22 Şubat 2011 Salı

Var oğlu Var...

Üzerime aldığım sorumluluğu illaki yapmak zorunda olan "ben" için, blog işi de yazamadığım zamanlarda aklımın hep bir kenarında, sanki maaşlı işimmiş de ne yazsam dediğim hatta  hergün bugün ne pişirsem derdiyle kıvranan kadın gibi ben de kıvranıyorum sıklıkla...
Bazen aman moralim sıfır ne yazacağım şimdi mızıldanarak ya da pür neşe haydi keyfini çıkarayım, ne yazılır ki hop hop altın top, bu ne toparlacık bir hayat diye, hani çok sevinirsin de yiyemezsin birşey, çok üzülürsün yine yiyemezsin birşey tarzı bir durum işte...
Gezdiğim gördüğüm, yediğim içtiğimi de yazmak baaak ben nerelerdeyim kimlerle nasılım diye de olacağından ondan da imtina ederim...
Velhasıl bu ara internette dolan dur, yarınki seyahate kafanda hazırlan ha seyahat demişken zat-i aliniz oryantiring hakemi... Hem de ayıptır söylemesi ilk hakemlerinden... Bu arada oryantiring için önden buyrun... Lütfen siteyi inceleyip özellikle çocuklarınıza bu sporu sevdiriniz, kendiniz de seviniz zira ailecek yapılacak doğayla iç içe şahane bir outdoor aktivite... Ayrıca İstanbul' daki dinleyicilerimiz için de IOG çok sağlam işler çıkarıyorlar...
Bu hafta sonu çok özlediğim oryantiring için çalışabileceğim hem değişiklik olacak bizim beyle, hem iş...
Hazır duyuru ilan tahtasına döndürdüm durumu bir de hani "internette indirim sitelerine gün geçmiyor ki bir yenisi eklenmesin" vallaha bu tırnak içi cümleyi bilerek isteyerek yazdım hep okurdum kullanmak bugüneymiş :)
Bir yenisi daha eklenmesin dedim eklenmiş tertemiz yeni bir sayfa açmış gibi çeşit çeşit fırsat da indirim de...
O zaman buyrun buradan da kendilerine...

19 Şubat 2011 Cumartesi

Olmak istemediğim senaryonun istemsiz oyuncusuyken; bir anda peydah olan, umarsız bir "çığlık", eli ayapı kesip, kalbi kütleten...
Sonrası karanlık, nedensiz...
Üzerinde durulması abes, saçma sapan uydurma belki ama yine de gözden yaş getiren, içi küçüklüğe/gençliğe döndüren, eski sevgiliye özlem gibi ağlamaklı, burada bu halde olmamalıyım dercesine çırpınan kuş olsam varsam gitsem...
Gelince değişen birşey olmamış, dağınıklık devam, yarım bırakılmış bardak, toplanmamış sofra, dağınık yatak...
Cam aralık kalmış, perde uçuşuyor...
Ahengi bozmadan, yarım bırakılanlara inat, tamamlamadan çırpıp kanatları uçup gittim sessizce, farkedilmeden...
13.02.2011
23:00


17 Şubat 2011 Perşembe

Tencere Dibin Kara...

Yazılabilir anlarla yazılabilinemeyen anlar arası; bloga gireyim aklımdaki cümle de uçmasın dediğim anla, yeni kayıta tıklayınca sayfanın açılması  arası aklımdakilerin uçması kadar kısa...
Günlerin kısacık olması etken belkide meydanımın boş kalması yoksa kimseye bırakmak niyetinde olduğumdan değil...
Açık vermek gibi olmasın, acılı şarkıları yazdıran nasıl yaşanılanlarsa, acılı yazılanlar da aynı gibi, her zaman olmasa da...
Koca koca ayları devirip dönüp arkaya bakınca, aslında devrilmemişler de yerinde durmuşlar, yanlarından biz devrilmişiz gibi...
Aşılmış, yeni boyutuna, ayırdımına varılmış hayatın seyri, benim uzun cümlelerimin arasındaki satır sırları gibi...
Ambalajında gizli madinar durumu...
Mutluluğun resmini "çizen", o küçücük kanepeye üst üste yerleştirdiği ailenin, yüzlerindeki sıcacık, paramız yok ama bakın ne kadar da mutluyuz ifadesi, benim evimde başka bir karede vücut buluyor...
Demek ki mutluluk puding pişen tencerenin dibine çöreklenmekmiş diyor hem çeken hem buraya yerleştiren...



10 Şubat 2011 Perşembe

Kendimde çok bir matahlığı olmayan aksine kutlamalarda hala utanan sıkılan,  sevdikleriminkinde olunca daha çok heyecanlandıran sevindiren...
Babamsız bir ilki daha yaşadığım ama inadına şu içimdeki haylazı şımarığı hiç kaybetmeyecek büyütmeyecek olmam...
Ömrümün yiten bir yılını daha kovalıyorum...

9 Şubat 2011 Çarşamba

Gözlüksüzdü bakılan zaman, bakılan yer...
Bu kez tak bakalım belki açı değişir...
Mevzunun üzerine konuşmalı mı?
Konuşmamalı mı?
Yoğurdun sarımsaklanıp da mı saklanacağı yoksa sarımsaklanmadan mı saklanacağı olsa keşke bütün herşey...
Bakınca sonuna, çıktığı yol belli aslında, düşülse ne, kafa yorulmasa ne...
Asıl o yolun ilerlemesinin olmaması, ne arpası yol almak namümkün senin de bildiği üzere...
Heyhat! Yol alınmasa da, gidilmese de, alttan akıyor, yanlardan gidiyor, kendin de gidiyorsun sanıp bir bakıyorsun ki -muş gibi yapmışsın...
Halk arasında "yalandan eşek olma" pekala da bunun adı...
Birbirine öylesine sirayet etmiş ki, öylesine girift ki, ayırması da, ayrıştırması da, üzerine konuşması da, ayıklaması da, hay anasının taaaaa ..................
İlacı olan başına sürsün, karanlıkken aydınlığa çıksın, olmadı aslında kafayı kaldırıp sudan çıkmak kafi, o zaman nefes alırsın tabi almayı unutmadıysan...


"Fotoğraf : Onur Kıratlı"

7 Şubat 2011 Pazartesi

Küçük Yaşta Katil Oluyorken...

Pazar günü Rengin' i tribünden izler ve raketle topa her vurduğunda sanki Sharapovaymışcasına sevinirken...
Zamanında beni de annemin 19 Mayıs Stadyumundaki yüzme havuzunda debelenirken tribünde izlediği aklıma geldi...
Gerçi annem de suda her çırpındığımda, benim gibi ağzı kulaklarında sırıtıp hatta uzaktan alkış filan yapmıyordu tabi  -duygularını göstermez yavru ceylan-  belki içi çoşarken dışardan metanet abidesiyim yine de aferin kızıma ama içimden diyecek..
Hiç unutmam, kursun daha ilk on dakikası filan, kenarda sıradayız sen teknikten bihaber hoca devir hepimizi suya...
Tabi ben ne yaptım, can havliyle elimin altına kim geldiyse ve Allah ne verdiyse can derdine düşüp kurbanın kafasına bastım ki dışarı çıkabileyim...
Seneler sonra dersini alıp da bu işin öğretim basamaklamalarını öğrenince belki de beni daha küçükken katil yapabilecek hocama da sevgilerimi gönderiyorum, yaşıyorsa Allah ömür versin değilse Rahmet eylesin diye...


4 Şubat 2011 Cuma

Coştum Yine Dalgalanıyorum...

"Düşün düşün boktur işin" özlü sözünün doğruluğunu, yazı yazarken anlıyor insan...
Düşününce bir halt olmadığı gibi, yazı filan da çıkmıyor meydana...
(Bu "meydana" biraz bastırarak meyaneli okunursa)
Hadisesi nazik yazı yazmanın; düşünülesi değil...
Düşünmeden yazınca sanki, merdivenin üst basamağındaymışcasına, hızlıca iniyorsun ikişer ikişer...
Bir de tarzını belirlememiş, her telden dıngırdatan şarkıcılar gibiyim...
Bazen evdeki kıytırık işi yazıya döküp, bazen kendimce yazıyorum canım ucundan dedirtecek karalamalar yapıyorum...
Kime hitap etsem ki acaba, ayırdımında değilim ayrıca...
Karşımda hayali arkadaşım varmış gibi mi süzülsem...
Yoksa kürsüden mi bağlansam canlı yayına...
Sarıyorum baktım da satırın başındaki özlü söze...
Aman savur kendini yazan, dıngırdat gitarını her telden...

Bir de o sonsuz yolculuğa en yakın gidende; 2008 Ekim sonunda tadıp, delicesine düşkün olduğum babaannemin gidişi neticesi, vücudumun rutin aylık çalışmasının uzun bir süre sekteye uğramasıyla patlak veren üzüntü patlaması...
Babamda bir numara olmaması sonucu "Allah Allah bak mukadderat deyip kendimi nasıl da hazırlamışım hiç birşey olmadı aylık düzende" deyip hatta babama hiç üzülmedim mi? deyip kendime hafif yollu kızmam...
Vücudumun üzüntü dışa vurumunun vadesi geç gelen hediyesi gibi saçımın tepe kısmının açılmasıyla vuku buldu sağolsun...
Şöyle alnımdan bakınca gayet muntazam olduğuna kanaat getirdiğim kafa derim maşallah aymanaçık ortada...
Hayır avuç avuç diye tabir edilen ele gelen saç kılları uyandırmadı da beni uzunca bir süre...
Arık demir almak zamanı gelmişse zamandan deyip bir hal çaresine bakmak icap ederin üzerinden, tesadüfe bakın ki kızkardeşimin arkadaşının kızkardeşi de aynı dertten muzdarip olunca onun çaresine başvurmak acilen elzem oldu...
Ekrandan siparişler verildi şampuanımız kokmayanından sarımsaklı elimde fakat yıkarken buram buram kokusu geldi de Allahtan sonrasında kokmuyor...
Sonrasında haftada iki gün kullanılacak iki saat bekletilecek yağımız elimizde...
Bugün itibariyle yağlanıldı bekletilindi...
Eğer kökler tümüyle ölmedilerse umut var yoksa seyreltiyi ört bas etmenin çaresi, eldeki avuçtakini toplamak, kalanları bir arada tutmak ve yine en kıymetli kalanlara şükretmek gereği akla kazındı...

3 Şubat 2011 Perşembe

Herşey Tamam mı?

Piyanonun ayarı...
Odanın sıcaklığı...
Ya kemanın akordu...
Ya da sabaha evi, kokusuyla çoşturacak olanın malzemeleri...
Diğerleri mi; içindeler, sırayla gelecekler, bekliyorlar sıralarını...
Belki de hiç çıkmayacaklar...
Çünkü çıkanlar öylesine baskın ki; diğerleri üvertür kalıyor, assolist olmaları gerektiği baş tacı edilmeleri gerektiği halde...
Yazık oluyor ondan sonra yitenlere...
Yalnızlık senfonisine hazırlanan orkestranın boş sandalyeleri gibi...
Adı yalnızlık ya, şimdi orkestranın elemanları desem olmayacak, hani neresinde yalnızlık olacak...
Halbuki en acısı kalabalığın içindeki olan değil miydi?
O değil miydi en çok can yakan...
Bu orkestranın alamet-i farikası, sandalyelerinin boşluğunda...
Salonun aralık kapısından arsızca süzülen rüzgarın ıslığında...
Belki cereyan yapıyor, belki yolu budur, kapansalar ya, ikisinden biri ya da her ikisi de... Bitmeyecek ki oksijen korkulacak ne var...
Bilakis, o kadar temizlenecek hava, o kadar bollaşacak ki, senfoninin ortasında sandalyelerin hepsinden doluymuşcasına yükselen, ne nağmeler dökülecek üzerlerine...


Pronto! Toz Alacaktık...?!

Anneyim, çalışan kadınım, ablayım, evladım, en nihayetinde ev hanımıyım...
Hepimizin ev işinde sevdiği, sevmediği kalemler var...
Ütü yapmaya bayılırım mesela, iyi açan şöyle deliler gibi buhar fışkırtan bir ütü olsun saatlerce yapayım...
Sonra...
Bulaşık yıkamak, o su akınca benim de beynimdeki kabuk akıyor sanki, üzerindeki kara kabuk...
En en en sevmediğimse, fotoğrafla alakadar toz almak...
Deliririm, bir de üzerine sevmediği ot burnunda biter gibi, sen git mobilya "venge" ol...
Alıp da arkamı döndüğümde yine üzeri silme toz olur mu?
Olur, bunun iyi al, kötü alla alakası yok...
Genellikle yukarıdaki ürünün sprey şeklinde olanını da kullanmakla birlikte, en çok kullandığım olan köpek kuyruğu kıvamındaki ürününü, sen firma benim ülkeme getirme artık...
Neden?
Nedendir, işe yarayan bir üründen mahrum edersin ki bizi...
Firmayı aradım, sizin gibi herkes isyan ediyor arıyorlar deyip üzerine ekliyor hanımefendi tüm iyi niyetiyle, yurt dışında tanıdığınız varsa getirtebilirsiniz...
Tövbe de getirtmem...
Sen benim ülkemden sakın malını, sonra ben ülke ülke dolanayım...
Getirirsen yurduma alırım yoksa da eyvallah...

1 Şubat 2011 Salı

Anne - Kız / Anne - Kuma


Rengin Hanımla evdeyiz tatil boyu...
Bana da çok iyi geldi uzun süre evde olmak alışkın olmadığım ama özlediğim hayal gibiydi şimdi masaldayım...
Fakat Rengin sen neymişsin annem yaw...
Bir saç saça girmediğimiz kalıyor gerçi bunların da sonu hep gülüşmelerle sonlanıyor da sanki benim yaşımda bir kumam var karşımda her lafa cevap herşeye bahane...
Anında...
Havaların karlı buzlu olmasına aldırmadan dışarı çıkıyoruz hanımın canı sıkılmasın hava alsın diye...
Yaranamıyoruz yine de...
Zor cidden...
Ama evde hayat şimdilik çok tatlı küçük hanımla da...
Tatil menümüzün giriş bölümünde; bir tanecik teyzemizin doğum gününü kutladık, yaptık pastamızı, aldık elimize gittik ona...
Dönüşte karlarda oynadık...
Pinokyoya gittik bayıldık...
Sonra gazetenin verdiği kitapları aldık, vay be dedik kırk kitap, kırkı da birbirinden güzel kitap...






28 Ocak 2011 Cuma

Karneler Elimizde...

İlkler işte böylesine heyecanlı, böylesine büyütülüyor...
Gerçi bana kalsa büyütecek birşey var mı? 
Var tabiki de, ilk karne ilk heyecan...



Üniversite diploması olsun inşallah...

27 Ocak 2011 Perşembe

Neler Diledim Neler...


Şimdi bitirdim Universiade 2011 Erzurum Kış Oyunlarının açılışını...
Hem kurumum düzenledi ona bir göğsüm kabardı, hem de o kadar gösterişli ve güzel bir açılış oldu ki...
Tabi açılışın bu kadar şahaneliğini hakeden en büyük unsur da Anadolu Ateşi dansçıları, kaeografileri dansları...
Hey Allahım dedim içimden nasıl bir memleketim var, nasıl bir mozaiktir yaşadığım yer...
Kültürü, dansları, insanları, yüzyıllarca nasıl kardeşçe yaşanmışlığı...
Müziğimiz, hele sonra kabardım bir daha, seksen ülkede canlı yayınlandı ya açılış, demişlerdir dedim vay be ne ülkeymiş şunların danslarının müziklerinin danslarının çeşitliliğine bak şu ihtişama bak...
Tüylerim diken diken oldu, hele ki o dansların Mevlana işlenen bölümünde, o ney sesinden çıkan huzurun, semazenlerin danslarında vücut bulmuş haline...
Sonra dedim ki; kendi kendime yeniden, kendi kendine yetebilen yedi ülkeden biri olsa yine yurdum, GDO lu ürünlerle hiç tanışmasa, felaketler olmasa, orası burası parça parça özelleşmese, güneşli olsa içimiz hep, barış olsa, kardeşlik olsa...
Olsa işte...
Ha bir de konseri Tarkan' la Sertap Erener verselerdi de inleseydi ortalık...

Bildiğin Kocaman Komik Bir Aileyiz...


Gece okudum türbe mevzunu da oradan öğrendim sonra uzun süren bir telefon konuşmasında perçinleyip çınlattık gülmeleri...
Buradan buyrun, önden lütfen...

25 Ocak 2011 Salı

Bugünki Yeni Sayfamın Başlangıcı... Teşekkürler...


 Söyleyemediklerimi İşitin Lütfen
Bana aldanmayın!
Yüzüm bir maskedir,
Sizi aldatmasın.
Binlerce maskem var.
Çıkarmaya korktuğum.
Ve, hiç biri ben değilim...
Olmadığımı göstermek
İkinci doğam oldu.
'kendinden emin biri' dersiniz,
sanki güllük gülistanlıkbenim için herşey...
adım güven belirtir.

Ve,
Oyunumun adı
Ağırbaşlılıktır.
İçimde ve dışımda denizler sakin,
Herşeyin kumandanı ben...
Fakat, inanmayın bana,

Lütfen!..

Herşey dışta düzgün ve cilalı,
Hiç yıpranmayan, her zaman saklayan
O maske!..
Altta ne güven, ne de rahatlık...
Altta,
Karışıklık, korku ve yalnızlık içinde bocalayan
Gerçek ben!..
Ama saklarım bu gerçeği savunuculukla
Kimsenin bilmesini istemem
Zayıf taraflarımı düşündükçe,
Titrer ve sararırım...
Ve başkaları görürse iç dünyamı...
Gerçek beni ve yalnızlığımı!

İşte, maskelerimi onun için takarım...
Onun için, arkalarına saklanacak maskelerim var.
Onlar, gösterişle kullanabileceğim
Parlatılmış yüzlerim.

Bana,

"sen değerlisin" diyecek,
"maskesizken daha bir insansın''

"daha bir bendensin''
"daha yakın, daha bir dostsun"
diyecek bir bakışa
muhtacım...
benim yanıma sokulman kolay olmayacaktır!..
uyarırım seni dost!..
uzun yıllar kendini yetersiz hissetmiş ben,
sana kendini kolayca açmayacaktır...
bütün gücümle tutunacağım maskelerime
ne kadar sokulursan yakınıma
o denli şiddetli geri iteceğim seni...
kim olduğumu merak ediyor musun?

Hiç merak etme...
Ben çevrendeki
Her erkek ve kadınım...
Maske takan her insanım.

-Doğan Cüleloğlu-

24 Ocak 2011 Pazartesi

+ 00:00...


Bunun üzerine daha kalem oynatılmaz…
Bunun üzerine daha kelam edilmez...
Bunun üzerine yüze bakmaya da bakılmaya da yürek yetmez...
Bunun üzerine “olsaydılı” lafları edilmez...

Ne yapılır…

Ne yapılacağı bilinse oraya adım atılırdı da…
Yönünü şaşırmış da pusulanın ibresi şaşmış gibi bakakalınır…
Oturulmadığından kalkılınmaz…
Beklenilir hep beklenilir…
Yeni doğacak günden medet umularak…
Umudunsa esamesini unutarak…

20 Ocak 2011 Perşembe


İnsan 37 sine ramak kala hala yeni yeni büyüyorum der mi?
Yuh derler adama küçül de cebime gir...
Burnum boka batmadan hiç birşeyi anlamayan ben, anca işte diyorum kendimce...
Hiç bu kadar başıboş hissetmemiştim kendimi, başıboş ve bir o kadar huzurlu...
İşin babam kısmına girmiyorum hiç, kanayan acıyan tarafımdır çaktırmadan...
Uluya uluya ağlayasım olduğu zamanlarda, kendimi tutmam hala dirayetli durmam ya da Allah' tan korkmam konusudur beni frenleyen...
O konuya girmeyeyim hem zaten yarın nasılsa babamla dertleşme günüm...
Anlatıyorum anlatıyorum bir de yeri yeri yol kenarında, öyle mal gibi kendi kendime konuşuyor olmayayım diye tutuyorum kitabı önüme ki sapıttı olmayayım diye...
Hatta bazen o kadar oluyor ki sanki o sormuş da "haaa annem mi bu hafta gelemedi babacığım, biraz rahatsızdı ama selamlarını söyledi" şeklinde kendi kendime diyalog yapıyorum...
Hayırlısı...
Diyorum ya hayat başıboş ama huzurlu, arada şetyan azapta gerek misali kaşınıyorum sonra durduruyorum oyun işte benimki...
Bu ara zamanın dörtnala geçme durumuna dumur olmakla iştigal ediyorum...
Allah Allaaaaah okul açılmıştı açılacaktı derken işe bak hele sen, geldi ara tatil...
Bak haydi Cuma geldi yine...
Otobanda araba sayar gibi...
Hayat öylesine başıboş olunca yazacak birşey de hasıl olamıyor gibi...
Oysaki çok var da hangi satırın arasına ne sokuştursamın derdi...
Bu arada 3 Aralık 2010 itibariyle, lan ben bunu içemiyorum galiba nasıl da kötüymüş aslında tadı tuzu dediğim parmaklarımın arkadaşıyla 91 senedinden beri olan aşkımı sona erdirmiş ve halen devam ettirmiş bulunuyorum kendime şaşarak...
Arada iki gün tek tük içtim, ruh halinin cozutmasından...
Tabi yine de keskin konuşmuyorum, "bıraktım" değil benimki "içmiyorum" sadece canımın istemediğinden yoksa çok da elimi atasım da yok pakete, iyi böyle...
Bir de içimde bir huzur, bir rehavet, hayır olsun, çok alışkın olduğum durumlar değil malum...
Sonra diyorum ki en sevdiğim özdeyişle...
Amaaaaan koy g.tüne rahvan gitsin...
Efendim sevgi, saygı, selamlarımla...
En güzel günler geceler sizlerle olsun...

18 Ocak 2011 Salı

Ses Ses Deneme...


Süregelen olan biten tüm aykırılıklara, bu kadar sessiz kalan bir toplum olmamıza inanamıyorum...
En çok verginin alındığı, DÜNYANIN EN PAHALI BENZİNİNİN/MAZOTUNUN/LPG sinin kullanıldığı ülkemde, radyocu Nihat Sırdar' ın sabah 20:00 / akşam 19:00 da radyodan yağtığı EĞ(Y)LEMCE sine bile katılan insan sayısının devede kulak kaldığı ve buna rağmen devlet büyüğünün çıkıp da "benzinde vergi indirimine gitmeyi düşünmüyoruz" demesi...
Türkiye'nin en pahalı ulaşımına sahip şehrimin sakinlerinin, bu konudaki sakinliklerini muhafaza etmeleri...
Can babamın uğruna neredeyse öldüğü Galatasaray' ın, taraftarının protestosu için meşhur kuş cıvıltılarının olduğu paylaşım sitesinde protestocular için bir bakan danışmanının ve İstanbul'dan Sporla alakadar birinin (yanlış olmasın) neredeyse ana avrat düz gitmeleri...
Sürekli haberlerde gazetelerde çıkarıldılar hergün imzaya gelmeleri gerekirdi ama kaçmışlar ne yapalım anafikirli durum...
Eğitimin ve sayın bakanının dengeleri ve buna mukabil sistemin dengesizliği...
Bu nasıl memleket yahu diyebilen kişilerin azınlık kaldığı herkesin kendi kuyruğunu kurtarma derdinin hasıl olduğu...
Yazılası nicelerinin olduğu halde sadece EDEP YAHU! denip kestirip atmam gerektiği...

15 Ocak 2011 Cumartesi

Meleğime Selam Ederim...

Geriye dönülesi iş yapmıyorum şükür...
Yaptığımın yaptıklarımın ve hatta içine edip batırdıklarımın dahi her daim arkasındayım...
Ayrıca her zaman olacağım neden olmayayım ki; yapıldı bitti gitti "hesabı sorulmadan..."
En çok da bu bloğu açmamadır sevincim, başıma türlü maceraların gelmesine ve devam etmesine sebep meydanımı, haşarı çocuğum gibi görüp, daha bir şefkatle sarılıyorum her açtığımda kendisine...
İnsanlar seyahatte bir de gecenin bir vaktinde tanınırlarmış ya ha bir de borç verince...
Benimkinde de meydanımın ortaya çıkışından sonra diye bir madde daha eklemem lazım...
Artık türlü okuyanım var en zengininden en çeşitlisinden...
Kimi sıkı sıkıya takip ediyor, hakaret unsuru var mıdır, sonu davalık olur mu diyen...
Kimi tanıdık, akraba, talukat, eş, dost, düşman, arkadaş, konu komşu, mahalleli bizden bahis açmış mı, ne sokmuş ne demiş diyen...
Tey teeeeeyyyyyyy bu kadar uzun boylu değil ki...
Bu kadar tereğe çıkarılası değil, altı üstü önü arkası sağı solu aynı...
:)
Tanıdım, salağa yatıyoruz devam onu anladık ama hayat devam...
Babamın o son zamanlarında iki sefer başıma geldi ufak bir kriz sonrası kasılıp kilitlenip kalmam...
Ama sakın demiştim, sakinleştirici, depresan çözücü yok, neyse yaşanacak kanırtsa da delse de öldürse de...
Evet öldürüyor acısı her geçen gün şekil değiştirip deliyor çok özlüyorum inanılası anlatılası değil...!!!!!
Fakat nicelerini içsem zannetmiyorum ki meydanıma yazdıklarımın verdiği etkiyi versin...
Ben ne kadar kendimi afişe etsem de, şuyum buyum, adım soyadım budur desem de kimseye yok zararım, olsa da suçsa da çekerim efeler gibi müdanam olmaz kimselere...
Sade ve sadece kaderimizi yaşadığımıza inandığım kağıttan, yalandan dünyada vakit doldurmak gaye...
Yoksa gerisi hırslar, insanlık dışılıklar, komiklikler, zavallılıklar ah yazıklar...
İnancın bolluğu, kalbin arınmışlığı, insani vasifların artımı, mesele bu yeğen...
Gerisi debelen dur, herşeye rağmen tren bütün istasyonlara uğraya uğraya, ömrü yetenleri bırakarak, yeni katılanları yanına katarak ilerlemeye devam ediyor çuf çuf...
Bu arada kendisinin beni okuduğunu bugün itibariyle öğrendiğim Meleğim, sayıca çok teyzelerimin içindeki gözdeme çok selam ederim...
Çok güzelmiş kimselere selam gönderebilir miyim demeden heyt selam gönderesim var teyze bu selam sana gelsin demek...
Bu merhaleden sonra demem o ki; nazarlara gelmeye Allah bugünleri aratmaya...

 Aynı haltın lacivertiyiz işte en nihayetinde...


Süreçte ekler...


 Sonuçta süslü ekler...


 Yalandan kağıttan işte hayat dediğin, bir "püf" de yıkılası...


 Yıl sonundan...


Dijlemin inceliklerinden...


Hamdolsun...

13 Ocak 2011 Perşembe

Sonunda; kuaförün demesiyle kemerinizin üzerine geliyor uzunluğundaki rapunzel saçlarımdan kurtuldum...
Tadına doyulmaz bir kahvaltının ardından Rengin' i okuldan aldıktan sonra gittik beraber, Rengin hanımın kuaförü Fatih ağabeye...
Annesi kuaförü boşlayalı yıllar oldu, kızınınkiyle takılıyor...
Sıramı beklerken kahve alır mısınız arzına kayıtsız kalamayıp daha bir saat bile olmamıştı halbuki içeli diyen iç sesimi elimin tersiyle ittikten sonra gelen kahvemi höpürtdetmeye başladım...
İki bayan oturuyorlar karşımda, birini gözüme kestirdim bu dedim kesin fal bakar...
Arada esiyorlar ya bana öyle...
Fakat kadına da gidip sende fal bakan tipi var denmez ki...
Kapattım fincanı sıra bana geldi derken Rengin benim fincanı aldı eline...
"Anneciğim neden açtın" dedim "ona teyzeler bakacaktı..."
Götürdü birine uzattı yavrum, o da gözüyle bu teyzeye ver dedi benim bu kesin bakar dediğim kadına...
O da benim fincanı okumaya başlamasın mı?
Daha faydalı şeyler esse arada olmaz mıydı?
Neyse Allahtan iyi şeyler söyledi de...

9 Ocak 2011 Pazar

Olsa Ah...


"Keşke" nin kardeşi gibi "olsa iyi olurdu"...
Olsa iyi olmaz mıydı yeniden şekillenseydi...
Eskisi sağlam olsaydı da, bugün olunmasaydı...
Satır araları bu kadar dolu, içleri bu kadar içli olmasaydı...
Derinliklerdeki cevher bu kadar bastırılmasa, bu kadar üzeri kapatılmasaydı...
Eskisi gibi, olduğu gibi, olması gerektiği gibi...
Ne çare ki bugünü böylesi yaşamak, bir sonraki sahne ne olaki diye merak etmekmiş, kader...
Sağlık olsun ne yapalım haydi diyebilmek ne basitmiş oysaki; ne değerliymiş...
İtibar etmediğimiz nüanslar ne kadar, olsa iyi olurlarmış...
Pişmanlığın olmadığı, "olsa iyi olurdu" ların bu kadar yoğun yaşandığı, boyundaki taşın en büyüğü, atlamaya hazırlanırken köprüden, ardına baktığında gördüğünün aslında bekleyeninin taştan da büyük olduğu...
Geri dönerken arkanda bıraktığına nelerden geçtiğini, ne uğruna neler verdiğini ve hala fedalarınla alamadığın ödüllerinin arasında nasıl koca bir dağ olduğunu...
Kestirip atma lüksünün olmadığı, enine boyuna, bütün çizgilerin kumaştaki bütün irili ufaklı desenlerinin sayısı kadar atlanmaması gereken önemli husus olduğunu...
Hepsinden önemlisi de koy ..tüne rahvan gitsin demek ahhhh bu kadar mı özlenesi...