiketine yapıştırıyor, gülüyor, anne bak ne yaptım diye, abartmıyorum anne "aferin kızım" dedi en sonunda...


İşte yeni neslin mimarı "bilinçten bihaber anne modeli"...


Rengin de kızı seyrediyor beni dürtüyor ne yapıyor anne bu gibilerden...

Biz yeni nesilden umutla beklentiler yaşıyoruz öyle mi?

18 Mart 2010 Perşembe

"İçini Tereğe Koymuş Kadın" Açılımı...

İtiraf etmeliyim zorlanacağım, heyheylerimin pardon ilhamcıların gelmesini, yazı içinde satır ilerledikçe alayım, mamafih bugün erkenden yatmak ister bünye...

Hayat dediğimiz; kıvrımlı yollardan mütevellid, geçilmesi zaruri açık hava tünelininden idame ettirilmeye çalışılırken, yaşanılan akan karelerin bazı yerlerinde bazen bir flaş patlar, gözüne gözüne kadının birden...
Arada olur belli devrelerde, en olmadık, beklenmedik zamanlarda; zaten geleceği önceden bilinse, tedbir alınılır mı bilemem ama haberli gelmez mendebur...
Çok da karalamamak lazım, zira aklı başa getiren bir işlevi oluğundan teşekkürü bile hakeder, en içteninden...

Hani bir önceki yazımda komşudan gelen bir tespit vardı, ikili aynı evdedir ama ayrı hayatları vardır ama bir mutludurlar bir mutludurlar sorma tespiti......

İşte bu komşuma ithaf ediyorum açılımı, kendi açılmış beni deniyor hınzır, anlattıklarını doğru anlamış mıyım diye...

O yüzden baştan dedim bu yazı zor yazı, kompozisyon sınavı gibi yazı...

Nerede kalmıştım; dingin giden hayatın içinden, ara sıra dalgalanan, bazen şiddetli fırtınaya maruz kalan geminin ikinci kaptanıyken, o kadar alabora tehlikesine karşı koymuşken, en olmadık yerde belki kahvaltının başlangıcında yüzler yıkanmadan daha belki, hasbelkader edilen iki kelamın patlattığı flaş, o gözü öyle bir açar ki, tövbe bir daha kapanmaz...

Nedir ki o zaman bir kıytırık lafın alamet-i farikası?

Yalandan bence, zaten sırasını bekleyen hadiseymiş, bir kıvılcımla vuku bulmuş... Her olayın suçluşu aranırcasına da, sabahki laf günah keçisi olmuş, yazık...
Kadının zaten içi hep terekteydi ki, sadece kendi bilmiyordu, kendine dışardan nasıl baksındı...
Öyle bir mekanizma örmüştü ki etrafına, milletin aurası bizimkinin koca duvarı, zırhını o kadar kalın kuşanmıştı ki imkansız ufacık bir ışık sızdırmazdı...
Kadın, zamanla görüş farklılıkları kazandı, asıl flaş daha önceleri "öğrendiği"ydi aslında, kabul etmek istemese de ilk zırhından ışık ondan sonra sızdı, baktı hava alıyordu, sonrasını koyverdi...
Süreci çok ağır yaşasa da, aklı selim bir ruh haliyle ki savunma askerlerine iyi eğitim vermesinin faydalarını gördü, oturduğu yerden kısa sayılabilecek bir sürede kalktı...
Onca yıl "kendi" çektiği arabanın, hatta kağnının yol aldığı bir arpa boyunun kendi katma değerleriyle hayatını dolduran kadın...
Kendini başka meşgalelere vererek, asıl meseleyi örten kabul gören kadın...
Sonra asıl mutluluğu bu şekilde yaşayacağına inanan kadın...
Ben bu kadar kolay görmüyorum hadiseyi...
Her nevide olduğu gibi, bunda da akılllara şu soru dalıveriyor hemen...
"Nereye kadar?..."

Haa yapılabililirliği hayli fazla, fakat bu kıvılcımdan ve bu kıvılcım sonrası akla gelen baştan, karşı tarafın şimdilik haberi yok...

Değişen ruh halinden, abartılı rahat görünen moral yapısından, hal hareket tepkilerden, hayli zeki olan karşı taraf illaki sezecek bir müddet sonra...

O zamanı da, o zamana bırakmalı, kadının yaşadığı şu anki huzuru, mutluluğu ve yeni atladığı çağın getirisinin hayırlı, huzurlu, içine sinesi, olmasını diler ayrılırım huzurlardan ben de...

Daha hissiyatlı yazmak isterdim fakat ne saatler 00:00 da ne de gözlerimi kapatan uyku buna müsade etmekte...

Yine de en olanca hissimi aktardım kabul edile...




("Hocam bir de not verirken elini korkak alıştırmazsan... Rica edeceğim... Çok mersi")

Erkeğin Sevdiği Kadın...

Konu ve içinde yazdıklarım benim sahşen, bizzat, kendimin gözlemleri, bir miktar hayal gücü, bir miktar dürten tarafımın ürünü...

Şimdi efendim; bunca yaşımın, bunca gözlemlerimin ve yaşamamın neticesi olarak vardığım kanı şudur ki;

Erkek, lafa gelince kadının akıllısını sever ister ama kendi eşlerine bak hepsi vik vik kedi gibi kocaya muhtaç tiplerdir...

Neden? Çünkü erkekteki ego durmadan şunu der; ben kadının koruyucusuyum, hatta He-man iyim ben onun limanıyım, ben ne dersem o olmalı...


Yok böyle birşey tabi, herkesin limanı kendine, yüzlerce insan arasında akılllı insan bilir ki; aslında herkes yalnızdır...

Sonra aklıma eş tipleri geldi,

Birinci tip; en akıllısı ve benim gıptayla baktığım, sonsuz saygı duyduğum sınırsız zeki ama kocasına belli etmeyen kadın...

Bu kadınlar ileri derecede zekaya sahip ancak kocasının egosunu sürekli okşayan her daim salağa yatan tipler, sana ihtiyacım var kocam, koru beni kocam, evimin direği kocam, ben bunu yapamam ki kocam sen bir el atsan kocam...

Mesajı alan koca da -yazık ona-, karısının etrafında turaba (deli olur, dört döner manasında) olur...

Ben yapamadım, yapana büyük saygım var, helal olsun...

Kendini eşe adayan, koca önceliğini çocuklarından öte tutan, fikirlerini kendi fikriymiş gibi benimseyen, benim yerime düşünüyor, en doğru ve iyi kararı beyim verir nasılsa şekline bürünmüş kadın...
Yalnız fazla sürmez aklı başına gelecektir bu kadın tipinin çünkü nereye kadar bu devran...


Bir de başarılı erkeğin yükünü ben taşıdım, ben vardım arkasında diyen aklı sıra okumuş yazmış, mürekkebin dibine batmış, ancak eşekliği baki kalmış kadın tipi var ki o fena...

Kibir onda, sonradan görme desen onda, neyidüğü belirsizlik onda...

Ben deyinmeyeyim daha fazla, hızla uzaklaşayım aman, evlerden uzak...

Sonra kocasıyla iletişimi olmadan yaşayan eş var, toprağın üzeri gübreli mis, fakat içini görme işte, o iletişimsizlik yüzeydeki toprağı hiç kıpraştırmamış, dolayısıyla alttaki durumun vehametinden haberdar olmasına rağmen ikili, yine de birbirine belli etmeden aman gün geçiyor, günü kotaralım derdimiz diyenlerin deryası...





Bir de çevreye esen yağan kadın var, evde kuru ekmek yeyip tabir-i caizze, dışarıya aman et yemekten de gına geldi diyen tip...
Kocasından sevgilisiymiş gibi bahseden, dertsiz tasasız, aşktan başka derdimiz yok imajı çizen kocası her daim yüreğinin yarısı eşi menendi bulunmayan koca varmış gibi davranan hayalperest yarım akıllı kadın ama toplumda hala itibar görür bu tipler...


Kıskanç kadın tipine değinmeye hiç lüzum yok, hele ki bunun cahillikle, okumuşlukla hiç alakası yok, kanımca kişilik oturmamasından, kendine güven yoksunluğundan kaynaklı...

Sonra kimseye eyvallahı olmayan kadın tipi var en akıllısı o ama dolap çevirmeyi bilmediğinden, henüz törpülenmediğinden pat küt dalıyor, hakkımı ararım kendimi savunurum ben de varım dese de sürekli, adam höykürüyor kadın höykürüyor, iki deli bile birbirini görünce değnek saklarlarken o akıllarıyla bile, bunlarda o meziyet olmadığından muharebe eksik olmuyor...


Daha bir sürü bir sürü kadın - eş tipi var...

Aşırı muhafazakar kadın var tabi eşiyle doğru orantılı beyinin bilmem kaç adım gerisinde yürüyen...


Başka başka kendini geliştiremeyen kocanın evden çıkarken buzdolabının üzerine koyduğu harçlığın miktarına ses çıkaramayan yetinen kadın...

Bir de yan komşudan bir tespit geldi eklemeden geçemeyeceğim...

bir de tek başına kadın ve tek başına erkek vardır ki
onlar da ayrı ayrı birlikte yaşarlar
:)
en mutluları da onlardır


Var oğlu var işte...

Konu nereden çıktı blogları gezerken sonra gazetelerden eş dost yaşanmışlıklardan...
Çok sert çıkmamışımdır umarım, yazılarım elbetteki kimseyi hedef almıyor, haşa haddimi bilir, kimseye çamur atmam, tövbeler olsun...

Yalnızca dediğim gibi kendi gözlemlerim NAÇİZANE...

HATTA hepsi birer HAYAL ÜRÜNÜ...

Yeni Kayıt...

Aslında aklımda "İçini Tereğe* Koymuş Kadın" ı anlatmak vardı da...
Dalmayayım gecenin bir vakti dedim bunları buldum ben de...


* Terek Kayseri yöresinde duyduğum mutfaklardaki raf anlamında...
Konu ise tamamen bugün bir dost meclisinde ortada geçen konu ki nazarlardan saklasın benimle alakası yok ben 23 Nisan tadında yaşayıp gidiyorum...

15 Mart 2010 Pazartesi

Okuya Okuya...

Geceyi seviyorum...
Blog okurken gaza gelip aklıma üşüşenleri parmaklarımdan dökmeyi... Aslen yazacak spesifik bir konu yok aklıma geleni bırakayım ortaya...

Çıt yok salondan, baba kız kanepede uyumuş kalmışlar, haydi Bey jetlag, kıza ne oluyor o da yavrum bir öksürük, bir halsizlik ha bir de babasına deli düşkünlük Allah ayırmasın...
İşte huzur ve de en büyük zenginlik kaynağım...

Bugünkü kreş psikoloğuyla güya Rengin' i konuşacaktık ama rol değişikliğiyle birbirimize ki daha çok ben, telkinlerde bulunduk amacını aştı ama sonunu Renginle toparladık da vicdanlar rahat...

Dün bir spor kanalında deli uçurumlardan akla ziyan kayakçıların inişlerini seyrederken kendi kayak dersim aklıma geldi insan kayağa gidince mi anlar yüksekten korktuğunu?

Her inişin bir çıkışı ve de tam tersi durumun huzurunu yaşayan taşıyan bünye, nazarlardan korusun diyerek mesut günler yaşıyor, aslında hep mesut fakat bazen karamsarlık denilen örümcek adamın ağına kendini kaptırınca çıkışı bulamıyor yoksa bal gibi de biliyor sürekli yanındakilere şükrettiğini, hatta aldığı nefese bile, sıkıntıların hastalıkların da geçici olduğunu biliyor işte, insanoğlu ve onun laf dinlemez yüreği...

Oturduğum yerden hiç kalkmadan sihirli bir bardağım olsa, içindeki kahve hiç bitmese, iki tatlandırıcılı, kremalı filtre kahve, tamam filtre kahvenin içine krema koyarak hakkını veremesem de, damak tadı yok mu ah, o tadı anca kremayla yakalıyorum... Ha oturma eyleminde kahvenin yanında bir sürü dergi olsun, kitap olsun, sonra orada uyuyakaldıktan sonra üzerimi örtmeye bir de battaniye, daha ne isterim...

Bavul hazırlamak ve gelen bavulun posta posta çamaşırlarını yıkamak kanıksadığım vazifem, yine ufukta bir hazırlık görünüyor hayırlısı...

Ezel dizisinin şu an itibariyle yeni bölümü ekrandan akarken ben de bu ekrandan kayıp, uzatıp ayakları, az önceki kahveden hazırlayıp, dizinin ahengine bırakayım bari kendimi...

Fotoğraf bila tarihli başka bir uykudan...

Issız Derya...

Yüzüyorum alabildiğine geniş bir denizde, rüya gibi hani olur ya nereden peydah olunduğu belli olmayan birden bitmişsindir neredeysen...

Bu da bir rüya farz-ı misal ama herşeyi hissedilen...

Hava aydınlık, güneş o kadar ışıltılı ama kendisine bakınca gözleri kısmaya gerek yok, insaflı davranmış kamaştırmıyor...

Denizin ortasındayım, epey derin olsa gerek fakat dibi cam gibi , rengarenk balıklar tepişiyor bir o yana bir bu yana, köpek balıkları bile efendi, korkutmuyor...
O havanın kokusu içine çekilesi, her zerresi şifa dolu...

Bir huzur ki; suyun üzerinde ne bir korku ben neylerim buralarda dedirtecek, ne bir yorgunluk kıyı nerede nasıl yüzerimi düşündürecek...

Bakıp bulutsuz gökyüzüne, o mis havayı çekip içine, yanındakilere şükredip ohhhh feraha ermek, refaha kavuşmak bu olsa gerek deyip, elleri başın altına koyup sırt üzeri suyun üzerinde salınmak...

14 Mart 2010 Pazar

Adliyenin Koridorunda...

İki sıra var karşılıklı 11. ve 12. sulh ceza mahkeme salonlarının önünde...
Önce oturdum birine yalnızım, telefonla konuşuyorum, susmuyor hiç girdin mi bitti mi...
Dağılıyor kafam oturuşum da bir bacağımı öbürününkine atmış yayılmış ki daha efendi gibi oturmayı beceremem oturmuşum...
Karşımda sonradan neredeyse kanka olacağım iki kadın biri kapalı öbürü hükümet gibi dimdik oturuyor...
Neyse baktım sıranın bana gelmesine var daha dışarı çıkıp bir sigara tellendirdikten sonra bu kez karşı sıraya o iki bayanın arasına oturdum...
Fazla yayılamadım çantamdan kitabımı çıkardım okumaya başladım...
Kitap da "Ölmeden Önce Ölünüz" diye dini bir kitap çok severim okumasını böylesi kitapları da...
Sağ yanımdaki kapalı kadın dürttü birden...
"Hakkını helal et" dedi
"Hayırdır" dedim
"Az önce karşıda oturunca senden için dedim ki ne havalı kız burnu düşse yere almayacak, ama şimdi baktım okuduğun kitaba bak demek ki kimsenin içi bilinmezmiş affet dedi"
Güldüm...
"Helal olsun ne demek..."
Gülüştük...
Sol yanımdaki dimdik duran kadın bu kez sonradan polis olduğunu öğrendiğim...
"Ben seni karşıda oturunca dedim ki kendi kendime işte tam benim kafamda kız, delikanlı gibi efe efe..."
Sonra senin dert ne, benim dert ne derken zaman geçti, girdik duruşmalara çıktık dağıldık...

12 Mart 2010 Cuma

Korkuttun Babam Be...

Salı günü şehrime ayak bastım, ayaktayım hala bu saat olmuş yeni oturuyorum, oturma kemiklerim yer gördü kaba tabirle ayıptır söylemesi...
Bir hafta tatilin acısı çıkmalı ama hatırım kalır yoksa...
Çarşamba günü başlayan hastane muayene maratonu bugün molaya girdi...
Babamın dayanılmaz ağrıları doktorumuzu da endişelendirdi ve genel anestezi uygulayarak; çünkü babam ağzını fazla açıp kocaman aaaaaaa diyemiyor ve de muayeneye izin vermiyor dolayısıyla başka yolu yoktu bu sabah genel anestezi aldı 15 dakikalık bir operasyonla iki üç yerden parça alındı...
Radyoloji sonrası bir mukoza oluşmuş ne demekse, bir tümör yok dedi çok şükür...
O ameliyata girerken tabi annemle ben bir fena olduk, onu asansöre kadar geçirirken o on beş dakikalık operasyonun başlama ve bitme devresi bir saati tamamlamak zor oldu elbet ama çok şükür geçti bitti...
Şimdi patoloji sonucu sekiz gün sonra, doktorumuz gayet rahat...
Allah yüzümüze baktı on numara doktorlarımız var hatta mucize gibiler...
Şimdi asıl konuya geleyim bu mukoza dayanılmaz ağrılar yaparmış ve doktorumuz ismini yazarken konudan bahsetmek üzere de iznini aldığım Prof. Dr. Avni BABACAN kendisi...
Doktorumuz tavsiye etti biz de akşam üzeri soluğu onun muayenehanesinde aldık...
Benim de konuya aşina olduğum ama detaylarını kendisinden dinlediğim idealist ve kendini insanlara faydaya adamış bir isim...
Şiir gibi konuşuyor, O anlattı ben baktım, neden daha önce duymadm ki neden boşa ağrı çekilir ki diye...
Kendisi ağrı uzmanı ve Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Algoloji Bilim Dalı’nı kurmuş ve ağrı çalışmalarına halen devam etmekte...


Buradan ona rahatlıkla ulaşabilirsiniz...


Hatta ve hatta kendisinin 16 Mart 2010 Salı günü saat 13:00 te Gazi Üniversitesi Hastanesi' nde bir konferansı var konusunda...
Zamanı olup gitmek isteyenler için...

11 Mart 2010 Perşembe

Görmeden aşkın ardına sevgi...
Nasıl bir ikilem hatta daha fazlası...
Mümkün mü böylesi..?
Bilinmez...
Yaşanmamış ki...
Hem akla da uygun gelmiyor...
Yaşadığını sanan biri, yaşanmasın diye isyan eden diğeri...
Kocaman bir kandırmaca...
Rolün neyse onu oyna, çekil sonra sahneden, izleyici koltuğundan izle bu sefer de, az önce senin olduğun yerde olup oynayanı...
Ne peki seni böylesine deverana sevk eden...
Aynı dalgalanma kalbinde mi, yoksa yaprak oynamayan sahnende bir kıpırtı istemenden mi?
Belki de işi şakaya vurman, ciddi olmaman... Nesin sen...
O birisin evet...
Diğerinin sahnesini çalmış, orada oynamak isteyen yaramaz çocuk...
Haydi çocuk kendi sahnene...

10 Mart 2010 Çarşamba

Blog Yazısının Başıma Getirdikleri...

Tamam kabul ediyorum fevriyim, herşeye atlıyorum, sevdiklerime bir zarar ziyan geldiğinde ben neyim gücüm yeter mi demeden daha dur hey ne oluyora kalmadan içimdeki panter bakmışım havalanmış uçuyor...
Biri bana dese ki; günün birinde bir blog açacaksın, başınıza böyle böyle işler gelecek, sen de bunun üzerine parmaklarını çalıştıracak o parmaklarına emir veren beynin değil de kalbin olacak, ne yazdığını neye mal olacağını bilmeden içinin bu kadar dışına çıkmasına aldırış etmeden başına bunlar gelecek diye...
Bakar bakar dururum o diyene herhalde...
Hayat beni hiç bir zaman şaşırtamaz dediğim her an, o hayat al işte yine şaşır diye başıma küçük anekdotlar veriyor, ben de bakakalıyor şaşakalıyorum...
Şimdi bir çok kesimden okuyan var yazdıklarımı, tekrar tekrar söylemek lazım gelir diye yineliyorum kimseyle işim olmaz benim, işim Allah' a olan kulluk borcum, kimseye kin gütmem çünkü hafızam balığınkinden beter unutur gider, lazım geleni de affederim...
Kendi haline bırakırım insanları, kimseye bu meydanda hele hele ki insan vasfına haiz olmayanları, benim için kıymetli bu meydanımda adam yerine koyup da parmaklarımı hareket ettirmem kılımı kıpırdatmam...
Yani demem o ki kimse o güzel üzerine alınmasın, kimse aaa beni yazdı isim yazmadı ama kesin benim bu demesin bura kıymetli, o kıymette olmayanı burada barındırmam...
Tanımadığım kimseyle bana düşmanlık besleseler dahi haydi Allah' ın selameti üzerinize olsun der geçerim elimden bundan fazlası gelmez gelemez de, ayrıca da niye gelsin işim gücüm var benim...
İnsanların cezalarını kesmek bana düşmez, haddimi bilir Yarabbim sen iyisini bilirsin der seyreylerim, vaziyetin bundan sonrasını, bilirim ki kötülük yapan kötülük bulur eninde ve sonunda...
En olmadı çok darlanırsam Ayetel Kürsi okur karşımdakinin yüzüne üflerim, "bütün kötülüklerden sana sığınırım Allahım" der kendimi garantiye alırım...
Bu kadar girizgahtan sonra çok teşekkür ederim benim için iyi dileklerinize, arayana, sorana benimle endişelenene...
Sonuç şudur ki;
Herhalde bunu yazmak da suç değildir kimseye atıf filan değil kendi durumumu yazar paylaşırım kime ne...
Yalnız şunu eklemek isterim, yazmadığım, yapmadığım, kimseyi hedef ALMADIĞIM yazılarımın, karşıma en olmadık şekillerde çıkması dedim ya bu hayatta beni hiç birşey şaşırtamaz diye, yine lafımı yememe sebep oldu, olsun bakalım her işin hayrı sonradan çıkar...
Beş sene boyunca kimse hakkında yazı yazmadığım ya da hakaret etmediğim takdirde ertelenen para cezası ve müştekilerin avukat parası olan beşyüz lirayı ödeme cezası...
Yine düşünüyorum bunun da hayrı var, olacak göreceğim, beşyüz lira da çıkacağı var deyip geçtiğim mebladır...
Allah sağlık sıhhat versin hakikaten gerisi teferruat ha bir de aklı sağlığı bütün insanlığa...
Amin...

Blog Şans Dile...

Ben de blog gel sarılalım, blog bana dua et, valla etinizden sütünüzden duanızdan iyi niyetinizden derken derken...
Dün Dijle' den yazılı savunmam geldi elleri dert görmesin, kaleme bırakıldı hakim bugün karar mı verecek ne yapacak bilmiyorum duruşma 11:30 da...
Haydi ben bi gideyim bakayım...

9 Mart 2010 Salı

Atatürk' ten Önceki Gibi...

Taslak hali yazıları, yayınladığı gün tarihini değil de, yazıldığı tarihi kendine esas kabul edip, araya dereye sıkışıyor...
Tıpkı benim gitmeden önceki yazımın, kayıt et haydi deyip araya sıkışması gibi...
Geçen hafta, çok denk gelen bir durum oldu, önceden alınan devrenin hastalık sebebiyle kullanılmaması halinin bize yaraması durumu, sene başında sekiz gün iznimin ihlaline fakat bir yandan da on yedi aynı soyadlının birlikteliğiyle süren bir haftalık görüşme dilimi yaşanmasına vesile oldu...
Kızımla beraber birlikteliğimizin karasını çıkardıysak da -çünkü bu kadar bir arada olmuyoruz sık sık- çok anlaşabilir bir çift değiliz didişiyoruz nedense :)
Yine de birbirimize doyamadık da, birbirimizle olamadık da takıldık...
Enteresandır kaldığımız yerde wireless ağı olmasına rağmen güvenlik endişeleri yüzünden blogspot engelli...
Gerçi söyleyince açtılar ama ne yazı yayınlanıyor, ne yorum yapılıyor, oku geç misali...
Uzun zamandır bu kadar kalabalığın içinde olmamıştım, hele ki çalıştığım yeri sakinliği, otobüs dışında fazla insanla temas halinde olmamam, ağzına kadar dolu tesiste bir miktar şaşkın etrafa bakan turist kimliğine büründürüyor insanı...
Yanlış işletmecilik anlayışı ya da kendilerine göre illaki doğru ama olmamış işte, bir yerde tesisin devamlı yayılma politikasından inşaat gürültüsü, bir yandan kışın yüzde yüze varan doluluk oranındaki misafirlere ölü sezon personel sayısınca hizmet vermeye çalışılması faciaların en büyüğü...
Bir de ağzıyla kuş tutulup önlerine konsa aldırış etmeyen yurdum insanı da insafsız vicdansız olursa... Hele ki amanın o yemek saati bildiğin işkenceye dönüyor...
Uzaktan bakan deprem bölgesine yemek çadırı konmuş da insanlar aç haliyle izdihama sebep vererek karınlarını doyurmaya çalışıyorlar sanır...
Hayır burada da iki üç saat öncesinden zaten her yanını doldurmuşsun ne bu aç gözlülük...
Ben devamlı seyir halinde bir portre çizdiğimden, sıkça görevlilerle hasbıhal edip onlarla durumun kulisini yapıp kendime eğlence buldum yemek vakitleri...
Bir de bütün kaldığın yeri de çalışanıyla beraber nüfusuma geçirmişim paramla değil mi hepsini satın alırım edaları hele hele bu yerin başta tabiatına ters...
Bir de çok üzülüyorum, üzülerek de yazıyorum, insanımız hakikaten cahil, kendini kayıtsız şartsız kendini Er' inin aklına bırakmış, tamamen ona endeksli yaşantısının önden önden yürüyen kocanın bıraktığı ayak izini takipten başka bir vazifesi olmayan bu kadın çoğunluğu yurdumun da karanlık yüzünün noktacıkları...
Kalabalık noktacıkları ve ilerde yetişen evlatları...
En son Rengin' in söylediği beni derin düşüncelere sevk eden ki kimsenin ne inancıdır beni ilgilendiren, ne kıyafeti, fikir beyan etmem kat'a...
Fakat her halin de bir doğallığı, bir normalliği vardır şeklindeki düşüncemin ortasından Rengin' in sesi beni dürten...


"Anne, neden bu kadınlar Atatürk' ten önceki gibi giyinmişler?"

Neydi İstediğim...

Ve neydi yaşadığım...
Dinginlik huzur vesaire hareketsiz yaşama razıyım o anlamda değil tabi git gel ye iç filan falan işte...
Bir hafta yok olduğumun acısı bu kadar mı bir "yuh ya" lafına kabusa dönüşüp sol elimin orta parmağını uyuşturup karıncalandırsın...
O daha da enteresan ya bir de tansiyonum hiç çıkmaz o fırladı zahir sonkluyor kulak arkalarından...
Daha Ankara' ya ayak basalı ne oldu ne geçti yemediğim küfür nefsi müdafayla sokakta çığırınmam?
Allahım aklıma mukayet ol...
Ben geldim bu arada yazacak bir dolu, okuyacak bir dolu...
Önce kendime geleyim, çamaşırlar yıkansın, ev normale, ben normale döneyim döneceğimdir...