30 Eylül 2009 Çarşamba

Şafak 31...

Bu moral dalgası ne menem birşeydi ki böyle gel-git misali, bir bakıyorum kıyıma deniz neler getirmiş, içinde inci taneleri olan midyeler mi desem rengarenk balıklar mı desem...
Sonra onları bir geri alıyor, ucu bucağı görünmeyen, sağı solu belli olmayan deniz...
Bakakalıyorum öyle gidene ardından...
Dün de öyle nemrut bir gündü anca gecesine düzelebilen...
Bu hastanelerde bekleme onca sıkıntı ne bileyim Kasım ortası bitecek herşey dönüp okuyacağım buraları ne yapmışım ne demişim...

Bir de dün yazamadım akşam eve gelince kapıdaki sepette bir zarf Allah dedim kitaplarım geldi nasıl moral oldu ne sevindim anlatamam ama şimdi de kafamı veremediğimden okuyamıyorum ancak geçecek hepsini okuyacağım sonra isteyene gönderirim...
Elden Ele blogdan güzel insanlardan geldi kitaplarım...
Çok güzel hayırlı bir işe imza atıyorlar hepsini çok öpüyorum ne kadar teşekkür etsem az hele ki öyle bir anda geldi ki ilaç gibi o paketi görmem açmam yetti...
Ayrıca bütün dualarım babamla birlikte Ayşenciğime, Dijlemin anneciğine, Smilena nın kayınvalidesiyle birlikte bütün hastalara...

28 Eylül 2009 Pazartesi

Şafak 32...

Hatırşinas günlüğüm haberler iyi şükür, babam Pet CT ye girmişti geçen hafta onun sonucunu aldık bugün... Hani yarı litreyi geçkin ilaçlı su veriyorlar içiriyorlar, bekletiyorlar 45 dakika filan sonra MR tarzı bir cihaz var iki saat vücudunun neresinde kötü pis hücreler var onu buluyor daha doğrusu o içilen sıvı vücutta dolaştıkça kötü hücreler o sıvıyı tutuyormuş bak şu tıbbın geldiği noktaya...
Neyse işte boynunun karşı tarafına bile sıçramamış...Vücut temiz bin şükür, boynunda sağ tarafında olan o kadar bademcikleri işte, dilin yarısı, Allah'ın bu sınavına da şükür be gündelik, hastanelerde neler var gördüm hepsiyle hoşbeş ettim o yüzden baktım onlara daha şükrettim...
Doktorumuz şeker şerbet Müge Hanım, Prof.Dr. Müge Akmansu, inanılmaz yardımcı zaten yüzüne bakan gülümser babam da gülümsüyor inanıyor yola umut dolu çıktık...
Yalnız sevgilim günlüğüm ara sıra düşünüyorum babam kendine yoldaş bellemiş sigarasını hala aramakta canım benim... Elden ne gelir sağlık işte değil mi önemli olan...
Bugün üçüncü seans radyolu terapimizi aldık, Allahtan beş dakika girmesiyle çıkması bir oluyor...
Yalnız bitkin yorgun süzgün bir de yemeklerine itina gösterse çocuk da değil ki heytle hüytle yemek yedirelim...
Bu işin daha kemoterapi safhası var onda daha da güçlü olmalı...
Başında inzibat gibiyim kapışıyoruz sürekli...
Kurban adadım günlük, babam sıhhatine kavuşursa diye kestiğimi de yazacağım...
Annem de korkusundan sigarayı bırakıyor, zaten babamın yanında içme bitti de, onun da gözü korktu yeter 34 sene çekmiş içine...
Ben mi benim içtiğim sayılmaz az sayısı zaten, bu aralar bir miktar arttı sonra haftada bir pakete düşerim...
Çok ferahladım be günlük bu haber ilaç oldu yarın sabah yine hastane yolları bana kemoterapi ne sıklıkla verilecek filan ona bakan doktorun peşindeyim yarın yakalayacağım azimliyim ki bir an önce de başlasın hop bitsin kurtulalım...
Onun dışında oh be şükür Yarabbim elimdekilere yanımdakilere sıhhate herşeye şükür!
idillehayat'tan Ayşen'e , babama, bütün hastalara şifa dualarım hepsine...

27 Eylül 2009 Pazar

Yalandan Tutunmalar...(Öykü Atölyesi Fotoğrafın Dili)

Deniz bana hep sonsuzluğu anlatıyor kendi dilinde, ucu bucağı olmayanım ben diyor...
Bu sefer deniz "Hayat' ım" ben diye fısıldadı kulağıma...
Bu gördüklerinse kattıkların kendine, ömrün boyunca...
Ama dedi ekledi, bak ne kadar ince birleşim yerleri görüyorsun, tutunuyorlar üst üste, ucu ucuna her an yıkılabilir dönebilirsin en başa...
O denge işte önemlisi, en nazik yer aslında üzerinde durman gereken...
İşte senin yalandan dediğin ucu ucunalara denge dedim ben, sana ne kadar ince gelse de, istanbul'un köprüsü gibi sağlam aslında...
Belki de o sağlamlık da senin tabirinle yalandan tutunmalar da senin elinde, topu sana atıyorum üzerine kattıklarının ayarını...
Ben sadece elçiyim, sense kullanan, yaşayan, harcayan...
Ne kadar ne dilediğin ve ne yaşadığın sana ait...
O yalandan birleşimleri kuvvetlendirmek deee birden yıkılmalarını sağlamak da...
Dediğim gibi ben elçi, sense aslolansın...

25 Eylül 2009 Cuma

Şafak 33...





Normal yollardan bloga giriyorum bu sefer de giriş yapamıyorum yine tunnel li bir kanaldan yardım aldım ki onun da kendi istediği kadarını gösteriyor namuzsuz...
Asker gibi şafak sayıyorum ikinci radyoterapiyi aldık bu sabah erkenden kaldı 33...
Demek ben şafak saymayı beceremiyorum erkek olsam askerde çok dalga geçerlerdi...
35 iş günü radyolu terapi işte ikisini aldık 33 seans daha...
Haftaya kemoterapi destekli, sanıyorum yedi haftalık dedi ama onunla ilgilenen doktorların tümü kongredelermiş, iyi ya işte daha çok bilgilenip dönecekler memlekete, belki babamın durumu ile ilgili ve diğer hastalarla tabi yeni olumlu gelişmeler vardır dağarcıklarına ekledikleri...
Yalnız insanoğlu nasıl desem herşeye ne kolay adapte oluyoruz alışıyoruz, gerçi öyle olmasa da nasıl olumsuzluklara katlanılır ki...
İlk zamanlarımı hatırlıyorum da ben de babam gibi yutkunamıyordum hatta nefes alamıyordum hele ilk öğrendiğimde sol kolum uyuştu avuçlarım hissizleşti, beynim hele...
Girdim ağladım, çıktım ağladım...
Şimdi daha iyiyim, babamın yanında ve bizimkilerin yanında dik durmak lazım geldiğinden, üzerime düşenleri yapmak için güce ihtiyacım olduğundan...
Gerçi babam da benim derdimde, yemek yemememe iyi ya babacım dedim senelerdir veremediğim kiloları veriyorum işte ben memnunum hayatımdan lafı çok içini soğutmadı sanıyorum...
Eeee ben yanarım yavruma, yavrum yanar yavrusuna işte o hesap bizimki babam da bana yanıyor...
İçimdeki elli bin çeşit Fundayı savdım başımdan, kimi küfreder, bağırır, çağırır kimi ellerini açmış dua eder, kimi sessizleşip köşede, bekler kimi öyle kimi böyle...
Hal böyle olunca da hepsinden ayrı bir ses derken derken de içim şişti...
Şimdilerde bir sakinlik hasıl, daha çok bekleme, olacakları özellikle yan etkileri, sonrasını parçaların küçülüp küçülmeme durumlarını...
Babamın hastalığının adı "squamöz hücre Ca" ya da "tonsil Ca" da diyorlar...
Kötü huylu pis hücreler bademcikleri sarmış, dilin yarısına kadar gelmiş boynunun özellikle sağ tarafını filan derken, 4 safha dersek dedi doktor en şiddetlisine, sizinki üçüncü safha...
Olsun dördüncü olmamasından iyi değil mi?
Yine de benim içim rahat ve diliyorum bütün hastalar da şifalarını bulurlar, bu sabah babamla Gazi nin radyoloji onkoloji neyse işte ikisi bir yazılan bir yeri var kemoterapi radyoterapi o merkezde, ne hastalar var, hayatın öbür yüzü de oralar işte...
Demek ki diyorum bu da bir sınav ve bu sınavdan başarıyla atlatmamız için sabretmemiz şart...
Babamın bu rahatsızlığı bir sürü hayra yol açtı özellikle kendisinde, 40 yıllık arkadaşlarından geçti mesela...
Sonra küsler barıştı...
Çok alem bu babam, hastanede bekleme sırasında arayan arkadaşlarıma babamı soranlara babam çok iyi ama sigarayı bıraktı çok mutsuz de diyor yanımdan... Onun en büyük mutsuzluğu sigarasından geçmesi...
Sanıyorum şu aşamada en çok o sorun, kendisi için...
Hastanede bölümlerden geçerken dışardan geçmeyi tercih ediyor akıllım, çünkü kenarda bekleşip sigara içenlerin dumanlarından istifade edecek aklınca :)
Hani hep yazılarımda şükredin şükredelim takmayın kafanızı ota b.ka diyorum ya bu sefer haykırıyorum takmayın evet söylemesi kolay belki her dert kendince büyük dert ama gerçekten sonra hastalık yapışınca bünyeye haydi al diyor Allah al bakalım üç kuruşluk dertleri dert ettin kendine layıkıyla şununla uğraş...
En büyük hazine sağlık ve sevdiklerinin yanında olması insanın, ötesi yok...
Benim kızın da bu arada en büyük derdi, Çınar Minaya aşıkmış, Allah a dua edecekmiş Çınar da bizimkini sevecekmiş, ağlıyor ki nasıl o ağlıyor, benim içim parçalanıyor ne diye döküyor gözyaşlarını diye... Aşkla seviyormuş annesiyle konuşacakmış ya da önce annesiyle ben konuşmalıymışım...
Hayat işte Hey Allahım :)

24 Eylül 2009 Perşembe

Şafak 34...

Bugün radyoretapiye cuma da kemoterapiye başlıyoruz inşallah...
Şimdi babam vücudunun herhangi başka bir yerinde kötü huylu var mı diye teste girecek 2 saatlik bir test...
Sonra 35 iş günü radyoterapi aynı anda da yani aynı günde de kemoterapi...
Başladık şafak saymaya sonu hayırlı olsun ne diyelim...

20 Eylül 2009 Pazar

Bak Hocam...

- Düşün ki dükkanına 5 kişi girdi, sana zarar verecekler... Ama sen de eli kolu bağlı durmayacaksın ki, alacaksın eline levyeni kapışacaksın...
Evet kötü bir durum ama çaresiz değil... Sana zarar verecekler evet, ama senin de elin kolun armut toplamayacak be hocam...
Moral moral moral...
Biz akciğer knsr olunca elimizi koyacak yer bulamaz melül melül bakarız hastaya, bellidir o, ama sana bakmıyoruz savaşacaksın...
Fakat şu an ameliyat etmek gibi bir kahramanlığa soyunamam hem parçaları toparlayamama durumundan hem de bünyeni boş yere neden harap edeyim...
Önce radyoterapi 5000 raddan sonra bakalım devam mı en azından yayılmasını önleriz sonra küçülteceğiz bir de şansın büyük ki ciğerlerin tertemiz...
Sonra kemoterapi devam ederiz...
Ama sen yılmadan savaşacaksın...
Bunları söyledi cumartesi gittiğimiz doktor...
Fakat cuma günü sonucu açıklayan doktor öyle fena öyle fena şeyler söyledi ki 10 saatlik ameliyattan girdi sonrasının vahametini tabir-i caizse ballandıra ballandıra anlattı...
Doğal olarak da babam iyi bir portre çizen doktoru muhtemelen dinlemedi bile...
Çökmüş durumda, onun yanında dimdik duruyorum gerçi zaman geçtikçe evet yine dik olacağım çünkü zor bir süreç bizi bekliyor tedavi aşaması zor çevreden bildiğim kadarıyla ama babama tam destek hep destek yorulduğu yere han acıktığı yere restoran...
Dua dua dua elimizden gelen destek ve yalvarma...
Bütün hastalara şifa babamla birlikte inşallah...
Bu arada beş aydır tam dört doktor gezen ve teşhisi koyamadıkları için bu kadar yayılmalarını sağlayan doktorları da Allah a havale ediyorum...

16 Eylül 2009 Çarşamba

Haberi Mübarek Kadir Gecesi Aldık Sonucu Mübarek Cumaya...

- Efendim Babacım
- Ben ..................... ben biyopsi yaptırdım...
- ..................... nasıl sesin neden kötü ne oldu babacım anlatsana
- Hastanden geliyorum yoldayım knsr dediler...
- Babacım ne knsr i dur hele anlat daha sonuç çıkmamış dur bi dur....
- işte öyle kızım...
Böyle bir konuşmaydı babamla dün öğlen aramızda geçen...
Soğuk duş mu, en yüksek binanın tepesinden atlamak mı yere çakılıp, bilmem uyuştum bir anda nefes almayı da unuttum, yutkunmayı da, ağlamayı da, ellerim saçlarımdaymış kapattıktan sonra telefonu...
Saat 17:00 de gittik hastaneye, nasıl durdum babamın yanında dimdik, hatta ne maymunluklar yaptım beton gibi ama sıkmaktan kendimi bilemedim, saat nasıl geçti Rengin'i kreşten nasıl aldım, anneme bıraktım, babamı aldım nasıl hastaneye gittik babamı MR a soktum dışarı attım kendimi boşalayım dedim ağlayayım o yarım saatte...
Ama Allah izin vermedi ki bir kadınla tanıştım sigara içiyorduk elimde sigara kadına "içmeyin şunu ne olur" dedim durduk yerde...
"Ahhh" dedi "elimde olsa bırakmaz mıyım ikinci defa kanserim yine de içiyorum işte"
Ama dedim benim babam da içerde MR de, biyopsisi yapıldı, o da sizin gibi çok içiyor ama çok da sıkıntısı vardı...
" Sen benim sıkıntımı bilse o kadar çok derdim var ki"
Onu dinledim dinledim yarım saat geçti babamın çıkışına gittim sonra röntgene gittik ciğerleri nasıl diye...
Hepsinin sonucu CUMA 10:30 a...
Yine babamla beraber gideceğiz dik durmam lazım, destek olmam lazım, içimin fırtınasını dışıma taşırmamam lazım...
Yer gök dua ile çok yalvardım Rabbime babamı bize bağışla dedim bütün hastalarla beraber şifasını ver dedim...
Cumayı bir atlatalım dedim hayırlısı ile...

11 Eylül 2009 Cuma

Hızlı Tren Uçar Gider...

Hafta sonu tatili münasebetiyle yazanımız Eskişehir' de olacağından meydanını boş bırakacaktır...

Arz ederim...

Nesi meşhur ki acaba, blogger var mı tanışabileceğim, nere gezilir, ne yenir, ne içilir?

Hııım ben biraz geç yazdım sanırım neyse ben bakarım yorumlara o zaman...

10 Eylül 2009 Perşembe

"Kuru" Demeç...

Titaniği batıran buz kütlesinin altıydı asıl etkeni...
İnsan için hani deriz ya bir bunun kadar da altta var diye, kötülüğü o bir bunun kadar da yerin altındaki kısmı...
İstanbul' u batıran da ya da Trakya'nın büyük bölümünü altındaki marazları mahvetti...
Bakınca şehre Titanik gibi şahane ışıkları, makyajı, ayın şavkı derken, altı çürük meyva misali yağan yağmurun perişanlığında çıkagelen ansızın...
Bu kadar kayba, cana içim kan ağlıyor, doğuda pisi pisine giden ana kuzuları, batıda yok yüzyılın sel felaketi...
Zaten iki damlayla feleği şaşan yerler adını "Yüzyılın Sel Felaketi" koyunca bizim şuçumuz yok demeye getirmek mi açıklaması da en hazırından...
Gidiyoruz bir kıyamete hayırlısı ama hala kimse ses çıkarmıyor asıl en acısı...
En merak ettiğim de yöneticilerin, bürokratların görevlerinden utanma belası istifa etmeleri için ne kadar zaiyatın olması gerekiyor, belli bir ölçütü var mıdır?
Misal bu durumda 31 yerine 40 can kaybına mı istifa edilmeli?
Ya da ilk hızlı tren denemesinde ölen onca insanın demek ki sayıca yeterli olmamaları mıdır bakanın istifasını engelleyip batmanların suçlu olmalarını sağlayan?
Neden Avrupa'da herhangi bir felakette kayıpta, ilgili bakanı müdürü neyse, şapkasını önüne koyup efendi gibi ben bu işi beceremiyorum demek ki deyip gidiyor da, benim ülkemdekilerin koltuklarına çivili misali kalkamıyorlar, yerlerinden olmuyorsa olmuyordur, hizmet için var olunduğu akıllardan hemen çıkıyor da başka hızlı getirilere eriyor çalışıyor beyinler hemen...
Daha ne kadar müsibet gelmeli yurdun başına?
Reenkarnasyona inanmayan ben bile diliyorum ki, Atatürk bir başka bedende var olsun, vursun yumruğunu gelsin aydınlık günler...
Hele ki dünkü basın toplantısında binlerce ıslak İatanbullunun başkanının kupkuru haldeki basın toplantısı, demeçleri de ayrı şaşırtan bu fekalete damgasını vuran...

9 Eylül 2009 Çarşamba

Baştan Söylüyorum İnsanları Küçümsemek Değil Benimki...

Yalandan oyun oynuyorum kendi kendime...
Şöyleki; her dakika televizyonlarda, pahalı kafelerin önünde, lüks arabalardan inen erkeklerin arabalarını park ettikten sonraki kapıyı açış, tek ayağı atış ufaktan bir bekleyiş ayakkabı iyice algılandı mı ve şöyle bir güneş gözlüğünün üzerinden etrafa bir kesik ki bakan gören insan evladı hanım kızlarımızın durumu nedir, halleri beni görünce nicedir gibilerinden...
Oyunumun temeli de bu...
Ulus' u bilir Ankaralı arkadaşlar...
Otobüs beklerken eve gidişlerimde, etrafı seyreylerim bakar bakar dururum, onlar tren değiller elbet ben de öküz, benimki boş boş bakma diyelim can sıkıntısından mütevellid...
Özellikle erkek kardeşlerimiz için (kardeş oldular yalnız hepimiiiiz kardeşiiiz bu öfke ne diyeeee); şimdi bir kahraman belirliyorum, ona gözlükleri takıp bir de mercedes in içinden çıkış anını hayal ettim mi...
Adamların haberi yok tarafımdan neye maruz kaldıklarının, fakat hakkaten oluyor, arabadan inişteki o ilk tavır, gözlük üzeri bakış bakış filan fazlası var eksiği yok...
Aman olur tabi, olanların bunlardan farkı ne allasen...
Biri, ikisi derken otobüs gelene kadar, diyorum sonrasında;
Ey para sen nelere kadirsin!

8 Eylül 2009 Salı

Sayın Tacizci Kabul Buyurursanız Sizi Bir Miktar Hadım Etmek İstiyoruz da...

Dün gece haberlerde namuzsuzun biri ki namuzsuz diyorum yine kendini bilir bir hanımefendi olarak ağzımı bozmuyorum çünkü onunla alakadar yüreğimin ağzının iplerini çözdüm stadyum küfürleri ediyor...
54 yaşında Almanya'dan gelmiş evinde 220 adet çocuk pornosu cdleri bulunmuş ve bir sürü çocuğa taciz en son karakolda artık çocuklardan bir ikisi teşhis de edince utanıp camdan atlayıp ölmüş leş...
Efendim meclisteki iktidar partinin, kadın millletvekillerinden birkaç tanesi de konuyla alakalı çalışma başlatmışlar, yapanı hadım edeceklermiş sonra araçta beraber getirilmeyeceklermiş artık bak hele bak bir de aynı araca bindirip getirirlermiş adliyeye... "Çocuğun örselenmemesi" deniyor sürekli...
Şimdiye kadar örselendi binlercesi o zaman neredeydiniz ne oldu seneler geçti giden gitti onlar topluma nasıl kazanıldı?
Şimdi de hadım edilecekmiş ama yine de hayvanın onayı alınacakmış...



-Sayın tacizci kabul ederseniz sizi işlemiş olduğunuz bu suçtan ötürü hadım edeceğiz, onayınızı almak istedik...



-Tabi al abla buyur senin olsun, ne yaparsan artık...

4 Eylül 2009 Cuma

Özgürlüğün Yegane Bekçisi, Yasaklar...(Oyun Atölyesi Kelime Oyunları)

Katli vacib diye bağırıyor, beynimin derinlerinden gelen ekolu ses, "Yasak" için...
Aynen öyle, kelimenin fiiliyeti için, sonra getirecekleri için, uygulanabilirliğinin delinmesi için, evet evet katli vacib, mutlaka kesin boynunu, atın köpeklere...
Bulaşmak istenmese de paratoner gibi çekiyor, şu hayatta figüranken kenarda sessizce bakakalan, birden başrolü kapabiliyor insan...
Yasak için ille de illegal mi olmalı girişimlerin tümü...
Belki toplumca kimse bilmeden konmuş kuralları da heder etmek bir nevi...
Şu meşhur "insanlık namına" nın bozulması ya da delikanlılığın kitabının panzehiri gibi...
Aseton gibi çıkarıcı, kezzap gibi yakıcı, yok edici, duyunca tüyleri hoplatan daha bir sürü etkisi...
Yasak delen ben ya da her türlü norma karşı duran ama kenardan süzen; bir yandan da isyanın sesini bastıracak yastığı yüzüne dayayan yine ben...
Özgürlüğün bağımsız bekçisi nin gönüllerdeki tahtı asla sarsılmayacak olmasının geleceğe miras bırakılacak yegane tek dişli canavarı ne de olsa kendileri...



Ya da olmadı, unutmalı herşeyi, potansiyel reklam sloganı olsun hem de ciklet...
"Yasak mı çiğnemek istiyor sunuz?"
"O halde buyrun dişlerinize dost, egonuza dost..."
"Yasak Şekersiz Sakızları"

Çekirdeğimin Kabukları...

Kabuklarını nereye atacağım derdi olmadan çekirdek çitleye çitleye, denizi seyretmek ister gönlüm, öyle de çok olmalı ki meret, bitme derdi de olmasın...

En heyecanlı yerinde ortada koymasın beni...

Ağzımın kenarına yapışan kabukları tüküreyim esintisinde havanın, kıvrıla kıvrıla savrulsun gitsin...

Hatta arada kızın ateşi de geçmiş olsun, ben çekirdeğimi çitlerken kıyıya sırtımı vermiş...

Sonra yüzüme tükürmesin ya da nefretini boşaltmasın esintisiyle kızgın rüzgar...
İyiydik böyle dingin, ne oldu ki yine yamuk yumuk tepe taklak?
Bu fotoğrafın yazısı şuydu aslında buna da uydurdum kafadan...

2 Eylül 2009 Çarşamba

İnsan Gördüm Birçok...

Dün denizkızının doğum günü dolayısiyle üç kişilik dışarda bir toplanma yaşadık ki ben kalkana kadar sürekli çok yoruldum kendime gelemedim nidaları ata ata...
Yürümediğim kadar yol yürüdüm...
Öyle tembelliğe alışmışım ki, eve giderken otobüse bineceğim zaman bile 200mt. durakla ev mesafesi bulunan otobüse binmiyorum da yakında bırakanı bekliyorum, incilerim dökülecek ya sanki yürürsem...
Ne fena sürekli yürümekten bihaber, halbuki severim ne yürürdüm, baktım sokaklar değil ben aşınacağım bıraktım...
Karanfil sokaktı geçtiğim, Aylak Madam a gidene kadar, boylu boyunca hem birini hem ikisini...
Hani yeni bir şehre gelir insan da, geçerken yollardan bir oyana bir bu yana bakacağım diye bakınır sürekli birşey kaçırmayayım sevdasında, ben de aynen öyle, mesela ben yeni gördüm koca koca 106 ekran plazmaları koymuşlar dizi dizi, playstation oynuyor gençler, çok hoşuma gitti hem de dışarda cafenin bahçesinde...
Sonra iki adamın önüne geçtim, yüksel caddesinde ilerlerken...
Ağır abiler belli, biri telefonla konuşuyor "sen merak etme sıkarım ben gerekirse, ayaklarını ters çevirir, öyle giydiririm pabuçlarını" vay dedim, bu kadar tumturaklı laflar eden son ütücüler...
Sonra oturduğumuz yerde öpüşen gençlere ki epey oldu buna benzer bir yazı yazmış idim (tık)...
Ya tamam yerleri yok filan, hoş bahane mi de ama bağnaz görüş açısı mıdır benimki bilinmez, itici geliyor hayır şeye döndü olay sen yapmadın mıya, yapmadım tabi, yapmam, yapanı da tasvip etmem...
Edene de ses çıkarmam, görüşümdür arz ederim...
Velhasıl adam insan gördüm iki, yürümemin yorgunluğu da kızları gördüm uçtu gitti, gerçi bir miktar uhunetliydi masa ama ben eğlendim çapımda ama eğlendiremedikse de oturduk koklaştık güzel dündü...
Nice yıllara tekrar tekrar Denizkızım...
Fotoğraf: Tamamen benim canımın Amasra salatası çekmesinden mütevellid...

30 Ağustos 2009 Pazar

Efendim Huzurlarınızdaaaa...


İçimden Geldiği Gibi' ye çok teşekkür ediyorum bana yaptığı bu güzel sürpriz için...

Mailimde bir not kendi kendime gelin güvey oldum ama diye başlayan ve ekte bir sürü seçenek sunan...

Valla iyi ki olmuşsun, benim gibi değişimden bihaber birine ne kadar makbule geçti bilsen...

Ellerin dert görmesin çok teşekkür ederim...

Ayrıca ben resmi görünce ne aklıma geldi, iki kelebek var orada Bizim Bey le ben, evin üzerinde de bir uğur böceği Rengin kuzum...

Ev de yeşil, bereketli, mutlu, huzurlu yuva, uğuru da üzerinde ya daha ne isterim :)

Tekrar teşekkürler çok hem de...

Ocakta Semizotu...

Pazar telaşesi...
Annemin eski mahalle komşuları gibi konuştum "ayol telaşemiz var"...
Artık benim de var, hiç de matah birşey değilmiş, özenir dururdum, telaşem yok diye, al sana telaşe debelen dur...
Bey yarın akşam gelecek eve, 4 gündür gurbette...
Ona hoşgeldin sürprizi yaptım, muzlu rulo pasta ki bayılır...
Sonra annemle pazara gittik, pazarcıların oruç başına vurmuş, erkek olsam kesin dalardım...
Gümüşü park ederken hafif tamponunu kaldırımla tanıştırdım...
Zaten de debriyajı yukarda kavrıyor, yokuşta da kaldım mı(ama yokuş kesin 98.5 derece filandı ) lastikleri yaktım galiba çok koktu, bu arada da güya on yıllık şoförüm...
Velhasıl kendisine çok ısınmış bir durumum olamadı, önümüzdeki karşılaşmalara bakacağız artık...
Yarın kreşin bir aylık tatili sona eriyor, ayrıca da benim beeeeeeeeeeeş koca günlük tatilim iznim ne denirse adına o da bitti gayri...
Bakalım rüzgar nereye savuracak nereden bağlanacağım, Atina'dan bildiren Muhtar misali...
Ha bu arada benim ahretlik hafiften küstü galiba bana, ne ayıp, pas vermiyor kendi haline bıraktım biraz hoooo insin ( bu da babaannemin lafı siniri hırsı insin babında)...
Haydi rast gel pazartesi ...


Fotoğraf çarşamba gününüden, sardunya, terazinin dirhemi, ben ve çocuklar şeklindeki bizim evdeki yayılımımızı gerçekleştirdik...

29 Ağustos 2009 Cumartesi

"Gel Bir Öpeyim"

Epey oldu konuşuyorduk iş yerinde, çocuklardan özellikle yazdığım önceki yazıdaki durumdan bahis açılmıştı, onun üzerine...
Çocuklar sevgiyi o kadar iyi algılıyorlar ki, samimisini, eğretisini ve ona göre tepkilerini direk veriyorlar, ne güzel bizim gibi uğraş vermiyorlar, kırıldı mı aman küser mi şu mu bu mu demeden...
Her zaman savunuyorum hele ki çocuğa sevgi, emek ister...
Kimseyi yermek değil niyetim, iğneyi kendime batırayım, babam biricik babam...
Kızım ilk torunu zaten başka da yok...
Bizim küçüklüğümüzde oynama durumu olmamış ki, bilmiyor kucağında hoplatma ya da parka götüreyim, bir bakkala sokayım şeker alayım durumlarını...
Hep işlerinin uygunsuz saatlerinden, görüşmelerimiz bile aynı ev içinde nadiren oldu evlenene kadar...
Sonra Rengin doğdu, aklı başına geldi, anneanneye tapar Rengin, 2,5 yaşına kadar bakmış olmasının verdiği yakınlığa ilave, yorulduğu yere han yapmasından, bütün olmazları olura çevirmesinden ve ağzından bir Rengin derken on tane Rengin in birden çıkmasından kaynaklı...
Dedemiz de uzaktan uzağa "gel bir öpeyim" veya "Rengin dedesini sevmiyor"...
Yahu baba ne sevmesi ne sevmemesi, sen çocuğa sergide asılı bir tablo muamelesi yaparsan yanına gelmez, sevdirmez kendini tabi...
Emek veriyor musun ona derim hep, mesai harcıyor musun?
Sonra baktım babam ilerleyen günlerde, onunla oynamaya başladı baktık bizim kız ısındı dedesine...
Şimdi o da bayılıyor dedesine, aşkları dedesinin kreşten almasıyla kuvvetlendi...
Çok uzun bir süre babam aldı kızımı kreşinden, bir bakıyordum ki kavga döğüş gelmişler kapıya, bir bakıyordum ki güle oynaya...
Şimdi iki taraf da hallerinden öyle memnunlar ki...
Tatildeki Ayfer teyze de öyleydi, daha bir saat bile geçmemiş tanışmamızın üzerinden Renginle bizlerle, kadın neler yaptı, ne oyunlar, yorulmasına rağmen yine de kırmadı oynadı durdu bizimkiyle...
Ama Rengin'in de Ayfer teyzesiyle bir vedasını görmeliydiniz, o ağlamasını, bir kağıda resim yapmış Ayfer teyzesi, elinden tutan bir kız çocuğu kendisi, hediye etti Ayfer Teyzesine...
Bakıyorum da çocukluk da zor iş, habire çevresinde,
"Gel bir öpeyim"
"Azıcık gel de konuşalım"
"Gel bir yanıma sevdir kendini"
"Kreşte ne şarkılar öğrendin söyle bakayım"
"Arkadaşlarının adı ne"
sorularıyla çevresinde bir sürü amca-teyze/ abla-ağabey...
Kimbilir çocuk aklında o sözleri duyunca cevaben ne geçiyordur...
Büyük olsa bileceğim de.... :)
Anneannemin bir lafı vardır "kuru kuruya kurbanın olayım"...
Çocuk sevgisi emek ister, mesai harcansın ister, samimi sevgi ister...
En azından benimki öyle :)

Aklıma Gelmişken...

Bu da iyiden iyiye vicdan borcu gibi...
Her dakika aklımda, hala
içimden geldiği gibi den bir mim var borcum, evinizin en sevdiğiniz köşesi gibi köşe bulamadım ki sevecek, toptan bir sevme durumu bendeki...
Şimdiki bu dalga her blogda mutlaka var, işin kötüsü mim cevaplanır cevaplanmasına da sevdiğin 7 şey...
Düşün dur valla, ilk aklıma geleni yazarım düşündükçe çıkamam işin içinden, o yedi olur bana yedi yüz...
Dolunay ve Manii bu yaratıcılığımı, gözümdeki ışığı, yazılarımdaki sarsaklığımdan keşfetmiş olacaklar sağolsunlar...
Sorarlar adama sevdiğin yedi şey diye...
Sevdiğim yedi şey valla benim kafam yerinde olursa takacak birşey bulmadıysam huzursuzluk yoksa, kalpim mutluluk pır pırları ederse, herkes sağlıklıysa baktığım her yerde yeşeririm, her şeyi severim...
Bir arkadaşım vardı polyanna gibi her durumdan bir artı çıkarmasını bilir, gerçi kendinde değil bende :) Şimdi ben de onun gibiyim, sevecek o kadar çok şey ve şükredecek o kadar çok sebep var ki, her şeyi seviyorum yediden yetmiş yediye, 7/24 hem de...

27 Ağustos 2009 Perşembe

Yine Bir Gün Hiç Unutmam / Annemin Sürpriz Yıkışı...

Eh madem konuyu kahraman olmayan kahramandan açtım kendi kendime, bir anekdot daha yazayım bari...
Mekan Bolu, dördüncü sınıf ikinci dönem, mezun olunacak, bölüm öğretmenlik, staj, takım çalıştırma, staj dosyası, vizeler, finaller bir harala gürele ki zaman nasıl geçiyor o zamanda neler yapılıyor hak getire bilene anlayana aşkolsun...
O dönem canım babam bana mezuniyet hediyesi bir uno alıyor ve Ankara'da okuyan bizim aile dostu oğlu Dr. Ahmet'e veriyor anahtarı, git diyor bunu bizim kıza götür şaşırsın...
Sen benim ballardan datlı biricik Sultan annem bana bunu telefonda söyle :)
Etti içine bir nevi, eh be annem, ne söyledin, onu görünce gözlerim açılaydı ya bir sevinçten şaşakalaydım ya komadın ki...
Neyse yalandan eşek olduk, geldi araba açıldı ağzım, pörtledi gözüm...
Sonraaaa...
Sonra efendim ben bir sabah gittim okula, bir telefon ev arkadaşım :
- Ön camındaki kağıdı gördün mü?
- Yoo ne kağıdı?
Yalnız ben de ne kadar dikkatliysem, silecekte bir kağıt takılı hiç umurum olmamış...
- Kızım arabanı çizmişler haberin yok...
- Nasıl, pardon, ne arabası, ne çiziği...????
Neyse açtım kağıdı "lütfen karakola uğrayınız. Polis memuru ....."
Bizim ev de ana cadde üzerinde, şimdi depremden her ikisi de yıkıldı, hem bizim apartman hem karakol, onun karşısında hemen...
Şimdi karakol deyince öğrencinin karakolla polisle ne işi olur diyerekten hafif ürperip aldım teyze oğlunu yanıma gittik karakola...
Olay şöyle cereyan ediyor...
Notu yazan polis memurunun nöbet saatinde, gece yarısı bir araba benim arabanın yanına yaklaşıyor, geçiyor, sonra geri geri geliyor yerini alıyor, biri çıkıyor camdan dışarı eline bıçağı alıyor "ciyiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiirt" diye şoför tarafından arkadan öne bir iyice çiziyor...
Sonra sağolsun polis memuru plakasını alıyor aracın...
İfadelerimizi aldı, şikayetçi olduk Bolu' da küçük yer, plakanın kimin olduğunu biliyorlar, gittik o zaman galeri sahibinin dükkanına hep birlikte, araba galeri sahibinin oğlunun gençten biri o da...
Polis diyor bana tanıyor musun, yok diyorum nereden tanıyayım...
Hakkaten de bir kere görmüşlüğüm yok, ne demeye arabayı çizsin hoş kime ne zararım olmuş filan düşünürken...
Mezuniyet gecesi geldi kuzenim de gelmişti sonra beni bir ara dürttü...
- Hiişt bak şu oğlanı tanıdın mı?
- Aaa evet arabayı çizen değil mi?
- Evet de asıl enteresanı kimin kavalyesi?
- Kimin?
- İşte o kızın?
- hııı ????????
En dip not:
Allah hepimizi içinde Allah korkusu olanlarla karşılaştırsın, ne diyeyim...

25 Ağustos 2009 Salı

Hiç Unutmam Bir Gün...

Kahramanın ismi hiç lazım değil, hoş o bir kahraman mı hiç değil...
Sene 94, Bolu'da üniversite zamanı, hazırlığa başlayacağız...
Otuz kişiyiz tazecik, başka şehirlerden gelmiş, sudan çıkmış balık misali, bir çoğumuz ailelerinden ayrı, birbirimizi tanıma çabaları, ufak ufak birbirimize sokulma çalışmaları...
Benim hiç öyle sokulmada problemim olmadı, tanışma kaynaşma bir çırpıda oluyor şükür...
Biz ilk günler sınıf kocaman bir aile, nasıl mesut günler, hep de öyle devam etti...
Arada da dersler derken, bizim toplu bir fotokopi durumumuz oldu, bir gönüllü çıkacak hepimize çektirecek, paraları toplayacak...
Çıktı gönüllümüz, çektirildi fotokopiler, paraları verildi...
Sonra ne olduysa bir laf dolaştı "filan fotokopileri aslında şu kadara çektirdi, ama bizden bu kadar aldı" diye...
Hay Allah nasıl olur demeye kalmadı gerçekten o laf doğru çıktı ki keşke de çıkmasaymış elimize fazladan aldığı paraları hep iade etti...
O anda ondan fazla yerin dibine girmişimdir herhalde, çok sıkılırım böylesi durumlardan...
Ne fenadır beş sene okuyacağız bre filanca arkadaş ne demeye ilk günden yıktın onca insanın güvenini üzerinde...
Sonrası hiç arkadaşı olmadı sınıftan...
Öylesine aklıma geldi benim de durup dururken...