1 Ağustos 2010 Pazar

Yaşanan "hergün" insana;
bir yaşına daha bastım dedirtircesine, kullanmamışlığıma inat, birçok yerde okunur dedirten bağıra bağıra susmasını,
görmekle bakmanın aleni farkının, kamera arkasının ne kadar net olduğunu,
sabretmenin isteyerek yapılan bir durum olmadığını, elden birşey gelmediği için mecburen sabır çadırına sığınıldığını,
-mış sanılan herşeyin önceden bilindiği fakat annemin tabiriyle yalandan eşşek olunduğunu,
hala burnu koku almaz tavrın sürekliliğinin, aslında bir yaşam biçimi olduğu, yakana yapışmış, alnına kazınmış bir iz olduğunu,
kaderimmiş vay anasına denilen durumun, hiç bir zaman çözüme kavuşmayacağını,
eski kahkahaların yerini bıçak açmaz bir ağzın aldığını...
maşallah yüreği kanırta kanırta öğretti...
Vatan sağolsun...

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Tehdit mi Asla İşim Olmaz Durum Değerlendirmesi Tamamen...

Şimdi enteresan bir durum hasıl bu ara...
Bu blog işi hepten çeşit çeşit insanlarla kaplı...
Yorumlara gelen adsızların işledikleri haltlar, hayatlarında orgazma ulaşamamış zavallıların tatmin yolu olsa gerek bu yaptıkları...
Bana da gelmişti zamanında, kimden geldiği aleni fakat dava açmaya gerek yok, yoksa hiç gocunmam...
Neyse bir adsız yorum sahibi zavallı da, benim kurumdaşım işin enteresan tarafı, teknolojinin ne menem birşey olduğunu bilmeyen bu zavallının girdiği bilgisayarın donuna kadar belli, hangi saatlerde girdiği, hangi sayfada ne kadar süre geçirdiği vesaire vesaire...
Neyse efendim girilen blog birinci derece kanım canım olduğundan benim de cürmümden fazla yer yakabildiğimden yine hanımlığıma veriyorum yoksa...
Esenlikler...

27 Temmuz 2010 Salı

Balkabağından Araba...

Rengarenk, anı anına uymayan, dibine kadar duygu dolu, hop hop, bir hayatım var, bir o kadar da koşuşturmalı...
Dinginlik bana göre değil midir nedir?
Gerçi bu hali sevmiyor değilim hani...
Sabah birşey oluyor, akşamına o dipten çıkıp sevinebiliyorum bile...
Bir akşam bir elimde bir, diğer elimde bir, radyoda çalan musikiden ağlayıp zırlarken şimdi ellerimi açıp şükürler edip duruyorum...
Hayat hakikaten enteresan, kadere inanan ve hayatı da bir dizi gibi benimseyip bakalım yarın ne olacak diye bekleyen ben, her bekleyişimin umudunun semeresini görmekten de bir dolu keyif alıyorum...
Bu kadar girizgazı yapmamın nedeni, sevinçten tabi...
Bir doktorumuz var kiiii hatta iki hatta üç...
Şükürler olsun Allahım öyle cevherler çıkardı ki karşımıza, hele bir tanesine Cinderellanın peri annesi gibisiniz diyorum, ümitsiz vakayı bir rapor okuması ve diğer değerlendirmeleri sonucu (tabi ki tedaviler sırasındaki titizliği asla gözardı edilemez) hooop birden balkabağını şahane arabaya dönüştürüyor Magnumun hediye verdiğinden...
Bugün beyin cerrahisinin metaztas yapmış dediği kitlenin, MR sonucunu okuyup da yok birşey kontrollü olalım deyince Allahım dedim sarılayım kucaklayayım onu sonra da sorayım size caanım cananım diyebilir miyim?
Tabi ki de Allah kimsenin başına vermesin, görmeyin sevdiklerinizin acılarını deyip bir hayat gerçeği olarak da naçizane tavsiyemi iletmek boynumun borcudur...
Ana tedavimizin geçtiği yer olan bir numaralı tedavi merkezi ONKO, ve Gazi Üniversitesi Hastanesi' nin bizim karşımıza çıkan üç doktordan en güzel çiçeği Gazi Üniversitesi Radyosyon Onkolojisi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Müge AKMANSU' ya (diğer iki doktorumuz erkek) tedaviler sırasındaki titizliklerine, benim ağlak zırlak panik koşuşturmalı halimin sabırlarına, her an güler yüzlü hallerine, ilgilerine ve daha bir çok şeye binlerce milyonlarca teşekkürler, diğer iki doktorumuza da tabi...

26 Temmuz 2010 Pazartesi

ve Baba ve Sigara...

Babanın yanında sigara içilir mi?
İçilmez, bence kati suretle içilmez, içene saygı duymam duymamam da tamamen ben de kalsın...
Ben de tabi ki içmiyorum fakat babam içtiğimizi bilir, asla bize olan saygısından nasıl ki hiç bir zaman odalarımızın kapılarını çalmadan girmezse, sigara içtiğimizi bildiği ya da tahmin ettiği durumlarda oranın yakınından geçmez...
Ta ki düne kadar...
Tam içerken canım kuzum, balkona bir daldı sonra kararlı bir ifadeyle söndürmeyin için adam gibi dedi ısrar kıyamet...
Yok babam sen de abarttın, ne alaka dedik dinletemedik fakat yine de yakmadık...
Sigara ve sayg konulu durum muhakemesi yapmak değil amaç, dedim ya içmem tövbe...
Bizim kuzen içer nasıl garibime gider amcamın yanında dudaklarının arasına götürürken dumanını püfletirken...
Sonra babam kendisinin ve amcamın dedemin yanında sigara içme hadiselerini anlattı...
Ha babam dedemin yanında içerdi tasvip etmesem de içerdi...
Bu da bir yakalanma hikayesi oldu küçükten, yıllar yıllar sonra dönüp bakınca, dudaklarımın kenarında bir buruk gülümsemeyle okuyacağım...

25 Temmuz 2010 Pazar

Hani Oruçtan Çıkarsın...

Yemezsin bütün gün sonra iftar ardından boşluk, acaba hala oruç muyum, yesem mi, yemesem mi...
Okul mezuniyetinden sonra oldu bende, yeme yememe mevzu değil tabi, ben şimdi hiç ders çalışmayacak mıyım?
Hiç ödev de yok, vize final oh onlar da hak getire...
Nasıl böyle boş hayat...
Keyfin ötesi durum, bitirinceki boşluk filan hikaye durumun rahatına bakmak hasıl gelir...
Sonrası işte büyüme başlıyor, gerisi hikaye...
Okul, flört sancıları, dersi verdim veremedim kaygısı, yaz okulu...
Onlar geçirildikleri an itibariyle ağır gelirmiş...
Asıl büyüme sancıları daha fenaymış...
İş bulma kaygısı, o bitti evlendim mi, hadi ardından çocuktu ki ben şanslı azınlıktaydım belki de, tedavisiz anne olmak anlamında, şimdilerde sağım solum anne olmak isteyip, bir sürü tetkiklerle boğuşan şanssızlarla dolu...
Sonra büyüdükçe bir önceki neslin yaş ilerlemesi dolasıyle, önünüze sipariş etmeden gelen, tadına bile bakmak istemeyeceğiniz içi tepeleme yemek dolu bir tabak gibi...
Burada geri gönderme, ben bunu beğenmedim değiştir lüksü yok...
O tabak bitecek...
Şimdiki sınav çetin, tabağımdaki yemekler ağzıma tıkıştırılsa da tıkıştırılmasa da bitecek eri geci...
Bittiğindeki küçüklüğümden beri biten yemeğimi ekmeğimle temizleyip yıkanmış gibi görünen ve büyüklerin aferin tabağını temizlersen yakışıklı kocan olur öğütleriyle büyüyen ben, bu tabağı hiç mi hiç sevmedim...
Ben temizledikçe sönmeyen mum gibi, tabak tepeleme...
Tabak sana söylüyorum, bit ama öyle tertemiz ol ki, benim ağzımdan burnumdan tıkıştırılanlara bile amaaan bir şekilde bitti gitti şükürler olsun diyeyim peçeteyle ağzımı sileyim...

22 Temmuz 2010 Perşembe

Dar Koridorun Kısa Koşturması...

Babamın kuruyemiş dükkanında çekirdek satarken yan dükkanda bir arkadaş, ara ara uğrardı çok da matraktı kulakları çınlasın...

Elinde çekirdek "Funda o kadar işim var ki bak görüyorsun başımı kaşıyacak vaktim yok" diye...

Şimdi ben de değil başımı kaşıyacak, şöyle iki lokma oturacak vakti bulamazken hazır iki çiziktirmek için haydi dinleneyim bahanesine oturduğum bu yerde eyliyorum kendimi...

Yoksa kanepede uyuyan ve önce tuvalete götürülmesi sonra yatağına yatırılması gereken bir kızım, on gündür Allahın Çin' inde olan, yemeğini yer yemez kanepede uyuya kalan Bizim Bey var...


İki gün önce akraba düğününün misafirlerinin ardından olan çamaşırları ve Bey' in getirdiği kirlileri yıka as kurutmaya çabala şeklindeki durumu es geçiyorum...
Allahtan yine kedi gibi dört ayağımın üzerine düştüm de anacığım ütüleri halletti...
Fakat nasıl bir durum bilinmez ev toplamak, iki ileri bir geri gidilesi gibi, bir arpa boy yol aldın mı desen yok, topla topla bitiremediğim evin kenarından ateşe verip hayde bre toparlanın nidalarıyla karşısına geçip gecenin sıcağında daha da bir yanasım var...
Uzun süredir bolu dağı tünelinin karanlığında ilerlerken, bu ara ışığı görmenin verdiği tarifsiz mutluluğa ek, bugün beni yalnız bırakmayan kardeşim ve kardeşim gibi sevdiğim diğer arkadaşıma da buradan bir selam göndermeyi ve teşekkürlerimi bir borç bilirim...
Kıza gideyim de daha fazla kanepelerde sürünmesin...
Tabi Bey' e de...
Fotoğraf, kuzenimin kır düğününden...

Nereden Bileyim ki...

Sabahın vaktinde kızkardeşim ve arkadaşımla 7. Sulh Cezanın önündeyiz...
Bekleşiyoruz yalnız işin ilginç kısmı kimse yok yani başka davaları olanlar da yok, in cin top oynarken mahkeme kapısının üzerinde davalara gireceklerin isimleri, tarafları, saatleri yazıyor, karşılarında da başka bir sulh ceza numaraları yazıyor...
Fakat bir benim adımın karşısında kağıt yok...
Nereden bileyim, bekle bekle kapıda hiç bir hareket yok, ben soruyorum neden bütün duruşmaları başka numaralara göndermişler beni göndermemişler Allah Allah diye...
En sonunda dedim ben bir kaleme sorayım ne iş...
Gittim ki benim adımın karşısında yapışmayan 9. Sulh Ceza yazan kağıdı yukarı yazıp iki davayı birden çizmişler ama benim üstte kalan duruşmanın karşısına yapıştırmışlar...
Haydaaaa benim dava sen görül, bir de üzerine Nisan 2011' e ertelen...
Beni de gelmedi diye yaz oraya...
Kim bilir tabi ben 7' nin önünde beklerim...
Var bunda da bir hayır dedim döndüm işimin başına...

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Anahtarım Gülümsemen...

Uzun aylar sonunda ilk defa yüzündeki gülümsemeyi gördüm...
Senin o gülümsemen benim sıkışmış yüreğimin anahtarıymış meğerse...
Yarın sabahki duruşmanın verdiği sıkıntının, ferahlatıcı anahtarıymış...
Allah yardım edecek elbet, inancım sonsuz...
Diğer sonsuz inancım onun dışında da, senin yüzünün dolayısıyla hepimizin yüzünün gülmesi...
Şükürlerim varlığına, dualarım sağlığına...
Canım yakışıklım...

16 Temmuz 2010 Cuma

İçine Kırk Yaşında Kadın Kaçmış Çocuk...

Her anneye yavrusu dünyanın incisi görünür, hep kendi bebesini över durur ya...
Benim de annemden kalma "övememe" durumum var, annem der hep "ben biliyorum sizi, eller bilsin övsün der"...
Kızardım ona küçükken, sen de bizi yerin dibine sokuyorsun, baksana öyle olmadığını bildiğimiz halde anneler mangalda kül bırakmıyorlar...
Olsun herkes bilirmiş meğersem de biz bilmezmişiz, büyüdük öğrendik...
Misafirlerim var, bizim ikinci memleket Çeşme' den...
Tutkun aileyiz vesselam, babam saydığım amcam, çocukları kardeşlerim, o kardeşlerden birinin de başlıkta yazdığım nitelikte dört yaşındaki kızı Berra, bu yavru övülmez de ne edilir...
Bu sabah gözümü açar açmaz sohbete daldık, hazır Rengin uyurken çünkü kimseyi sevemiyorum da, ilgilenemiyorum da, suratını sallayıp gidiyor...
Haliyle ben de kuytuda kıstırıyorum Berra' yı...
O kadar dilli ki ve o kadar bilmiş ki, hayretler içinde seyrediyorum onu konuşurken, bir o kadar da palavracı, ne senaryolar konuşurken elleriyle yüzündeki mimikler al çıtır çıtır ye...
Geldiklerinde diğer kuzenini soruyorum

- Dilay nasıl beraber oynadınız mı (kına gecesinde oryantal danstan bahsediyorum) Berracım?

- Evet şahane oynuyor, tarzı benimkine çok yakın!!!


Kayıt sabahın 07:30 unda yapıldı Berra' yla konuşan bet ses de bendenizin...

14 Temmuz 2010 Çarşamba

"13.7.2010"

Kuzum benim, bakma sen bizim böyle takıldığımıza, yerken, otururken, konuşurken, gözlerimiz bir noktaya takılmış öyle boş bakarken, hep sen varsın aklımızda fikrimizde...
Her ne kadar yavru kediler gibi kenarda duruyor hayalin beynimize kazınsa da, içimizi soğutan, bizi bir parça ferahlatan, herşeyin senin iyiliğin için olduğunu bilmek ve buna kalben inanmak...
Sen benim canımın paresi, biriciğimsin, seni çok seviyorum yakışıklım...

Mektubumuz Var...

Gecenin sıcak vaktinde elime kumandayı geçirme özgürlüğünde bulunduğum nadir vakti değerlendirip pıt pıt oradan orada zıplarken, bir baktım bir adamcağız oturur koskoca bir zarfın önünde...

Sunucu sabah dedektiflerinden biri, kayıplarda, cinayetlerde kimi zaman gazeplenip tarafları azarlayan, kimisinde ağlayan yurdumun öbür yüzünün sunucusu...

Burada da eski Sinan Çetin' in programı gibi, Barış Manço parçası eşliğinde gelir taraflar, hepimiz salya sümük ekrana çakılırdık amanın ne hayatlar var Yarebbim diyerek halimize bakıp amaaaan bizimki de dert mi ellerde neler var iç geçirmeleri eşliğinde izlediğimiz...
Neyse adam oturuyor efendim, çok başını yakalayamasam da, beş kızı olan karısının üzerine evleniyor mudur nedir, evlenmiş bir oğlu olmuş Alman kadından kadın ölmüş...
Eeee derdi de karıma geri döneyim beni kabul et...
Yahu ne etmesi yüzüne bakılmaz o adamın daha, işin bitmiş araya kadın girmiş, çocuk girmiş hatta giderken karnında beşinci kız var bir sürü kabul etmeme haklı nedenleri ayan beyan ortada...
Neyse beşi bir yerde kızları geldiler, iki damatla, bir de anne kadıncağız iki büklüm nasıl yaşlı, hayır o yaşta adam da kadına inat diri...
Bıızzzt diye zarf açılıyor, sunucu eski dedektif kadın, açılan zarfın her iki yanında ekran var birbirlerinin yüzlerini görüyorlar, halbuki kafaları eğseler birbirlerini de görecekler de önce bir seyirci duygulansın, bir ağlak zırlak olunsun, yönetmen zoom yapsın gözlere, sonra...
Adam ağlar, yaşlı teyze ağlar, kızlar salya sümük...
Lan siz nasıl kızlarsınız adam sizi tanımıyor en sonuncunuz karnındaydı annenizin, adamın umru değil geberecekler baba baba diye...
Neyse o zarf büyük bir hengameyle kapandı aradan çekildi evlendirme programının paravanı gibi ortadan amanın o kızlar bir koşturuyorlar adamın üzerine sanırsınız Tarkan konserinde izdiham var kızlar deşiyorlar Tarkan' ı...
Adam da hı kim sen kaçınsıydın havalarında...
Sunucu kadın soruyor teyzeye bak kocan beni kabul eder misin diyor teyzemin kulaklar ağırdan alıyor kızlar tekrarlıyor o da kafa sallıyor he he gelsin...


**************


Sonraki; 20 yaşındaki bir kız, annesi kızın biyolojik babasıyla flörtken bu kızımız anne karnına düşüyor sonra hayırsız biyo kadınla evlenmiyor, kadın gidiyor başkasıyla evleniyor, kızcağız çıkmış bir mektup yazmış ki daha o eko verilmiş sesle okurken sunucu, stüdyo yıkıldı hepsinin gözleri yaşlı...
Kızın derdi babasını bulmak...
Hey Atam' ın emanet bekçilerinden aklı evvel genç kızım, gelmişsin taaa bu yaşa daha baba diye çığırırsın, adamın umrunda olsaydı zaten baştan beri onun yanında olurdun, ne demeye daha aranırsın hayırsızı?
Adamın gelip gelmediğini izleme sabrı gösteremeden diğer kanala çoktan geçmiştim bile...
Belki de adam geldi, kız oyun etti adamın yüzüne tükürecekti...
"Tuuuu yazıklar olsun, beni babasız bıraktın bunca yıl.......!"

13 Temmuz 2010 Salı

Elbette...

İstemez miydim tek ağlama sebebim, bebeğimin kırılan bir tarafı veyahut yapmama izin verilmeyen kıytırıktan bir aktivite olsun...


Elbette bilinir ki her ağlamanın sonu gülme, her gecenin sabahı aydınlık...

(I. gün...)

23 Haziran 2010 Çarşamba

İçimdeki Picasso...

Bizim yan komşu diyebileceğim kreşimizden şeker şerbet bir öğretmenin ricasını kırmayıp bu çalışmaya katıldığım için ne kadar mutlu oldum ne iyi geldi...
Umur Basım ve Kırtasiye san. ve tic. a.ş. nin bünyesindeki bütün ürünleri kullanmak, onlarla atölye çalışmasına iştirak etmek, hele de içimdeki picasso' yu ortaya çıkartmak ne menem bir güzellikmiş...
Bilmediğim bir sürü ürünle tanışıp, onları kullanmak yeni çıkan ürünleriyle tanışmak...
Mesela bir kalem var tombul birşey, hem kuru boya, hem pastel boya, hem sulu boya...
Kalemi kullanıp boyadıktan sonra, ıslak fırçayla üzerinden geçince sulu boya oluyor yumuşacık boyaması da, yumuşamış tereyağında bıçak gezdirmek gibi...
Mucizevi, sonra distribütörlüğünü yaptıkları küçüklüğümüzün UHU' sunun hiç bir çeşidinin içinde solvent yokmuş artık, hani o bağımlılık yapan koku, koca salonda bütün UHU' ların kapakları açık ama havada koku yok, temiz hava sahası, solventin olmamasının da yapışmaması şeklinde bir olumsuz etkisi asla yok, sadece solvent yapışmayı kolaylaştırıyor, solventsiz de bir miktar bekliyorsunuz, olsun sağlık olsun da beklenilsin...
Sonra gazlı kalemler, hepimizin evinde kapağı açık unutulup da kuruyan onlarca gazlı kalem vardır, o kadar hassas davranmama rağmen bir sürü kalem çöpü boylamıştır...
Fakat STABİLO' nun gazlı kalemleri, çalışma yaptığımız masada ucu açık kalan da pek çoktu ama on numara boyuyor kuruma yok...
Sonra STABILO' nun çıkardığı ilkokula başlayan çocuklar için, hem sağ elini kullanan hem de sol elini kullanan çocukları düşünerek tasarladığı bir kalem var ki, sağolsun Özgür Hanım beni kırmadı böylelikle Rengin hanımın ilkokul kalemi pembesinden hazır oldu...
Hele çalışmanın sonundaki tıka basa hediyelerle dolu çantamızda kollarımızda bir çıkışımız vardı ki; hem eserlerimiz hem hediyemiz yanında çifte kavrulmuş keyfimiz...
Daha bir sürü kırtasiye malzemeleri, fotoğraflardan göreceğiniz...
Özgür Eller' e, Umur basım kırtasiye' ye organizasyondan dolayı hem teşekkür ediyor hem de onları yürekten tebrik ediyorum bu güzel günden ötürü...














21 Haziran 2010 Pazartesi

Elindeki ne kadar gerçek?
Ya da yaşadığının ne kadarı?
Gerçek sandığın mutluluğun, sağlığın, yaşamın...
Gerçek mi, rüya mı yaşadığın...
İşittiklerin, gördüklerin...
Yapıyorum sandığın ya da olduğunu düşündüğün...
Sadece gördüklerin mi sana gösterilen mi...
Her şey aslında bir perdenin ardında oynanan mı?
Perde varsa, oyunsa, yoksa işin ciddiyeti, bizi dımdızlak bırakacak perde ne zaman kalkacak?
Hoş açılsa ya, o zaman ne olacak?

20 Haziran 2010 Pazar

Baba Başta Taç İmiş...
Her Derde İlaç İmiş...
Evlat Pir Olsa da...
Babaya Muhtaç İmiş...

(Karşıyaka Mezarlığı'ndan bir mermer üzeri)

18 Haziran 2010 Cuma

İki keçi hani köprüden sen geçtin ben geçtim davasındaki iki keçi...

O öyle değilmiş mevzu, meğer devamı varmış, ikisi birden düşmüşler de ırmağa köprüyü yıkıp sonra ah neyledik biz bak gördün mü kardeş inadımızın sonu ıslanmak donumuza kadar deyip çıkmışlar sudan...

Artık teşbihin affediciliği burda; kolkola girmiş devam etmişler yollarına, nasıl uyumlu nasıl ırmaktaki olaydan ders alıp güzel güzel gidiyorlar, birbirlerine yol verirken aman canım cananım sen geç, yok mirim asıl sen geç yoksa töbe billah kendimi affetmem kabalığımdan diyerek, incelikten kırılarak göz süzerek incir dizerek derken derken uzaklardan bir pırıltı gözlerini kamaştırmış...

Durmuş bakmışlar, gözlerini oğuşturmuşlar...

Bak hele demiş biri ne ola bu parıldayan, demeye kalmamış adımlarını uzaktaki parıltıya doğru sıklaştırmış...

Diğeri durur mu, o da ondan daha da atik davranmış kafa kafaya bir yandan da aralarındaki sulhu bozmadan, yandan yandan bakınarak birbirlerine, parıltının hemen dibindeki ırmağın kıyısına varmışlar...

Irmağı geçecekler parıltıya kavuşacaklar fakat ne çare ki ırmağı geçmek için ortadaki kayanın üzerine basıp geçecekler...

Keçi ya bunlar her ne kadar sulh etseler de her ikisi de gözlerini kısıp yandan birer bakış fırlatıp adımını atmışlar ki her ikisi de aynı anda bir sendelemiş önce, kendilerine gelmişler...

Önemli mevzu şimdi başlamış, kim taşa önce basacak o demiş ben basacağım ben geçeceğim önce karşı kıyıya, öbürü demiş hayır ben...

Sen ben, hayır ben, yok sen derken uyanık olanı atmış ayağını suya, değdirmiş taşa ama yosun tutmuş taşın üzeri nasıl kaygan...

Suyun dibini boylamış, diğeri şaşırmış önce kalmış öylece...

Sonra bakmış etrafına, ilerde bir köprü tahtadan, gitmiş geçmiş bir güzel sonra gitmiş pırıltının başına...

17 Haziran 2010 Perşembe

Sağlıklı Sağlık...

Siyasetten çok anlamam, çalarak çırparak, kendi cebini düşünerek yapılan işten hiç bir zaman hayır gelmediği için de, ülke Lost adasına düşen üçak gibi sürekli irtifa kaybetmekte, yazık içim de acıyor...
Yeni okuyan arkadaşlar için ne diyor bu denmemesi amacıyla, Eylül ayından beri uğraş verdiğim babamın tıp adıyla Tonsil CA, halk arasında dil kökü veya bademcik kanseriyle ki hem de III. safha, doktorların başlarda ailesiyle zaman geçirsin artık yazık dedikleri virajdan Allah' ın izniyle döndük şimdi düz yolda ilerlemeye çalışıyoruz...
Lafı nereye bağlayacağım...
Her dakika hastane eczane ikileminde dolana dolana, değişen SGK kurallarının da magazin haberlerinden daha hızlı aktığına malesef şahit olmak durumunda kalıyorum...
Misal ilaç yazdırıyorum, bir seferinde hemen alabiliyorken, bir sonraki gidişte bilmem kimin imzası olacak yok şuradan olacak buradan olacak...
Haydi eczane bilgisayarının ekranında akan değişiklik silsilelerine bir nebze alıştık...
Peki ya hastanelerde özellikle ciddi hastalık çekimlerinde süren değişikliğe ne demeli?
Kanser hastalığıyla içiçe bir hayatınız olunca ney neymiş istemeden de öğreniyorsunuz...
PET CT denilen bir cihaz var, kim buldu geliştirdiyse Allah razı olsun her daim dua alıyor ne güzel...
Bu cihaza giren hastaya öncesinde su ve serum eşliğinde bir sıvı yüklemesi yapıldıktan sonra MR cihazı gibi belki de o bilemiyorum, giriyor hasta baş hariç alt ekstremitenin bir bölümüne kadar en ince noktasına kadar kanserli hücre var mı yok mu ortaya çıkarıyor bu cihaz...
Mucizevi birşey...
Eylül' den bu yana üç kere çektirdiğimiz PET CT nin ilk ikisini sıkıntısız çektirdik...
Üçüncüye randevu alırken randevuyu veren bayan dedi ki; üç doktor imzası lazım neden onların da istediğine dair imza olacak ki SGK parayı versin...
Neyse tamam dedik üç imzada ne var istem yapan doktor ve çalışma arkadaşları...
Bunun üzerinden daha 23 gün geçmişti ki artık devlet çekilen PET CT nin hiç bir şekilde ücretini karşılamayacakmış...
Hasta 1200 TL verirse ne ala...
Ya da şu durumlarda karşılıyor; efendim vücuttaki kanser metastas yapacak ölmeye ramak kala lütfen çekilecek PET...
Peki dedim doktora bu olmadan nasıl bileceğiz biz, rutin kontrollerde oraya buraya sıçradı mı ya da kesin olarak nerede ne var ne yok öğrenmek için ne yapacağız?
Onun yerine ıvır zıvır bir sürü ultrason çekilecekmiş ki bu da zaten PET le aynı fiyata geldiği gibi daha fazla insan gücü israfı ve de hastaya eziyet...
Şimdi yok seçimdi yok vaatlerdi derken aklıma geçtiğimiz yıllarda daha suyu verilmemiş köylere hediye giden bulaşık makineleri geldi ...
Sonra bugün babamın beyin MR ' ı için aldığım randevunun 29 Ağustos 2010 saat 03:30 da olduğu aklıma geldi daha bir sevdim ülkemin sağlıklı sağlık sistemini...

10 Haziran 2010 Perşembe

Bir Minik "Numune"cik...


Geçende tanıtımı vardı televizyonda şu numaraya mesaj atın adresinizi verin numunemizden gönderelim...
Rengin' le beraber izlerken Rengin' in ısrarlarına dayanamayıp gönderdiğim mesajı takiben iki hafta içinde geldi kargo bu akşam...
Ya blog yazanlara gönderilen dolu dolu paketleri gören herşeyi öyle sanan ben ya da bu ne yalanan durum dememden...
Baktım şöyle bir, ey Lifebuoy dağıtımcısı sayın firma...
Madem böyle bir işe kalkışıp ciddi bütçe ayırıyorsunuz sözlü ve yazılı basında bangır bangır...
Anlam veremedim bir tek "numunecik" için giden milli israfa benim içim yandı...
Yazığınız mektuba harcanan kağıda, tonere, zarfa, gönderilen kargo firmasına, kargo firmasının dağıtım için harcadığı benzine daha neler sayılabilir...
Ne için bir küçücük fıçıcık içi yarı dolu "numunecik" için...
Ya bu işin uzmanları tarafından bir açıklaması var ya da ben tüketicilikten emekli oldum bilemedim...

8 Haziran 2010 Salı

Yeni Yeni Dalgalanıyorum Beeeeeen....

Cuma günkü çekilen ciğer MR ının sonucunun cumartesi alınıp, ısrar kıyamet sonuç raporunun doktora telefonla doktora okutulup da metastas yaptı akciğere şeklindeki kesin olmayan sonucu aldıktan sonra elbetteki ne cumartesi kaldı ne pazar ne de pazartesinin doktora varıncaya kadar olan vakti...

Sonuç, oluşum göstermeyen kitleler yani korkulacak birşey yok çok şükür...

Fakat babamda da en ufak bir iyileşme emaresi yok, o kadar kendini bıraktı ki, hafta sonu haberin etkisiyle gram yemeksiz bol yatmalı ve baygın hali devam...

Ben de takılmış gibi o zehir hafta sonunun dilime takılan türküsü "Oy babam babam neydi ne oldun :("

Hüzünlenmek ve hayatı zehir etmek için birebir olan bu cümle, tabi babamın yanında kendimi sıkmak suretiyle, onu üzen"ler"e sürekli kulaklarını çınlatmak faaliyetiyle vücut buldu...

Şimdi dalgalanan psikolojinin dalgasının durulmasını beklemek icap eden...
Bugün de hastanenin -dediklerine göre çalışan tek MR cihazı için- bir ay öncesinden alınan beyin MR si için Ağustos' a verelim yoksa gece yarısı gelirseniz de 8 Haziran' ı 9' una bağlayan 02:30' unda bekliyoruz sizi denmesiyle babamı hastaneye götüreceğim, beklerim efendim gece kahvesine...
Bu arada ahdım olsun, şans oyunlarından para filan çıkarsa muhtelif hastanelere oda hazırlama fikrime ilaveten bir de Gazi'ye MR cihazı alacağım...

Dün babamın sonucuna denk gelen sekizinci evlilik yıldönümünü heba olmaktan kurtaran bizim Beyin bizim cimcimeyle beraber yaptıkları hoşluk, sonucun temizliğiyle beraber gecenin nuru oldu...

Sol alttaki balığın da nedensiz arkadaşından ayrılılışından Rengin' in haberi yok, babasının öğrensin bunu da tavrına karşılık, sorduğunda hastaydı veterinere götürdük cevabım her ne kadar kendisine yanlış gelse de yine burnumun dikine gitme eğilimim devam...

Yazık şimdi çocuk ilk hayvanının ikinci gündeki vefatının travmasını yaşamasın, gerek yok...

7 Haziran 2010 Pazartesi

Güneş Ne Renk...

Arada yüzünü gösteren o ışıltı simsiyah...
Rengini mi şaşırdı, bana mı öyle gösteriyor...
Simsiyah ışıltıları birer bıçak olmuş, üst üste binip nefesimi kesen kaburgalarımın arasını dağlıyor yine de kendine yer bulup;
Yine hastalık yine kötü haber...
İyi düşün, hayır düşün, yok...
Eyvallah güneş siyah çünkü...

4 Haziran 2010 Cuma

Lazım...









Lazım geleni yapmak icabından;
Lazımlı bir sürü cümle kurup, yapmam gerekenler deyip, hiç olmazsa kağıt üzerine döktüm ya problemi önce anladım, çözmenin yarısını hallettim deyip, arkama keyifle yaslanmam lazım...
Elli hamle sonrasına çok kafa yorduğumun yorgunluğunu, sadeleştirip hamle sayısını azaltmam lazım...
Lazım gelen konuşmayı yapmazsam, gidişatın rehavetine kendimi çoktan kaptırdığımı kabul edip, konuşmayı yapmaktan yırtmam lazım, zaten de kimse benden konuşma filan beklemezken...
Beni bekleyen sorumluluklarıma koşturup, ahtapot kollarımın vantuzlarını herkesin boynuna dolamışken, onları hafif gevşetmem lazım...
Daha fazla yorgunluk yaşamamak adına yapabileceklerime bakmam lazım (günde içtiğim 500 ml kefir bile derdime deva olamazken...)...
Hayatın hep dolu bardak kısmını gördüğüm gözlüklerimin camını hep temiz tutmam lazım...
Yine çok şükür, bin şükür lazım gelenlerin de altından kalkarım evelallah deyip, bir cigara tellendirmem lazım, bakır cevzeden fincanıma dökülen köpüksüz şekeri bol kahvemden höpürdetirken...

3 Haziran 2010 Perşembe

Bundan Bile Hislenilir mi?

2010 İlköğretim e-Kayıt Yerleştirme Sonuçları
Giriş Kodunuz:
Giriş Kodu:
T.C. Kimlik No:
e-Kayıt Öğrenci Yerleştirme Bilgileri
Adı Soyadı:
RENGİN ÇAM
Okulu:
ANKARA / ÇANKAYA / A. A. İlköğretim Okulu
Okul Telefonu:
312.................

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Yanılma!

Sanma ki suskunluğum, naçar kaldığımdan,
Sanma ki sakinliğim, sonraki fırtınanın gelişinden,
Sanmayasın derinliği mağlubiyetin işareti,
Değil hiç değil, sen ne kadar yalnız sanırsan o kadar kalabalığım aslında...

Bakma, yanımda kimsenin görünmeyişine,
Bakma, kafamı koyduğum yorgunluğumdan,
Bakma ağlamam, kederim sevinçten asıl,
Asıl beklediğimden; geleceğini bildiğimden,
Ümidim onadır, bakma sen sessizliğime
Bekleyişin büyüsünü bozmamaya...
Finalin asaletini kaybetmemesi adına suskunluğum,
Sükutum ikrarın asilliğinden,
Sanmayasın naçarlığımdan...
Değil...
Hiç değil...

30 Mayıs 2010 Pazar

Miniminnacıkken...






Minnacıkken, benden biraz büyük bile olsa herşey, devasa görünürdü gözüme...
Doğup büyüdüğüm babaannemin evinin bahçesi misal, nasıl leb-i derya gelirdi bana, şimdi görsen avuç içi...
Sanki koşa koşa bitiremezdim, oyna oyna derya deniz...
Gençlik Parkı' da öyle(ydi)...
Bütün amcalarımın ve halamın nikah salonunun meşhur köprüsünde çekilmiş bir pozu mutlak var eşleriyle...
Keza yine gez gez bitiremediğim bir mekan kendisi, nasıl sevdiğim, şehir dışından her gelenin ilk başta uğratıldığı baştacı, meşhuuuur Gençlik Parkı...
Binilen oyuncakları, bir çırpıda içilen meysuları, illaki Şişman'ından (Allah rahmet eylesin) yenilen dondurması, masaya gelen annelerin içtiği semaver çayı...
Bugün gidildi, babamın hafta içleri evde olup da canı sıkılmasın mahiyetindeki hafta sonu gezintilerinden birinde, yeni yapılan hatta modifiye edilen anı yüklü parka uğrak verdik...
Buram buram Altınpark, Mogan hatta belediye kokan park olmuş son hali...
Yermek istemiyorum tabi, benim aklımda kalanı eskisi olduğu için yolları altından olsa ne fayda...
Fakat yazının başındaki mevzuya gelecek olursam da bir çırpıda bitti park...
Hatta dedim anneme, anne yaparken küçülttüler mi ne yaptılar diye, bana da bir küçük geldi dedi...
Ya biz çok büyüdük, ya park küçük hakikaten...
Fakat ne olursak olalım, anıları hala kocaman ve canlı olabildiğince...

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Fotoğrafın Bağırdığı...

Başa geleni düşünüp ağlanılası...

Dökülen her damla derdin aynası...

Kimse kırık yeni görmesin diye saklanan...

Köşe bucak kaçılan fakat her köşe dönüşünde karşılaşılan...

Düzgün diye düşünüp yine yanılgı içinde bakılan...

Kendimi ney' in sesine teslim edip...

Kaderimsin çekeceğim dediğim...

Yarına ürkerek baktığım hatta gözlerimi kapattığım hatamsın...

28 Mayıs 2010 Cuma

Çerçeve Değil, Resim Hiç Değil, Camın Dışında Çerçeve İstiyorum...

Sıcağı sevmiyorum hele yanında hediyesi nemi...

O yüzden Antalya' nın Mersin' in adını duyduğumda daha darlanırım, nefes alamam, soğuk olacak hava, hafif puslu yağmur yağdı yağacak hatta hafif çiseleyen...

Hastaneyi yol yaptım Gazi Hastanesi, Allah'ın lütfu demek ki bunlar içinmiş depo, biniyorum hemen önünden dolmuşa Gazi' nin önüne, oradan bin, deponun önüne...
Reçete hataları malum, benim de kafa o kadar yerli yerinde olmadığından her daim, haydi doktor tanı kısmını boş bıraktı, sen söylesene de elli defa gitme yok spor demek ki bana da...
Hatta o kadar sarmışım ki dolmuşla gittiğimde bile otoparka bakarım boş mu diye kapısında beklediğim çoktur çünkü fakat evrene yollayıp mesajımın alındığı bir hadisem vardır en kıyak park yerini şak diye bulurum, en kalabalık otoparklarda o yüzden, güvenirim de bulurum da...
Giderken bu sabahın kapalı havasına inat çılgın sıcak bana elimi çantama atıp güneş gözlüğünü çıkartma ihtiyacını hissettirirken, bir çıkardım kendi kendime "aaaaa" demişim...
Hayır işin enteresan kısmı o hale nasıl geldin, çantayı kimsenin kafasına da geçirmedim...
Koydum yerine gözlerimi kamaştıra kamaştıra devam yoluma...
Gözlükten de oldum iki ara bir dere, hiç malımın kıymetini bilmem, atarım bavul çantamın dehlizlerine, her türlü eşyamda öyleyim neyim var neyim yok bilmem, kaybolsa aklıma gelmez dünyadan bihaber...
Gözlük gitti ama hastaneden iyi haberlerle döndüm, bahçeden de biçilen çim kokuları mis...
Akşama spor, tv, Renoyla anne-kız mayışması, kudurması, hafta sonu haydi gel bakalım...

25 Mayıs 2010 Salı

Bitmeyen Finalim...

Eski dosta merhaba demek gibi ya da uzaktan sevdiğinin de sana olan ilgisi ortaya çıkmış da, ilk buluşmanın yapılacak olması gibi elim titrek, parmaklarım paslanmış...
Senden bahsediyorum sevgili meydanım, yorumsuz dert ortağım, iç sesimin parmaklarımdan çıkan nihavent makamım...
Çok sevdiğim kitabı bitmesin diye okuyamadığım hatta biteceğini bildiğim ve bir daha olmayacağına kani olduğum, Lost'un bile finalini izleyemediğim durumumsun, meydanım...
Herşeye döşeneceğimi düşünürdüm de; yazdığım şu alana, dar alanımın bucaksız deryasına methiyeler dizeceğimi deseler, yalancı diye arkalarından kovalardım...
Günler günleri, su molası bile vermeden kovalarken, geçtiğimiz günlerde ağır misafirler ağırladım uzak diyardan, Beyimin annesi ve ablası, artı küçük oğluyla...
İlk dönemlerde çok süper durumlarımız olmasa da, şimdilerde sessiz, manidar, üzerine bir samimiyet perdesi altındaki küçük piyesimizi oynadık...

En son tespitim şudur;

Beyimin validesi der ki; "benim süper yetiştirilmiş, namütanehid, fevkin üzerindeki oğlum, bu da yanındaki oğlumun sevip aldığı kadın..."
Eyvallah...

Budur özeti durumun fakat yine de hakkıMı yemeyeyim; "sabır" sonu selametli bir hadise olup, gidişatına şaşırdığım bu mevzunun, derinden düşündürmesi şeklinde, beyinde vuku bulması diye birşey işte özetle...
Misafirleri gönderdikten sonra, geçen haftadan çekilen, üç ayda bir kontrol adı altındaki stres bombardımanı demenin daha doğru olduğu bir durum var ki o da babamın genel kontrolleri...
Onun da sonucunu dün aldım; çok da parlak değil ama kötü de değil, buna da şükür edip, beterinden saklasın Allahım demek suretiyle, bir üç ay sonrasına verilmiş sadakamız varmış demek üzere deyip bölümü sonlandırmak lazım gelir...
Onun dışında gündüzler geceler dingin ayın şavkında, mehtabın en güzelinde, kem gözlerden saklasın huzurunda geçmekte, geceyi gündüze bağlayan dilimlerin keyfi sonuna kadar çıkarılmaktadır...


Hürmetler efendim...
Fotoğraf bizim beyin Rusya St.Petersburg seyahatinden Ermitaj Müzesi...

14 Mayıs 2010 Cuma

Kuruyemişçiyim O zaman...

Sene 2001, aylardan Kasım ya da Ekim, okuldan mezun olmuşum öğretmen yeterlilik var, yeterli değilim ne anlar beden eğitimi öğretmeni tarihten, matemetikten, zaten de lisede görülmüş en son, tembellik de o saatten sonra çalışmaya yeğ...
Apartmanda şimdiki çalıştığım kurumda çalışan, abla ağabey dediğim saydığım, sevdiğim bir çift var...
Bir gece kapıya geldi İ. ağabey dedi ki bizim kurum sınav açacak senin bölüm mezunlarına katıl mutlaka...
Sağol İ. ağabey katılırım, başvurumu yaptım, sınav günü pazar ingilizce sınav var.
Çok da matah değil ingilizcem, o kadar kurslara, hazırlığa rağmen hep haytalıktan benimki...
Neyse pazar günü sabahtan metroya gittim her pazarki gibi, dükkanın acil ihtiyacı ne varsa aldım geldim, kahvemi demleyip içip dükkanı çocuklara bırakıp zaten de Sıhhıye' ye yakın Atatürk Lisesi' nde sınav gittim...
Girdim geldim, dedim babama hiç birşey anlamadım sorulardan da cevaplarından da, unutun sakın da birşey sormayın dedim kafamda da sildim gittim...
Bir sabah Marlboro siparişi verirken bir telefon, kim hatırlamıyorum sınavı kazanmışım işte nasip...
Sonrası malum sabıka kaydı, sağlık raporu, prosedür tamamlanmasının ardından 30 kişi bir yerde toplandık biz cücükler, bakıyoruz birbirimize ne olduk biz şimdi diye...
Dört kişi seçtiler önce Kızılay binasına gittik, Genel Müdür Yardımcılarının yanına birer kişi kaldık...
Daha da beter sudan çıkmış balık gibiyiz, daha dünün çocukları şimdi koskoca Genel Müdür Yardımcısının yanında, devlet erkanından anlayan bir adam da değilim ki, esnaflık yaptım eyvallahım da yok, zaten zor adapte oldum...
Benim yanına verildiğim Genel Müdür Yardımcım da çok medeni, işini fevkalade yapan, mevzuatı sular selleri bırak aşmış gitmiş, yıllarını vermiş, özverili fakat sert mizacıyla seveni olduğu kadar sevmeyeni de fazla bir devlet adamı...
Onun çalışma sistemi, disiplini davranışları, hep hakkını arayan tavrı, düsturum oldu benim için, şanslıydım ilk başladığım yer en ustanın yanıydı...
Sabah öğrendim şimdi görevde değil ve ben çok üzüldüm, önce Kurum sonra Devlet böyle bir "Değer" i kaybettiği için...
(Parantez içi: "Devir kapatan olayları sevmedim hiç bir zaman")

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Sabahın 09:25' ine...

Sizlerden şans dileklerinizi ve dualarınızı bekliyorum...
Adaletin terazisinin hassaslığına yürekten güvenirken, önce Allah' ın izniyle sonra Dijlem' in desteği, sevdiklerimin dualarıyla bu badireyi de atlatacağıma inanıyorum...


Haydi bakalım sabah ola hayır ola...

11 Mayıs 2010 Salı

Böyleyken Böyle...


Rengarenk saçaklarıyla renk saçarken etrafa...



Bir zaman eşini özleyen uğur böceğiyken...



Bir zaman yalnız, kendini dinlerken köşesinde...



Bir zaman kıvrılıp dalarken, huzurla...

En sonunda sığındığı dünyanın anahtarı elinde şükrederken...

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Süzme...

Şu ezberbozan caanım hayatın kazık sorulu sınav soruları, öğretmenin ben verdim onları demesine rağmen hep bilinmeyen yerden çıkar ya...

Sınavları kadar yaşattıkları da öyle o caanım hayatın; bilirsin belki beş hamle sonrasını histir, ileriyi görmektir neyse adı belki de bildiğindir, kitabını yazdığın, ciğerini okuduğun, bir sürü varyasyon...

Aslolan lafı dolandırmak değil elbet yeterince dolaşık açıldı - bu arada anneannem örgü örerken ipi dolaşırsa onu üşenmeden açarsan eğer kayınvalidenle geçinmeye gönlün var sabırlısın der hep dolaşık deyince çağrışım yaptı- bilirsin karşındakini, olayını, yaptıklarını fakat bir kalırsın neden ki; ne tavrın değişir, ne sözlerin, ne mesafen...

Koyar gibi olduğunda da bir bakarsın unutmuşsun, kaldığın yerden devam...

Demek bünyenin unutma mekanizması adı altında salak affediciliği vuku buluyor...

Bir bakıma iyi; sırtında onun kamburu, kırıklığın, küslüğün ağırlığından yırtıyorsun fakat madalyonu çevir bak ne yazıyor üzerinde "salak" hem de en süzmesinden...

Kreşim - Öğretmenim...

Evimin rengi Rengin' ime 2,5 yaşına kadar anneciğim baktı Allah razı olsun...
Fakat apar topar kreşe vermemiz icap ettiği zaman hiç bir anne tanımıyorum ki kreş kreş gezmeden çocuğunu versin...
Ben sınıfında bir ilkim sanırım...
Üyesi olduğum ankaralı anneler mail grubunda sıkça bu tip konular yazılır, kim hangi kreşten memnun ya da başka şeyler vs.
Zamanın birinde aklımda kalmış, daha kreşi gidip görmedim tamamen referans, öyle çok büyük paralar verebilecek gibi de değiliz...
Dolayısıyla verdiği hizmet karşılığında cüzi miktar parasıyla memnun olan da bir sürü insan olduktan sonra tabi ki, tam ara devre de olduğu için (Şubat) araya tanıdık sokmak suretiyle halen gittiğimiz kreşimize kaydolduk...
Burası bir belediye kreşi...
Gerçekten her yönden on numara ki talepten de sonraları görüyorum ki artık noter huzurunda binlerce başvuru yapılıyor...
Öğretmenleri deseniz şeker gibiler...
Daha ne ister ebeveyn kaldı ki çocuklar da memnun...
Böylece herşey ala...
İyi gitmeyen ne var peki...
Öğretmenlerin bitmeyen kaygıları, ne olacağız biz yarınımız belli değil durumları...
Ne kadro, ne yarın ne olacaklarının belirsizliği ve başka bir sürü etken geçen aylarda alınamayan aylarca maaşlar...
Onların kafası salim olmazsa, zaten aldıkları asgari ücretten hallice maaşları da verilmez, yarınlarının ne olacağı konusunda sürekli tedirgin olurlarsa ve konu hakkında kendilerine hiç bir bilgi verilmezse, çocuklarımız için ne gibi bir verim bekleyebiliriz...
Yine de cansiperhane özveriyle çalışıyorlar başlarındaki onca çocukla evlerine para götürmeden, faturalarımızı kiralarımızı ödeyemiyoruz ne olacağımız da belirsiz ama onlar bizim çocuklarımız onların ne suçu var diyecek kadar vicdan sahibi pırıl pırıl öğretmenler...
Yarın öğlen tatilinde belediye binasında toplanıyorlar ben de yanlarındayım hem de sonuna kadar...

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Aslında;


Bastığın yerin ne kadar dandik olduğunu, ayakların yere değdiğinde anlıyorsun...
Ardına bakıyorsun ki; bir koca topun üzerinde, bir ileri, iki geri, sayısı kaç bilinmez, yana gidip geliyorsun...
Üzerindeyken yalpalamalarına da "Neşeli Hayat" diyorsun...

6 Mayıs 2010 Perşembe

Biri Gitti Kaldı Diğeri...

Bu sene kıl payı hatırlanan, her sene "günü" beklenilen Hıdırellez' i kaçırmamanın verdiği ferahlıkla, gül dibine dilekler tutuldu, geçen senenin bir adet dileğinin gerçekleşmesi sebebiyle biri eksildi yenisi eklendi, sabah da kalkılıp her dileğe iliştirilen bozuk parası alındı saklanır artık bütün yıl cüzdanda...
Haydi hayırlısı...
Bu arada sevdiceğim bir arkadaşım yazılarımın eski lezzetinde olmadığını, fotoğraf yoksunluğundan bahsetti, ben de dedim ki; bu ara ben ziyadesiyle lezzetliyim, hayatın mayışıklığı yazıları sekteye uğrattı, hele fotoğraf, çiziyorum sadece resmini çekmeye fırsat kalmadan halin...
Bugün itibariyle bizim nazlı kuzudan ilk ayrılmamızı yaşıyoruz resmi olarak, kendisi Hamdüne' sini Kayseri' ye götürecek olan anneannesinin yanına takılarak terk-i diyar etti evi...
Öpücüklerle ellerimiz kopana kadar sallamalarla yolcu ettim onları...
Bir diğer aile ferdini ev direğini de yakın zamanda uğurladıktan sonra geriye Allah kavuştursun sağlıkla kazasız belasız demekten başka birşey kalmıyor...
Bu arada haydi bakalım davaların ikincisine kaldı yedi gün hayırlısı...
Ben resme devam edeyim hazır kimsecikler yokken...

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Kaç Semer?

Bu ara yakın örnek, çevremde iki adam aşırı yorgunluktan yıkıldı, ciddi anlamda yataklara düştüler, ateş, bitkinlik ve sonunda tedaviler...
Sebep aşırı yorgunluk...
Malum hayat o kadar koşturmaca ki; sürekli bir yerlere yetişme, bizim evde sabah kalkıp sürekli hadi annecim, biraz acele et annecim, bak seni okula götürüp servise yetişeceğiz annecim...
Sonra ekliyorum mecburen, bak annecim hayat böyle birşey işte, sürekli biryerlere yetişmek zorundayız ve bunun için sallanma lüksümüz yok ve sen de işlerini olabildiğince çabuk yapmalısın...
Belki benim çocukluğumda da böyleydi ama annemin yetişeceği bir yer olmadığından bu kadar sıkboğaz etmezdi beni...
Bir yandan da çok üzülüyorum, hafta içi koştur koştur yetiş, hafta sonu yok cimnastik dedik ona koştur...
Daha çevreden diyorlar cimnastikten çıksın yüzmeye de gitsin...
Oldu daha nereye yetişsin bu çocuk?
Aslında baştan demem şu ki; hayat hani iki kişinin paylaşımı amacıyla birleştirilen hayat oluyor ya evlilik denen resmi yazışmanın altına atılan imzayla...
Sonrasında erkeğin kendini yayması, kadının ırgat gibi çalışması...
Kimi evde bu tabir-i caizse ki teşbihte hata olmaz, benimki kendimi anlatmak tamamen, erkeğin üzerine biniyor kimi evde bende olduğu gibi benim...
Sağolsun benim bey üç kızın içinde tek erkek, dolayısıyla suyuna kadar önüne gelmiş ev anlamında çalışmaktan bihaber, bir de üzerine yoğun iş hayatı da olunca bahanesi de kendiliğinden hazır çok yoruluyorum, zaten senin işin rahat...
Evet benim işim rahat dönemsel olarak ama benim de öbür taraftan ırgatlığım başlıyor, çocuk ev işi, dışarı işi, sık sık seyahatlere gidişinin yıkılan tarafın üzerimdeki yükü...
Bazen diyorum ben alıştırdım, en basiti çayının şekerine kadar koyup karıştırıp önüne koymak ve yerinden kalkmasın koltuk soğumasın maksatlı semerlerimi çoğaltma işini...
İşte çoğu zaman gıpta ediyorum bu işi erkeklerin üstlendikleri hanelere...
Fakat gel gör ki yetiişme şekli de en büyük etken diyorum, annem de böyle haza hizmetçi ruhuyla donatılmış bir bünyeyken odan çıkan da zevk-ü sefa içinde beylik yapacak değil ya...
Kendim de yapamam zaten, can tezliğinden karşımdakine kıyamamamdan, her işi illa ben halledeceğim dürtüsünden, çok lazım ya...
Ne oluyor ki yorgunluk artık senin kadim dostun olmaktan başka...
Bunun tam tersi olduğu hanede de bu sefer dışardan bakıldığında, nasıl insanlar benim halime üzülüp süzülüyorlar, ben de bu sefer onların haline vah vah diyorum, ayna işte aksini bana yansıtıyor kendi halimi seyreyliyorum...
Fakat şu sonucu çıkarmak lazım diyorum sonrasında, sorumluluklar eşit, paylaşımların birlikte olduğu, kimsenin kimseden fazla paralanmadığı bir düzen oluşturmak en iyisi...
En sonunda da şöyle bağlamak şart, malesef böyle gelmiş böyle gidecek korkarım vallah dizelerini söyleyip devam kalındığı yerden hayata...

2 Mayıs 2010 Pazar

Hem Arı Hem Bee...

Sevmediğim yegane huylarımdan biri yemeği arkamdan atlı koştururcasına yemek ve içecekleri sıcak soğuk farketmeksizin mümkünse nefes almadan içmek...

Yemekle aramda bir aşk doğuyor sanki; her öğünde ayrı bir tutkuyla bağlanıp, ağzıma aldığım lokmanın bitmesine müsade etmeden ikincisini alıyorum...

Gerçi aşkı çarçabuk öldürüyorum ama onu da maymun iştahlılığıma verip sıyrılıyorum, yeni öğün yeni aşk...

Nedir bu acele ki; hayır görüntü de iğrenç, öyle tıkıştır ağza...

Allahtan dışarda efendi gibi yiyorum, neyse ki çiğneme özelliği olan dişlerimi yutma işine dahil etmediğimden, ağzıma ne kadar alırsam lokmayı ebat olarak, saniye sürmeden yolladığım için öyle vahşi hayvani görüntüm olmuyor...

Bir de yemek esnasında konuşmaktan hiç haz almıyorum, nedeni aşkımla arama girilmesi lokmalarıma ara verilmesi demek ki; bu da hiç hoşuma giden bir durum değil...

İçeceklerde de şu sıkıntı hasıl, bir yere gidiliyor çay kahve sıcak soğuk ben de bir hız hayır orası söğüt gölgesi değil ki oturula öyle ben bardak önüme koyulana garson daha masadan ayrılmaya kalmadan bardağı boşalttığım için ekstra zararlı oluyor benim keseme...

Velhasıl lokma yirmi kere ağızda yirmi kere çiğnenmeli - ki ikinci çiğneme hareketinde çiğneyecek lokma nerde bende-, yemek yirmi dakikaya yayılmalı ki beyine doyma hissi iletilsin -benim durum böyleyken beyin ne uyarı alıyor ne his- şeklinde fazla kilo almayın hadidesi bende tamamen geçerliliğini yitirmiş oluyor...
Bu yazıyı neden yazdım hangi akla hizmet ettim bilinmez de yazmışken yayınlayayım dedim bu arada da iş yerim çayır çimen bakınırken bir çam ağacı etrafında kaç kovan dolusu bilinmez arı istilası tam kapıya yakın çamın etrafında hem de...
Animasyon arı nin dışında bu kadar arıyı bir arada görmemiştim her biri koca koca, boşaltmaya çalışıyorlar dışarda şimdi ben de hapis...
Hayır yemek saati de gelmez mi üzerine?
Şimdi baktım camdan ağacın dibinde iki boş koli içlerinde tatlı...
Arılara bir dil dökülmediği kaldı bakalım kimin aklı kimin aklını yenecek...