30 Nisan 2011 Cumartesi

Peskutan... Sivas Merkez...

Seviyorum tadını da ağız dolusu söylemini de...
Bilenler bilir içeriği yoğurt çorbası gibi ama özel bir yoğurt içinde bilerek büyükçe doğranmış dişe gelir soğanlar bir de bir şeyler daha...
Akraba delisi olarak, bugün halamın evindeydik...
O da çırpınmış, sağolsun peskutan dan içli köfteye kadar...
Üç gün yemesem, toplamda kalorileri paylaştırırım o derece...
Hayatımın en huzur duyduğum evindeki -ki doğduğum ev ora- babaannemi, dedemi ve dilimizden düşürmediğimiz babam, hep aklımızda, onların ruhuna diye diye, okuya okuya, eskileri ana ana, kah hüzünlenip, kah eğlenerek, günü tamamlayıp, evlere dağıldığımızda mesut keyifli vicdanlar yürekler rahat dinlemeyeyazdık...
Başlıktaki Sivas Merkez de efendim, sülale olarak baba tarafım Sivaslıyız...
Ne zaman memleket sorulsa ve ben ne zaman Sivas desem "neresinden" sorusuna maruz kaldığımdan, bizim Esin Hanım' ın dalga konusu olmaktan kurtulamıyorum, bir gün demek o kadar bıkmış bir anıma denk gelmiş ki, ellerimi aça aça "Merkez" demişim...
Şimdi ne zaman bir memleket sohbeti olsa, o da açar ellerini benden sonra tamamlar benim Sivas'ı, "Merkez" ama diyerek :)
Eeee tabi TARIKAHYA' lar bir tane Sivas "Merkez" den...


Bordo tenceredeki meşhur çorba... Peskutan...


Hurmalar benden pek tabi... İçli Köfteler Ayluş' dan...



Renoyla Babamın küçüklüğü...


 Babaannem...

Sağdaki yeşil süsün başındaki zımbırtısı annem tarafından kırıldı gün sonunda :)

29 Nisan 2011 Cuma

Her Telden Anne...

Renoyla (ki bu Rengin' in aramızdaki isimlerinden sadece biridir) ki kendisi de hastalığın köşesinden dönmek üzere, kırıklığı geçsin diye calpol ün altı yaş üzerini içmek zorunda kalması sonucunda önce sen iç diyen kızının ısrarına dayanamayıp bir kaşık önce kendi içen sonrası kızına içiren anne...
Öte tarafta annesi kız kardeşi ve kızı ile kim dirseğine dilini değdirecek yarışmasını en yakınına getirerek kazanan evin büyük kızı...
Her cuma babasına gidip de önceleri annesinin gelmediği haftalarda "baban nasılmış" sorusuna "selamı var ne zaman gelmeyi düşünüyor annen dedi babam" diyen evlat...
Bu hafta da kardeşimin deyimiyle hangi kaba koymayı bilemediğim yegane tek halacığımın "baban nasılmış" sorusuna "iyi yatıyor öyle" cevabını veren yeğen...
Hayat geçiyor işte öyle böyle...
Hoşgeldin hafta sonu çabuk geçmeyesin emi (önce sağlıkla tabi de...)



İyi hafta sonları efendim...

28 Nisan 2011 Perşembe

Özler mi?

Özler, benim gibi çatlaksa özler...
İki senedir yaşamamışsa...
Her hissettiğinde uyanıklık edip, önlemini almış gelişimini engellemişse...
Bu sefer yaşamak istercesine elinde imkan varsa bile kullanmamışsa...
Aklından şüphe etmek bir yana bile bile buyur etmişse...
Çekeceksin o zaman Funda Hanım, kafanın tava yemişsin gibi sepetliğini de...
Kemiklerinin iki yüz altısının da (anatomi sorusuydu okuldayken hepsinin yerlerini ezbere bilirdim bir zamanlar) ufalanmış eline verilmiş gibi olmasını da...
Burnunun tıkanıklığını da, hapşırmasını bilmediğinden her hapşırdığında yer gök inlemesini de...
Çekeceksin...
Olsun arada lazım akyuvarlara tatbikat...





27 Nisan 2011 Çarşamba

Hakkaniyetli...

Hakikat ne ola?
İkiyle ikinin malum sonuca varmaları mı?
Malum son dediğin nedir ki...
Dört işte altı üstü sağı solu yanı yöresi...
Dört...
Hakikati kim biliyor...
Hepimizin bildiğini saysak, hani bir taneydi hani tekti...
Herkesin hakikati o zaman kendineydi de ortası nereydi...
Çocukluktaki tahta, üzeri çizikli, yaralı bereli sıranın ortasından geçen hayali çizgi miydi?
Hani kolun geçmemesi, defterin kenarının uzanmaması gerektiği, anlamı yüksek ama görünmeyen orta çizgi orta nokta ya da yolun ortası...
O zaman ezberimi alt üst eden, dışardan görünmeyen kati kural neydi...
Hakikatimi yerle bir eden, yenisini bilmediğim, ezberlemekten anlamaktan öte ama davete icabet etmekten kaçındığım...
Hep dur bakalım dediğim, gönülsüz çırpındığım koca okyanusun aslında bir damla su olduğu hakikatini görmek daha ne kadar zamanımı almalıydı ki..?


25 Nisan 2011 Pazartesi

Kelebekler Hakgetire Tabanlarım Patlıyor...

Sabahın yedisinde kalkıp 07:45 inde kuaförde hazır bulunuşluğumuzun ardından, saçlarımıza bukleler yerleşip, yüzlere de gülücükleri sabitledikten sonra soluğu heyecanla okulda aldık...
Herkes bizim gibi heyecandan gebermiyor tabi sadece bir veli bir de biz...
Annem dışarda otururken konuklar için hazırlanan sandalyelerde, biz de bir içeri bir dışarı koşuşturup çocukların çığlıkları arasında sıramızın gelmesini bekledik...
Bu çocukların kaynama dereceleri en fazla 10-15 galiba ki arkamızı dönmemizle birinden mutlaka bir bağırış, bir ağlama sesi, o sesli ortamda bile pek rahat duyulabiliyordu maşallah...
Sürekli ikaz, sürekli şşşt aman gözünüzü seveyim, bakın bugün sizin bayramınız şu suratlarınızın haline bak, yoksa ben dans edeceğim sizlerin yerine tehditlerimle çıktılar sahneye...
Yarabbim o nasıl şekerlik, o nasıl salınma...
Dans dans değil kuğu gölü balesi mübarek...
Rengarenk parçası eşilğinde rengarenk döndüler rüya gibi...
Tabi babamız bu müstesna anları uzak diyarlarda olduğundan kaçırdı, dolayısıyla ben de elimde kamera sadece ve sadece çekim yapmaktan doğru dürüst izleyemedim bile evde izledim...
Fotoğraf da çekemedim gönlümce...
Sonra eve gelip oturmak olmazdı, kırk yılın bir başı bayramları, üstelik Allah yardım etti hava da şahane...
Ne yapalım derken yakınen ahpap olduğumuz AVM yolları taştan geliyoruz sağ baştan diyerek koyulduk yola, anneannemiz, teyzemiz, benim halam, onun ahretliği derken doluştuk gittik...
Tabi bir sürü aktiviteler arasında bir o yana bir bu yana savrulduk...
Bir ara elimde darbuka hem çalıp, hem oynuyordum o derece...
Sonra yüzlerce balon tepeden aşağı süzülüverdi birden, bir yandan çok pahalı Allahım balon almalıyım kızımanın derdine düşüp iki balon kaptım, aktivitenin hediyesi küçük marakası almalıyım kızıma deyip yardım deldim dağları...
Velhasıl şekilden şekle girdim çıktım, maymun oldum o yalandan şeyler için...
Sonrasında eve dar düştük şimdi de bir zonklama tabanlardan dınnn dınnn dınnnn....
Kutlu mutlu daim olsun bütün çocukların bayramları... 
Şansları bahtları açık, yüzleri her daim gülsün efendim sağlıkla hayırlarla...







23 Nisan 2011 Cumartesi

Kemanın Akordu Tamam mı?

Kamera şarjda...
Fotoğraf makinası tamam...
Kıyafetler askıdan alındı, yatağa serildi...
Çorap, toka, pisi pisiler ortada...
Sabah kuaför lüle saçlar...
Rengarenk parçasında dans...
Hadi bakalım...
Kızının kalbinde, midesinde pır pır eden kelebekler, annesinin tüm vücudunu sarmış kelebekler...
Zaten bu ara bu kelebeklerden çokça mevcut, bünyede, çevrede, alayı toplanmış güzellikleri müjdeliyor...
Ona da bir hadi bakalım...
Yarın 23 Nisan şimdiden başladı neşe dolması...



20 Nisan 2011 Çarşamba

Anne sana birşey söylemeliyim...

- Anne sana birşey söylemeliyim...
- Söyle kuzum
- Ben bugün bir yaramazlık yaptım...
- ..........
- Hani sen demiştin ya sana vurulursa sen de vur diye...
- Evet
- ............ arkadaşım yere eğilmişti, kalkarken kafası dişime çarptı, bak ne kadar kötü çok ağrıdı ( ses çatallandı göz doldu)... Ben de arkadaşımı ittim. Öğretmen annesini çağırdı...
- Nasıl nereye ittin ki?
- Suya düştü, ıslandı her yeri...
- Peki hanımefendi, ben sana dedim sana vurana sen de vur diye ama arkadaşınınki kazara olmuş, ne halt yemeye ittin...
- Bana kaza gibi gelmedi, dişim çok acıdı...
- Ama arkadaşım beni seviyor, beni şikayet etmedi annesine de, öğretmene de...
- Kız senden korkuyor da ondan şikayet etmemiş. Yapma bir daha annecim, kazayı, bilerek yapmayı ayır birbirinden, yazık bak arkadaşına...
Geçen de annesiyle karşılaştık, annesine diyormuş ki " anne ben idare ediyorum, Rengin' i sana söylediğim zaman sen de annesine söylüyorsun, annesi de ona kızınca, bu sefer beni neden şikayet ettin diye eziyet ediyor bana" 
Vay halimize...

18 Nisan 2011 Pazartesi


Hep kavga değil mi düzen...
Kaba tabiriyle kavga...
Daha doğrusu tırnak içinde kavga...
Güzeli kavgalardan yara almadan çıkmak...
Yaralı bereli de çocukluğa dair gerçi...
Şimdiki çocuklar yalandan sıyrıldı mı bir yerleri, dünyaları yıkıyorlar...
Yara gidiyor da izi kalıyor bir de hep...
O iz, yarayı unutturmadığı gibi işe gelmeyeni bazen unutmamak da işe geleni, dişe dokunanı...
Vallahi billahi bir rahatlama bir ferahlama!!!!
İyi ki dedirten, keşkeleri unutturan geçmiş, üzeri kekikli, naneli, her çeşit çeşnili mis ot gibi burnuma gelen...
Hatta fesleğeni mıncıklamışım da saçılmış dört bir yana kokusu misali...
Ferahladık maşallah kabilecek o yetti zaten...
Kavgalar yel değirmenine mi, onu ittireni rüzgara mı, kendine mi insanın bilemem...
Tek bilinen ki o da kavganın kişinin kendi döngüsünde olması...
Döngümüz mübarek olsun...

14 Nisan 2011 Perşembe

Eh Be Baba!


Bir Hoş Sedaymış Babamlı Günler...
Bir Baktım Varmış Bir Baktım Gitmiş...
Masal Gibi Yaşanmış Büyülü...
Sonu Hüsran, Gözlerde Yaş...
Dinmeyen Özlemiyle Yürekler Yangın Yeri...

Fotoğraf 28.11.2008 Babaannemi defnetmek için Çeşme' den...

Kuş da Güzel Hava da Su da...

Bu ayki adliye duruşma vırt zırt işlerimin sonuncusunu da atlattıktan sonra ki artık ilki kadar heyecanlı olmuyor gir konuş çık...
Yanımda Dijle' yi hissederek dimdik...
Onun dışında hepsinden önemlisi yine sağlık yine huzur ağız tadı gerisi malum teferruat...
E güzel...

12 Nisan 2011 Salı

"Anne Tırnaklarımı Çok Kesme Burnumu Karıştıramıyorum"

Aşağıdaki yazıda müjdeli haber alacakmışım da çaktırmıyormuşum diyerek gebe günleri doğurtmuşum farkında olmadan...
Öyle bir geçer zamanki reklam arasında başladığım yazı da reklamların kısalığından molalı olacak görünüyor...
Babamın gidişinden bu yana sevinecek birşey olmadı benden yana ötede ileride beride...
Aksine iyice sarpa sardı, boka battı ortalık dibine kadar, yüzlerin gülmesi bir yana tebessüm lüskden sayıldı tarafımca...
Bu haftaki annem benim göbeği yakınlarına düşürmüş olacak ki Adliye programımın ilk ayağı olan ve gerim gerim geren duruşmadan Allah' ın izniyle sıyrıldık...
Ben ki hakime kararı okuduktan sonra aval aval bakmış "eee ne oldu şimdi?" diyecek kadar saf mı salak mı...
Sonrasında "tahliye kararını iptal ettim işte" cevabına "yaaaaaaaaa" diyerek şaşkınlıktan ağzım bir karış ayrılarak sonrasında bizim beyle ne yapacağımızı bilemeden kendimizi beş kat aşağı nasıl attık sigaraları nasıl yaktık bilemeden...
Düstur edindiğim kendimi bildim bileli zararını hiç görmediğim, kalbimi Allah' a bağladım kalbinimi karartmadan teslim oldum O'na...
Fakat insanım nefsime yenilip kedere gark olmuyor da değildim nadiren de olsa...
Ezber bozan bu sonuç karşısında herkesler ama herkesler şaşkınlıklar içinde kaldılar...
Hele diyorum hakim Bey "davacı davacı" diyor sürekli baktım ben davalı taraftayım...
Rüya gibiydi...
Böyle bir vakur duruş üzerimde salınıyorum...
Perşembe günkü duruşma için de yine müjdeli haberle çıkıp inşallah, şimdi karşısında olduğum tv ekranında kendisi yetmiyormuş gibi 33 diyen bir hatun dahil olmuş reklam şahdı sahbaz olmuş...

"Başlık 10 nisan tarihli tırnak kesme hadisemizin beni koparan cümlesi..."

5 Nisan 2011 Salı

Hayırlı Cuma...

Her an bir müjdeli haber alacakmışım da çaktırmıyormuşum gibi sarsak, hafif yandan gülümsemeli ruh halini taşıyor olmak ruhumu salim tutuyor şu sıra...
Saatlerin turunu son sürat tamamladığı ve benim yetişemeyip, nice tur sonra henüz başlanmamış işlerimin, düşünce aşamasında olması bile beni tedirgin etmiyor...
Şu sıra özlem, hasret, beklemek konularında baskın durumda kovalıyorum saatin turlarını...
En iyisi de, yükün hepsini taşıya taşıya bir de kenara koyayım ihtiyaç kadarını sırtlayayım sonucuna yeni ulaşmışken şimdi keyfini çıkarmak icap eder, sırası gelene bakmak ve hepsinden elzemi gel gayrı Cuma demek hep bir ağızdan...

1 Nisan 2011 Cuma

Güzel Cuma...

Korkunç güzel kiracı sicilimiz var...
Bu ifadenin "korkunç güzel" tanımlaması Can Babamdan; heyecanlanıp da çok beğendiği birşeyi anlatınca ağız dolusu söylerdi canım...
Bu sicili temiz kiracılık durumunun da bir numarası da, kazancı da yok aslına bakılırsa...
Daireden bir ablam vardı, derdik ki lan herkes mi kötü, iyiler hangi delikte...
Sürekli mağdur olan biz, hala da eşşek olmaya devam ediyoruz, sırtımızdaki semerler artsın diye...
Böyle konuşur konuşur hayıflanır, sonunda yok yok biz vadeli yaşıyoruz, dürüstlüğün iyiliğin yakın zamanda görmesek de semeresini, sonra çıkar hayrı elbet deyip noktayı koyuyorduk kulakları çınlasın...
Üzgünüm tevazu gösteremeyeceğim çünkü kimsenin etlisine sütlüsüne karışma, arkadan iş çevirme, gıybet olmasın diye konuşmaya imtina et yine de ....
Yok yok hiç tevazuya gerek yok, bir laf var "fazla tevazu gösterme gerçek sanırlar"...
Kendine ve karşısındakine güvenin ya da tamamen salaklığın sonucu imzalanan tahliye taahütnamesiyle kim derdi ki başımıza iki dava açılacak yine hakim karşısında elimde 24 aylık bir gün bile gecikmemiş kira ekstreleriyle duracağımı "ama efendim herhangi bir pürüz yok ki bakın dökümler elimde" demem...
Benim evin bir kargosu bitmezdi, şimdi de maşallah o malum kağıtları...
Bu ayki adliye programım...
6 Nisan ev için...
12 Nisan yine ev için...
14 Nisan babamdan olan eski tükanla olan ertelenen davanın görülmesi...
Hukuk okuyaymışım ya ben :)
Fakat hayırlı cumalar herkese, bu cuma bana çok hayırlı, gün güzel, aldığım nefes güzel, evi bile hemen hazırlayıp sırtlayıp gidesim var gerçi ortada aday bir ev bile yok ya olsun, bugüne de hamdolsun...

31 Mart 2011 Perşembe

Hükümsüz Artık Telefonum...

Pazartesi telefonumu kaybettim, iki sene önce bizim Beyin doğum günü hediyesi pembe pembe çok sevdiğim, kalben bağlandığım hatta ona Ürgüp'ten boncuklu janjanlı bir minik çanta aldığım şeker telefonum gitti...
Dalgınlığımdan tamamen, sırt çantasının ön gözüne koyup da fermuarını kapatmazsam olacağı buydu...
Hemen kartı iptal ettirip daha önceden yedeklediğim numaralarımı tekrar yeni sime kaydettirdikten sonra iş telefona gelmişti ki yine imdadıma bizim bey yetişti...
Kendisi i-phone 4 ü eline alacağı anı iple çekerken kendi telefonunu bana verdiğinde içi bile sızlamadı eminim...
Sonuç itibariyle aynı numara, aynı sim kart, eski numaralarım...
Bu akşam da annemden bir telefon:
" Funda telefonun Pursaklardaymış... Pursaklar havaalanı yolunda neredeyse bir belde nüfusuna sahip bir yerleşim yeri...
Bir kağıt toplayıcısı bey önce telefondaki "babam" kaydını arıyor ulaşamıyor sonra "annem" kaydından anneme ulaşıyor...
Anneme telefonda izah ediyor ben size ulaştıramam da siz gelir alırsanız yalnız telefonu bulduğumuzda bataryası yoktu sim kartı çıkarılmıştı ekranın da köşesi çizilmişti diyor telefondaki ses...
Fakat ne hikmetse o minik janjanlı çanta sağlam, demek batarya daha kıymetli...
Yapacak birşey yok dedim ben de sonraki konuşmam da kendisiyle...
Allah senden razı olsun araman yeter ben nasılsa işimi hallettim sen de o telefonu babamın canı için kullan...
Adam ne dualar sıraladı...
Hele ki şu sıralar bunalımdan bunalıma yelken açıp gezen bana verilmiş bir sadakası alınmış bir duası varmış dedirtecek bir hal olur da işlerimiz rast gider inşallah...

29 Mart 2011 Salı

Oryantiring, Mustafapaşa, Ürgüp, Taşınma...

Bu hırsız gibi bir damdan bir kapıdan girilen blog açıldı açılacak mevzu fena halde canımı sıkarken, eskinin hatırlarsınız cep telefonlarında olurdu farklı operatörlerden birbirine mesaj gitmezdi de mesaj merkez numaralarını her defasında değiştirirdik ya ne ilkellik...
Yine döndük o günlere maşallah...
Çektirenler utansın ne dene...
Fakat yetti artık, kedinin yün yumağıyla oynadığı gibi oynamayın artık, ayrıca da ses çıkarsak da kim neresine takıyor ki, boğazın patladığıyla kalınmıyor mu?
İnşallah bundan kısa süre sonra artık efendi gibi girilir meydanlara, dökülünür, yazılır, çizilir, okur, okunuruz....
Oryantiring hakemliği, bu kez Nevşehir Mustafapaşa ve Ürgüp bölgesindeydi...
Malum belimde mütemadiyen ağrısı canıma okuyan üç mükellef fıtık, üç gün boyunca sürekli ayakta durmaktan ve malzemelerle haşır neşir olmaktan kendini bu ara iyice hissettirse de o doğanın dokusu, Allah' ın o bölgeye cömert davranması, ortam anlatılamayacak güzellikteydi...
Gidilen yerleri gezme durumu hiç olmasa da, iki taş bir baş tabir edilen kısacık zaman diliminde artık göz ne gördüyse bölgeden ayrılmadan içten "Ah" lar çekilerek izlenildi...
Şimdi de o keyfin yorgunluğun üzerine iyi gider misali rahat bize gelir mi aaa ne demek sürekli bir sirkülasyon olmalı hayatta diyerek bu sefer de taşınma işini sardık başımıza...
Ev sahibemizin lakabını bugün bir emlakçıdan öğrendiğim aaaaaaaa ağabey deme öyle onlar bile bu vakada melaike kalıyorlar lütfen onlara haksızlık etme deme deme boşver diyerek dumur diyarlarında gezmeye daldım...
Önümüzdeki maçlara bakalım, nasıl bir ev nasip olacak, hele bu bel ağrılarıyla nasıl taşımılacak, koca ev nasıl der-top edilecek yığın sorularının umarım cevapları, hayırlı ayrıca her kapanan kapının yeni açılana gebe olması ümitlerimle...

23 Mart 2011 Çarşamba

Öyle keskin keskin konuşmamalıymış...
Romanın bittiği senin öte tarafa gittiğin günmüş aslında...
Devirlerin kapanması, bir daha fotoğraf çerçevelerinden baktığın pencereymiş dünyadaki ahvalin...
Ya da her aklına getirildiğinde ardından okunacak Fatiha' ymış en makbulü...
Can Babamın romanının bittiği gün, tam da aynı gün 25 yıllık dostun babasının pankreas CA olduğunu öğrenip bir yandan beni teselli ederken bir yandan o da babasına ağladı...
Bugün saat 14:00 de giden babasına ağlıyor şimdi ben de onunla...
Babasının romanının bittiği nokta da sözün bittiği yermiş aslında...
Allah mekanını Firdevs cenneti etsin inşallah Kadir amcamın can Babamla bütün herkesle...


Söz Ola Yağmur...

Kelimelerin tükendiğinde arada
Yağmur serpiştiriyordu dışarda
En büyük "keşke" nin yanındaki
En büyük "iyi ki" beliriverince birden
Yağmur damlaları söz oldu
Artık okunması biten romanın son sayfasında...



22 Mart 2011 Salı

Yüklenirim Bohçamı Yüreğimin Gittiği Yere...

Yorgunum, kafadan kaynaklı, ne menem birşeymiş kafa yorgunluğu, üstelik bedeni de ziyadesiyle etkiliyor...
Belki inşaat işçisinden daha yorgun bedenim, ona bağlı da ruhum...
Halbuki taşı taşısam, kumu aktarsam, öğlen olsa kurunun yanına soğanın cücüğüyle yediğim yemeğin üzerine yaktığım bir cigara yorgunluğumu alırken bendeki bu hal daha beter...
Kalbim bağırıyor, takılma bak herşeyde bir hayrın olduğunu biliyorsun, daha ne üzersin kendini, işler olacağına varır ahmaklar uğraşır demez misin zaten?
Beynim de diyor ki, nasıl olacak, nereden olacak, bir sürü iş beni bekliyor, bakalım nereden girilip nereden çıkılacak, kızın okulu, uygun yer...???
Yine ev derdine düşeceğiz...
İnsana diken deveye malum lazım diyen atalar mı desem, özlü sözler kurulu mu desem doğru söylemişler cidden...
Bu bizdeki insanlık, vicdan varoldukça biz daha çok dolanırız ev diye diye...
Yeni macera, yeni ev arayışı, dur bakali ne olacak hayırlısıyla...

19 Mart 2011 Cumartesi

De Haydi Açın Artık...

Güzel meydanım yarım yamalak açınca seni
  sahanlıkta manzara resmi yapıştırılmış duvar gibisin...


13 Mart 2011 Pazar

Allahın Mozaik Pastası İşte...

Anne eli denilen bir gerçek var yüzlere tokat gibi çarpan...
Yalnız işin tuhaf tarafı o mertebeye erişme süreci bir çeşit nirvana gibi bir bakmışsın bir gün tık diye oluvermiş...
Bir bakmışsın yıllar kovalarken yılları sende bir numara gelişmemiş...
El lezzeti de böyle birşey...
Aynı malzeme aynı usul iki farklı lezzet...
Hani şu son dönem pıtırak gibi her yerde verilen yemek tarifleri uygulayısıcıların ellerindeki lezzet kalkanı eldivenler var ya onda hele bir numara yok söyleyeyim...
O bir tutam tuzu atarken elde kalan son tuzları serpiştirirken aslında o serpilen son tuz tuz değil de sihirli toz ...
Lezzetteki sır...
Hep söylerim söylerler gerçi yemek konusunda baharat karşıtı temel yemek yapıcısı annem, içine ne bulduysa katan babaannem modeli benim yemeklerimi bir türlü tutmasa da, pasta börek ıvır zıvırlarda layık olduğum iltifatlarda pek cömerttir kendi çapında...
Kendi çapında demem o ki, annem duygularını belli etmez beğendiğine yarım ağız hııı der anlarım ben onun güzel olduğunu, bizi sevmesinde de öyle uzaktan, elleşmeden otuz cm. kuralıyla...
Sunum işinde sınıf atlayamamış ben, yapayım da gözler görmeden indirin mideye sloganını her daim yanında olmuş bir insan evladıyım...
Yemek, pasta, börek bilimum ondan gayrı hayatın da sunumunda notum hep geçer altıdır...
Dümdüz höt bir durum benim bünyedeki...
Olsun dışı kıtır, içi yumuşak model bizim jenerasyon...
Ya da çemberi daraltıp kendi namıma atıfta bulunayım inceden...
Nereden estiyse bilinmez, kulağıma bugün ney üfler gibi bir mozaik pastaaaa yapsan mı yoksa annene mi yaptırsaaaan diye hafif melodik yürek dağlayan o ses annemle telefon temaslarımdan birinde ifşa etmemle akşam da kendisini yapmamla vuku buldu, eskiden sıkça yediğimiz şekli adına geçmiş pastayı...
Fakat annemin karışımı yapıp da serili naylona döktüğü, iki tık tık bir fık fık yanlardan ortadan göbekten diye el çabukluğuyla yaptığı pastayı dürüp bükük buzluğa kaldırışı ben de tam bir felaketle sonuçlandı...
Öyle tık tık fık fık değilmiş durum...
Yapana kadar göbeğimi çatlattı...
Benim mozaik efendi gibi uzun olmadı, dört birbirinden ayrı ahenksiz parçaya ayrıldı, yine şeklen sınıfta kalan, lezzeten listenin üst sıralarına rastlayan pastamız, servise sunulmak üzere buzluğunda istirahate çekildi...

10 Mart 2011 Perşembe

Dil varmıyor Başkent Demeye Büyükşehir Demeye...

Allah dağına göre kar verirmiş ya bu seneki kar geçen sene yağsaymış bir felaket olurmuş...
Malum babamın hastalığı, sürekli arabaya ve akabinde kuru yola ihtiyaç duyulması derken geçen sene hastanelere koştur tedavilere yetiş kısmında hiç zorlanmadım çok şükür...
Fakat insanın inanası gelmiyor, tuz döküldü inanmazsanız tadın diyecek kadar geniş hayalgücüne sahip Belediyemin Sayın Başkanı ve bağlı bulunduğumuz diğer belediye ekipleri sükut-u hayale sürüklediler Ankara sakinleri olarak bizleri...
Ne demektir insanların evlerine yürüyerek gelmeleri, çocukların okullarında kreşlerinde mahsur kalmaları, sabah işe gidememeleri, akşam eve dönememeleri yollardaki perişanlık?
Teknik konulardan pek anlamam şehircilikten bilgim internetteki oyunlardan öte değil ama şöyle bir düşününce kızım bile neden temizlemiyorlar deyip de ben tıkanınca cevap hususunda, demek ki bir yerlerde birşey var tamam sürekli söylenmek de iyi birşey değil ama sürekli terane de olmaz ki...
Sürekli tekerrür, her kar yağışı ya da her yağmur...
Tüm kalbimizle dilemekten başka çare yok tabi durumunun iyiye gitmesi yönündeki duyguları...


Her kar ritüelimiz, kim daha yukarı kar topu atacak :)


Leylak Dalı'ndan ders almalıyım kesinlikle bu kadar mı kötü yapılır kardan kadın...

"İstanbul' u dinliyorum gözlerim kapalı..."

9 Mart 2011 Çarşamba

Tahammülü azalan insanlar olduk, kimseye müsamaa göstermiyor, incelik, kibarlık, kısaca insanlık vazifelerini olabildiğince es geçiyoruz...
Birbirimizin üzerine saldırınca hakkımı arıyorum ne dışa dönük tipim diye gezen insanlarla dolu anlayışsız hayırsız bir güruh oluyoruz...
Ürkütücü tabi, her dakika birbirine giren iki şoför ya da yaya görebilmemiz kabil günün değişik dilimlerinde...
Bu girizgahın sebebi dün otobüste yaşadığım şaşkınlık durumundan...
Güvenpark durağına yanaşmaya çalışan otobüsümüz, durakta bekleyen bir vatandaş ve durağına yanaşmaya çalışan bir diğer otobüs şoförü kahramanlar...
Diğer otobüsün şoförü kalabalıkta kendine yer ayarlamaya çalışırken durakta, bizim otobüsü bekleyen görünce heyecanlanan ilk binsem de oturacak yer bulsam endişesini taşıyıp kalabalığı yaran tahammülsüz adamımız, ne oluyorsa artık diğer şoföre "hayvanoğlu hayvan" deyiveriyor...
Sonra geliyor benim arka sıralarımdaki koltuklardan birine, havanın soğukluğunun otobüste bir anda yüzüne çarpan sıcaklığıyla mest, adamın da canına okudum gururuyla kurulmuş...
Fakat hesap etmemiş ki diğer otobüs şoförü lafa içerlemiş, babasını da Hak'ın rahmetine gönderdiğinden mütevellid oturmuş içine...
Otobüste kendinden önce haykırması duyuldu o kalabalıkta...
"Sen benim giden (eş anlamlısını henüz kullanamıyorum) babama nasıl küfür edersin çabuk in aşağı"
Ben tabi o haykırma, "giden" ve "baba" kelimelerinden tüylerim diken diken, burnumun sızısı iki kat artarak seyre daldım endişeyle az sonra olacakları...
Diğer otobüs şoförü feryat figan çıldırmış, boyun damarları patlayacak sanırsın konserde...
Diğer sıcaktan mest ama bir yandan korkukmuş, nereden bilsindi ki adamın peşinden geleceğini yaptı bir cengaverlik ama sonucu kestiremedi...
Sürekli özür diliyor "özür dilerim benim babam da gitti..."
Peki pişkin oturan! Madem senin baban da gitti, biliyorsun niçin karşındakine çuvaldız saplamaya çabalıyorsun...
Tabi tartışma, kavga ve türevi birçok hadisede araya girme, ayırma işlerinde usta yurdum halkı, bu hadisede de başarılı bir iş çıkararak bastırdılar durumu, diğer otobüs şoförü son vurucu cümleyi ederek terketti otobüsümüzü...
"Ben sana ne yaptım, ne yapıyorum size, sizi taşımaktan başka..?"
İçime oturan bu cümle bana tam eve gelirken otobüs durağına 70 metre kala, babamı ambulanstan inerken gördüğüm ve otobüste çırpındığım, açın kapıyı lütfen babam ambulanstan iniyor feryatlarıma " durağa gelmedik" diye kapıyı açmayan ve türlü küfürlerimi hak eden "VARLIK" ı hatırlattı ama beş parmağın beşi bir değil deyip çevirdim gözlerimi diğer yana ki ıslandıkları belli olmaya...

8 Mart 2011 Salı

Kapıdan Olmadı Bacadan...

Sonunda girebilmenin haklı gururuyla, olmazsa olmazıymış benliğin dediğim meydanım, mis kokulu meydanım, Seda Sayan gibi kokulu kokulu öpücüklere boğduğum meydanım...
25 kuruş büyüklüğünde kakafoniyle yağan kar, sabah geldiğimde yere bıraktığım ayak izlerini kapattı bile...
Ulaşımda türlü sıkıntıların yaşandığı sabahın devamında, akşamı kara kara düşünüp yolda kalanlara, soğukta aç açıkta kalanlara dualar ederken diğer taraftan da benim el gider pencereden yere düşmek için birbirleriyle yarışan karları izlemeye...

6 Mart 2011 Pazar

Kirli Filan da Şekl-i Şahane İzmir...

Yanımdan geçen Belediye Başkanıymış karşıdan da bir kadının elini sıkıp konuşunca dedim acaba mı diye oymuş...
Beni İzmirli saymadı ya da görmedi gelseydi yanıma, diyecektim ne bu İzmir' in hali her yan çöp, niçin toplanmamış, kir pas içinde, böyle değildi bir önceki geldiğimde...
Yine de o Kordon' u, denizi görünce unutuluyor mu ne herşey?
Bu sefer meşhur Kemeraltı' nı gezdim, Karşıyaka çarşısını İstiklal' e benziyor Nevizadesi de olaymış tam olacakmış ve de ortadan geçen tramvayıyla...
Sonunda frigo buz yedim Allahım ne muhteşem birşey...
Yorgunluk had safhada, bu sefer ki görev bizim Beyin ben de eşantiyon...
Evim evim güzel evim, gözlerim kapansa da yorgunluktan, yanımda kızım, evim, var mı başka zenginlik?




 Bu ayaklar da şeker bebişten kaldığımız arkadaşların yavrusu...

 Güzel yer İzmir yaşanılası...


Reyhan' dan pasta yemeyeni o bergamotlu çayını içmeyeni de dövüyorlarmış...
Ha bir de çarçabuk biten şarlok mu şarlot mu ne bir de onu...

3 Mart 2011 Perşembe

İzmir Marşıyla......

Güzelyalı' da nice önce yediğim yol üzerindeki pastaneden frigo buz vardı temennim onu yemek...
Hamileyken istemiştim kış ortasında Ankaralardan, bizim beyin bir İzmir seyahatinde bulamadan dönmesi ve hala kaç sene olmuş yiyememem efkarlandırsa da beni, daha denizi göreli ne oldu derken, yolun yorgunluğu da atılmamıştı, yıkananlar ütülenmedi, deniz esintisi kulaklarımda bir şarkı gibi insan kuş misali o zaman şimdi de İzmir' in kokusunu çekeyim burnuma bari...
Bir de bu kapanma durumunda sanki sitede suç işlermiş de karara bağlanmış hatta kalem kırılmış gibi koca koca yazıyor ya mahkeme kararı filan...
Geçende dedim bir arkadaşıma iş yerinden açılmıyor sen bir denesene diye o da görünce mahkeme kararı diye...
"Yine ne yaptın" deyince evet dedim bunu hakediyorum yapacak birşey yok...
Bu arada zaman ne çabuk geçti de benim duruşma tarihim 14 Nisan yaklaşıyor haydi hayırlısı...





Fotoğraflar Oryantiring II. gün...
Side...
Şiddetli yağmur...

2 Mart 2011 Çarşamba

Her oryantiring dediğimde ismiyle müsemma oryantal gelmesine pek alışkın, hafif yandan gülümseyip bakınız oryantiring; pusula ve haritayla en hızlı şekilde hedeflere sırayla uğrayarak, parkuru bitirme hadisesidir açıklamasını usanmadan yapan nadide bir kişilik oldum her daim...
Bu sporu 5 yaşından tutun da 60 yaşına kadar yapabilirsiniz...
Şimdilerde okullara ha girdi ha girecek...
Bu spor branşının en önemli özellikleri açık havada yapılması, ailecek bile yapılabilirliği, pusula okuma, harita okuyabilme yetisine olunması bütün bunlara ilave hedefler arası hızlı olabilme her birini bir arada yapabilme kazanımının bütünüyle taşınıyor olması gerekli...
Kafayı da vücudu da fazlasıyla çalıştırıyor...
Yağmur, çamur, kar, tipi, demeden yapılabilen bu branşta, uluslararasıydı bu yarış...
10 yaşında çocuklar, son iki gün çıkış hakemliğinde durmamla şahit oldum hatta yağmurla birlikte hepsini alıp eve götüresim geldi, len ne biçim analarınız var, bu havada elinizde pusula, harita, parkurda kaybolur musunuz, başınıza birşey gelir mi, nedir bu, bak terleyip üşüteceksiniz, durun sırtlarınıza havlu koyayım hissiyatını uyandırmakla birlikte, o çocukların parkuru bitirmelerine de varış hakemliğim sırasında şahit olunca vay be dedim bizim kız da gece uyuduğunda ağzı açık kalsa cereyan edip üşütür işte böyle dedirtti...
Yapması da görevi de gayet zevkli olan sporun nadir bilinirliği insanı üzüyor...
Bakalım meslektaşlarım okullarda oryantiringi sevdirip yaygınlaştırabilecekler mi sorusuna da kesin bir şekilde evet diyesim geliyor...
Birinci gün titreyen göl mevkinde oldu yarış denizin gibi dalgalar uğultu o rüzgar beynimi patlatsa da parmaklarım sonlara doğru donup kalemi oynatamasa da o mis hava ortam değiyor işte her şeye...






1 Mart 2011 Salı

Efendim Hoşbulduk...

Dört günlük yoğun ötesi hakemlik vazifemizi tamamlayıp bizim beyle, evimize kızımıza kavuştuk çok şükür...
O kadar günün yokluğu, yorgunluğunun poşetlerinin dökümü yorgunlukların sıyrılmasının zamana yayımı sonrasında şahit olduğum, tarihin tekerrürü blog kapatımı hadisesi...
Yalnız içim ferah hale yola konacak herşey...


22 Şubat 2011 Salı

Var oğlu Var...

Üzerime aldığım sorumluluğu illaki yapmak zorunda olan "ben" için, blog işi de yazamadığım zamanlarda aklımın hep bir kenarında, sanki maaşlı işimmiş de ne yazsam dediğim hatta  hergün bugün ne pişirsem derdiyle kıvranan kadın gibi ben de kıvranıyorum sıklıkla...
Bazen aman moralim sıfır ne yazacağım şimdi mızıldanarak ya da pür neşe haydi keyfini çıkarayım, ne yazılır ki hop hop altın top, bu ne toparlacık bir hayat diye, hani çok sevinirsin de yiyemezsin birşey, çok üzülürsün yine yiyemezsin birşey tarzı bir durum işte...
Gezdiğim gördüğüm, yediğim içtiğimi de yazmak baaak ben nerelerdeyim kimlerle nasılım diye de olacağından ondan da imtina ederim...
Velhasıl bu ara internette dolan dur, yarınki seyahate kafanda hazırlan ha seyahat demişken zat-i aliniz oryantiring hakemi... Hem de ayıptır söylemesi ilk hakemlerinden... Bu arada oryantiring için önden buyrun... Lütfen siteyi inceleyip özellikle çocuklarınıza bu sporu sevdiriniz, kendiniz de seviniz zira ailecek yapılacak doğayla iç içe şahane bir outdoor aktivite... Ayrıca İstanbul' daki dinleyicilerimiz için de IOG çok sağlam işler çıkarıyorlar...
Bu hafta sonu çok özlediğim oryantiring için çalışabileceğim hem değişiklik olacak bizim beyle, hem iş...
Hazır duyuru ilan tahtasına döndürdüm durumu bir de hani "internette indirim sitelerine gün geçmiyor ki bir yenisi eklenmesin" vallaha bu tırnak içi cümleyi bilerek isteyerek yazdım hep okurdum kullanmak bugüneymiş :)
Bir yenisi daha eklenmesin dedim eklenmiş tertemiz yeni bir sayfa açmış gibi çeşit çeşit fırsat da indirim de...
O zaman buyrun buradan da kendilerine...

19 Şubat 2011 Cumartesi

Olmak istemediğim senaryonun istemsiz oyuncusuyken; bir anda peydah olan, umarsız bir "çığlık", eli ayapı kesip, kalbi kütleten...
Sonrası karanlık, nedensiz...
Üzerinde durulması abes, saçma sapan uydurma belki ama yine de gözden yaş getiren, içi küçüklüğe/gençliğe döndüren, eski sevgiliye özlem gibi ağlamaklı, burada bu halde olmamalıyım dercesine çırpınan kuş olsam varsam gitsem...
Gelince değişen birşey olmamış, dağınıklık devam, yarım bırakılmış bardak, toplanmamış sofra, dağınık yatak...
Cam aralık kalmış, perde uçuşuyor...
Ahengi bozmadan, yarım bırakılanlara inat, tamamlamadan çırpıp kanatları uçup gittim sessizce, farkedilmeden...
13.02.2011
23:00


17 Şubat 2011 Perşembe

Tencere Dibin Kara...

Yazılabilir anlarla yazılabilinemeyen anlar arası; bloga gireyim aklımdaki cümle de uçmasın dediğim anla, yeni kayıta tıklayınca sayfanın açılması  arası aklımdakilerin uçması kadar kısa...
Günlerin kısacık olması etken belkide meydanımın boş kalması yoksa kimseye bırakmak niyetinde olduğumdan değil...
Açık vermek gibi olmasın, acılı şarkıları yazdıran nasıl yaşanılanlarsa, acılı yazılanlar da aynı gibi, her zaman olmasa da...
Koca koca ayları devirip dönüp arkaya bakınca, aslında devrilmemişler de yerinde durmuşlar, yanlarından biz devrilmişiz gibi...
Aşılmış, yeni boyutuna, ayırdımına varılmış hayatın seyri, benim uzun cümlelerimin arasındaki satır sırları gibi...
Ambalajında gizli madinar durumu...
Mutluluğun resmini "çizen", o küçücük kanepeye üst üste yerleştirdiği ailenin, yüzlerindeki sıcacık, paramız yok ama bakın ne kadar da mutluyuz ifadesi, benim evimde başka bir karede vücut buluyor...
Demek ki mutluluk puding pişen tencerenin dibine çöreklenmekmiş diyor hem çeken hem buraya yerleştiren...



10 Şubat 2011 Perşembe

Kendimde çok bir matahlığı olmayan aksine kutlamalarda hala utanan sıkılan,  sevdikleriminkinde olunca daha çok heyecanlandıran sevindiren...
Babamsız bir ilki daha yaşadığım ama inadına şu içimdeki haylazı şımarığı hiç kaybetmeyecek büyütmeyecek olmam...
Ömrümün yiten bir yılını daha kovalıyorum...

9 Şubat 2011 Çarşamba

Gözlüksüzdü bakılan zaman, bakılan yer...
Bu kez tak bakalım belki açı değişir...
Mevzunun üzerine konuşmalı mı?
Konuşmamalı mı?
Yoğurdun sarımsaklanıp da mı saklanacağı yoksa sarımsaklanmadan mı saklanacağı olsa keşke bütün herşey...
Bakınca sonuna, çıktığı yol belli aslında, düşülse ne, kafa yorulmasa ne...
Asıl o yolun ilerlemesinin olmaması, ne arpası yol almak namümkün senin de bildiği üzere...
Heyhat! Yol alınmasa da, gidilmese de, alttan akıyor, yanlardan gidiyor, kendin de gidiyorsun sanıp bir bakıyorsun ki -muş gibi yapmışsın...
Halk arasında "yalandan eşek olma" pekala da bunun adı...
Birbirine öylesine sirayet etmiş ki, öylesine girift ki, ayırması da, ayrıştırması da, üzerine konuşması da, ayıklaması da, hay anasının taaaaa ..................
İlacı olan başına sürsün, karanlıkken aydınlığa çıksın, olmadı aslında kafayı kaldırıp sudan çıkmak kafi, o zaman nefes alırsın tabi almayı unutmadıysan...


"Fotoğraf : Onur Kıratlı"

7 Şubat 2011 Pazartesi

Küçük Yaşta Katil Oluyorken...

Pazar günü Rengin' i tribünden izler ve raketle topa her vurduğunda sanki Sharapovaymışcasına sevinirken...
Zamanında beni de annemin 19 Mayıs Stadyumundaki yüzme havuzunda debelenirken tribünde izlediği aklıma geldi...
Gerçi annem de suda her çırpındığımda, benim gibi ağzı kulaklarında sırıtıp hatta uzaktan alkış filan yapmıyordu tabi  -duygularını göstermez yavru ceylan-  belki içi çoşarken dışardan metanet abidesiyim yine de aferin kızıma ama içimden diyecek..
Hiç unutmam, kursun daha ilk on dakikası filan, kenarda sıradayız sen teknikten bihaber hoca devir hepimizi suya...
Tabi ben ne yaptım, can havliyle elimin altına kim geldiyse ve Allah ne verdiyse can derdine düşüp kurbanın kafasına bastım ki dışarı çıkabileyim...
Seneler sonra dersini alıp da bu işin öğretim basamaklamalarını öğrenince belki de beni daha küçükken katil yapabilecek hocama da sevgilerimi gönderiyorum, yaşıyorsa Allah ömür versin değilse Rahmet eylesin diye...


4 Şubat 2011 Cuma

Coştum Yine Dalgalanıyorum...

"Düşün düşün boktur işin" özlü sözünün doğruluğunu, yazı yazarken anlıyor insan...
Düşününce bir halt olmadığı gibi, yazı filan da çıkmıyor meydana...
(Bu "meydana" biraz bastırarak meyaneli okunursa)
Hadisesi nazik yazı yazmanın; düşünülesi değil...
Düşünmeden yazınca sanki, merdivenin üst basamağındaymışcasına, hızlıca iniyorsun ikişer ikişer...
Bir de tarzını belirlememiş, her telden dıngırdatan şarkıcılar gibiyim...
Bazen evdeki kıytırık işi yazıya döküp, bazen kendimce yazıyorum canım ucundan dedirtecek karalamalar yapıyorum...
Kime hitap etsem ki acaba, ayırdımında değilim ayrıca...
Karşımda hayali arkadaşım varmış gibi mi süzülsem...
Yoksa kürsüden mi bağlansam canlı yayına...
Sarıyorum baktım da satırın başındaki özlü söze...
Aman savur kendini yazan, dıngırdat gitarını her telden...

Bir de o sonsuz yolculuğa en yakın gidende; 2008 Ekim sonunda tadıp, delicesine düşkün olduğum babaannemin gidişi neticesi, vücudumun rutin aylık çalışmasının uzun bir süre sekteye uğramasıyla patlak veren üzüntü patlaması...
Babamda bir numara olmaması sonucu "Allah Allah bak mukadderat deyip kendimi nasıl da hazırlamışım hiç birşey olmadı aylık düzende" deyip hatta babama hiç üzülmedim mi? deyip kendime hafif yollu kızmam...
Vücudumun üzüntü dışa vurumunun vadesi geç gelen hediyesi gibi saçımın tepe kısmının açılmasıyla vuku buldu sağolsun...
Şöyle alnımdan bakınca gayet muntazam olduğuna kanaat getirdiğim kafa derim maşallah aymanaçık ortada...
Hayır avuç avuç diye tabir edilen ele gelen saç kılları uyandırmadı da beni uzunca bir süre...
Arık demir almak zamanı gelmişse zamandan deyip bir hal çaresine bakmak icap ederin üzerinden, tesadüfe bakın ki kızkardeşimin arkadaşının kızkardeşi de aynı dertten muzdarip olunca onun çaresine başvurmak acilen elzem oldu...
Ekrandan siparişler verildi şampuanımız kokmayanından sarımsaklı elimde fakat yıkarken buram buram kokusu geldi de Allahtan sonrasında kokmuyor...
Sonrasında haftada iki gün kullanılacak iki saat bekletilecek yağımız elimizde...
Bugün itibariyle yağlanıldı bekletilindi...
Eğer kökler tümüyle ölmedilerse umut var yoksa seyreltiyi ört bas etmenin çaresi, eldeki avuçtakini toplamak, kalanları bir arada tutmak ve yine en kıymetli kalanlara şükretmek gereği akla kazındı...

3 Şubat 2011 Perşembe

Herşey Tamam mı?

Piyanonun ayarı...
Odanın sıcaklığı...
Ya kemanın akordu...
Ya da sabaha evi, kokusuyla çoşturacak olanın malzemeleri...
Diğerleri mi; içindeler, sırayla gelecekler, bekliyorlar sıralarını...
Belki de hiç çıkmayacaklar...
Çünkü çıkanlar öylesine baskın ki; diğerleri üvertür kalıyor, assolist olmaları gerektiği baş tacı edilmeleri gerektiği halde...
Yazık oluyor ondan sonra yitenlere...
Yalnızlık senfonisine hazırlanan orkestranın boş sandalyeleri gibi...
Adı yalnızlık ya, şimdi orkestranın elemanları desem olmayacak, hani neresinde yalnızlık olacak...
Halbuki en acısı kalabalığın içindeki olan değil miydi?
O değil miydi en çok can yakan...
Bu orkestranın alamet-i farikası, sandalyelerinin boşluğunda...
Salonun aralık kapısından arsızca süzülen rüzgarın ıslığında...
Belki cereyan yapıyor, belki yolu budur, kapansalar ya, ikisinden biri ya da her ikisi de... Bitmeyecek ki oksijen korkulacak ne var...
Bilakis, o kadar temizlenecek hava, o kadar bollaşacak ki, senfoninin ortasında sandalyelerin hepsinden doluymuşcasına yükselen, ne nağmeler dökülecek üzerlerine...


Pronto! Toz Alacaktık...?!

Anneyim, çalışan kadınım, ablayım, evladım, en nihayetinde ev hanımıyım...
Hepimizin ev işinde sevdiği, sevmediği kalemler var...
Ütü yapmaya bayılırım mesela, iyi açan şöyle deliler gibi buhar fışkırtan bir ütü olsun saatlerce yapayım...
Sonra...
Bulaşık yıkamak, o su akınca benim de beynimdeki kabuk akıyor sanki, üzerindeki kara kabuk...
En en en sevmediğimse, fotoğrafla alakadar toz almak...
Deliririm, bir de üzerine sevmediği ot burnunda biter gibi, sen git mobilya "venge" ol...
Alıp da arkamı döndüğümde yine üzeri silme toz olur mu?
Olur, bunun iyi al, kötü alla alakası yok...
Genellikle yukarıdaki ürünün sprey şeklinde olanını da kullanmakla birlikte, en çok kullandığım olan köpek kuyruğu kıvamındaki ürününü, sen firma benim ülkeme getirme artık...
Neden?
Nedendir, işe yarayan bir üründen mahrum edersin ki bizi...
Firmayı aradım, sizin gibi herkes isyan ediyor arıyorlar deyip üzerine ekliyor hanımefendi tüm iyi niyetiyle, yurt dışında tanıdığınız varsa getirtebilirsiniz...
Tövbe de getirtmem...
Sen benim ülkemden sakın malını, sonra ben ülke ülke dolanayım...
Getirirsen yurduma alırım yoksa da eyvallah...

1 Şubat 2011 Salı

Anne - Kız / Anne - Kuma


Rengin Hanımla evdeyiz tatil boyu...
Bana da çok iyi geldi uzun süre evde olmak alışkın olmadığım ama özlediğim hayal gibiydi şimdi masaldayım...
Fakat Rengin sen neymişsin annem yaw...
Bir saç saça girmediğimiz kalıyor gerçi bunların da sonu hep gülüşmelerle sonlanıyor da sanki benim yaşımda bir kumam var karşımda her lafa cevap herşeye bahane...
Anında...
Havaların karlı buzlu olmasına aldırmadan dışarı çıkıyoruz hanımın canı sıkılmasın hava alsın diye...
Yaranamıyoruz yine de...
Zor cidden...
Ama evde hayat şimdilik çok tatlı küçük hanımla da...
Tatil menümüzün giriş bölümünde; bir tanecik teyzemizin doğum gününü kutladık, yaptık pastamızı, aldık elimize gittik ona...
Dönüşte karlarda oynadık...
Pinokyoya gittik bayıldık...
Sonra gazetenin verdiği kitapları aldık, vay be dedik kırk kitap, kırkı da birbirinden güzel kitap...