18 Şubat 2010 Perşembe

Aklıma Düştü... (Şimdiden Söyleyeyim de Yazı Uzun)









Ziyadesiyle kendi halinde, etliye sütlüye, ota .oka karışmadan, bana dokunan yılan da yaşasın, dokunmayan da zihniyetinde, kazanında kendince kaynayan bir zatı muhterem olan ben ki kimse inanmadı biliyorum da olsun ben bir yazmak istedim, hayatım icraatta dingin olamadı yazımda olsun bari diye...

Bu arada bu uzun tanıtım yazısı da blogumu yeni açanlar için kısa özet olsun dedim şimdi spontan düşünüp, yazarken dökerken satırlara...
Allahın sıcaktan eridiğimiz bir Temmuz günü, ortada bir neden yokken belki de var benim haberim yok, bir görevlendirme yazısı ile o ana kadar çalıştığım yerin dışında, malzeme dağıtılan bir depoya "aman sana bilgisayarda çok ihtiyacımız var, yürü Funda kim tutar seni işler bitip iki ay sonra almayan nedir vallaha" gazıyla hala çalışmakta olduğum yere sürgün edildim...
Hala da nedenini bilmem...
Bilmesem de olur da, ilk başlarda çırpındım, haksızlık bu dedik, bilimum mercilere büyükler aracılığıyla gittik, hatta o sıra msn nin buzz' ı var ya bir nevi, bizim bir arkadaşla oradan atışmalarımızı sen tut büyük amir üzerine alın, hatta gününün büyük bölümünü benim msn nin üst yazılarını takiple geçirecek kadar tak bu işe, sonra bütün Genel Müdürlük benim bu işi konuştu ki tamamen kendi arkadaşımla konuştuğumdur daha bundan gayrı yapabileceğim yoktur...
Neyse...
Bunda da bir hayır var dedik, bahçe suladık, bahçesinden faydalandık, işimizi yaptık derken derken 18 Eylül Cuma günü kara cuma günü, 58 yaşındaki sevgili babamın Tonsil Ca hatta kodu CA-09 dur olduğunu öğrendik...
Halk dilinde bademcik kanseri deniyormuş ya da dil kökü kanseri gibi bilimum isimleri varmış içine girince işin terminolojisi de ucundan duya duya öğrendik...
Zaten babamın Mart' tan beri boğaz ağrısı şikayeti vardı taaaaaaaaaaa -ki o "ta" içinde küfür var yazamadım- Eylül ayına kadar dört doktora gidip de, bozağların şişmiş, al şu antibiyotiği bitir, sil süpür gel şeklindeki tedaviler, yanlış teşhis, gözlerinin önündeki büyüyen kisti görmemeleri sonucu Eylül ayına kadar safha olmuş mu sana III?
Allah' ın işi dedik yine sığındık ona ama dağıldık ki ne dağıldık...
Doktor bize sonucu söyleyecek elinde dosya kedinin ciğere bakması bizim doktora bakışımız karşısında o kedi tok evin kedisi gibi kalır...
Doktor da canı sağolsun bizim edebilecek her yerimize etti tabir-i caizse...
" III. safha Tonsil kanserisiniz B..... Bey...
12-15 saat arasında değişen bir ameliyatınız var, ameliyat sırasında dilinizin yarısından çoğunu alacağız, boğazınızda ne var ne yok temizleyeceğiz...
Dilinizin büyük bölümü olmayacağınızdan, yedikleriniz ciğerlerinize kaçabilir ölebilirsiniz, zaten de felç ihtimaliniz çok fazla"
Annem, ben, kızkardeşim, babam...


Nasıl bir hal o hal var ya, YOK BÖYLE BİR HAL...

Hani anne olursun, emzirirsin tarifi yok diye gezersin ya, hikaye o...

Nefes alamadığın an o, düşünemediğin an o, boku yedik buraya kadarmış dediğin an o...

Gittim o ana yine bak, şimdi bile sulandı gözlerim aktı yaşlar, o an doktor çıkışı almışsın haberi, ağlasam olmaz babam var, sigara içmek istiyorum yine babam var, kalbim boğazımdan çıkmış onu hiç tutasım yok varsın gitsin...
Telefonlar çalıyor, beynimde zaten uğultu var...
O hastaneden Gazi' ye gidene kadar o direksiyon oldu bana kafamı vurup ağlama duvarı ama ne çare varılması gereken bir yer var el çabuk tutula, puslu ağlamaklı gözlerle kazasız belasız vardık hastaneye...
O canı sağolasıca doktor bizi Gazi Hastanesi Radyaloji bölümünde bir doktora yönlendirdi, sonra oradan bir KBB ci çıkardı Allah karşımıza...
İnanılmaz bir adam, dingin, sakin, moralli...
"Bak hocam durum kötü evet, elimizi çok çabuk tutmalıyız, ama ameliyat yok, o kadar büyük yere bıçak daldırmak gibi bir kahramanlığa soyunmaya gerek yok, radyoterapilerle kemoterapilerle kitleyi küçülteceğiz, belki yok edeceğiz, o zaman bakacağız duruma... Ama sen ümitsizliğe kapılma, hele bayramdan sonra tedavilere başlarız, sen sigarayı kes 40 yıl içmişsin yeter ama 40 yıldır aldığın alkole de veda et son kadehlerini iç, hatta bir kadeh de benim için iç...
O bayram da geçmedi kimselere, sonra başladı maratonumuz hergün radyoterapi, her cuma kemoterapi, aradaki dağılmalar, moralsizlikler, arada delirmeler, sinir krizleri, yorgunluklar, bitkinlikler...
Şafak sayfamalarım, tanımadığım bir sürü dünyada iyiler hala var dedirtecek bir sürü iyi insandan destek mesajları, telefonları, duaları hepsi ilaç oldu önce bana, iletince de babama...
Anasını sattığımın dünyasında geldi mi terslikler birbirini beklermiş birimiz çıksın "hayde arkadan da ben geliyorum bekle ismail" der gibi, iyi bir işi olan babamın, safi iyi niyetinin hatta tabir-i caizze salaklık diyeceğim babaya salak denmez saflığa devam edeyim ben...

Ortağının kanser haberini aldığının ilk haftasında, dükkandan etmesi babamın, hastalığına değil tamamen işsiz kalmasından dükkanının göz göre göre gitmesinden hakkının ve havaya uçan paraların gitmesineydi bütün üzüntüsü...

Sonrasında her akşam ölmeye yattı kızkardeşimin dediği gibi...

Düzeltemedik hiç moralini ki boşa kürek çektik, aman babam paşamsın babam, ağamsın babam nafile...

Sonrasında benim gücümün yetmemesinden onların ağzını yüzünü dağıtmama engel olması münasebetiyle, bir yazı döşendim blogda, dava açıldı hakkımda, hakaret davası iki gün önce duruşmasına girdim...

Bursalardan Dijle yetişti imdadıma avukat tutacak durumda olamamamdan hızır oldu oralardan bana...
Sonra bir de dediler Funda dükkanı bastı ana avrat küfretti hooop bir dava daha, o da Mayıs' da...
Nasıl işse ben oğullarının yanında, orada olmayan ebeveynine ana avrat sövüyorum, kimse beni durdurmuyor, tarih yazar mı biri gelecek benim anama babama sövecek ben orada onu aşağıya indirmeyeceğim, hem bu benim küfürleri dinleyen de bir erkek, ne hikmetse ben koskoca Hoşdere gibi işlek bir caddedeki dükkanı basıyorum, küfrediyorum oradan sağ çıkıyorum Allah' ın işi işte...
Hala da okurlarmış beni var mı bir davalık hadise diye herhalde :)
Biz her işi Rabbime havale ettiğimiz gibi ne beddua ne ah değmez, Allah' a havale 7/24 çalışan ilahi adalete anında teslim kargo...
Babamın tedaviler bitti merakla bütün aile sonucu beklerken Allah' ın bir mucizesidir diye tanımlanabilecek bir durum hasıl oluyor ve taaaa omurlarına yapışmış III. safha kanseri yenip tamamen kurutuyoruz şükürler olsun...
Allah' ın izni ve doktorlarımızın çabası ile sağolsunlar...

Fakat yirmi gün öncesinde babamın bir miktar ağrıları vuku buluyor hastalıklı bölgede, derken tam tetkiklerimizi öne çekip bakıyoruz ki bu kadar ağır tedavilerin sonrasında oluşabilecek bir lezyon ortaya çıkıyor, enfeksiyon...
Bugün bitti on günlük antibiyotik tedavisi...
Yarın sabah KBB konseyindeyiz...

Bir kamyon dolusu badireyi Uludağ Beceren' in önüne iner gibi vııııııjjjjt diye inmiş atlatmışız bunu da Allah' ın izniyle bitirir, umutları taşır, kalplerimizde umut çiçeklerini ilkbahar gelmeden tomurcuklandırırken artık yazıya son verme vakti de gelmiş de geçiyor bile der....

17 Şubat 2010 Çarşamba

Süre Hakim Bey...

Karşı taraf gelmedi ki bizimkilerin en büyük korkusuydu aman birşey çıkmasın çünkü üç kişiler ben de tekim hani birşey olursa diye...
Ne olacaksa ayrıca da ben çalıyı ........ tarafım...
Aman yine bir halt yazmayayım da...
Valla metanet yüklü cesaret dolu yüreciğimle gittim bekledim...
Bir de nasıl bir hayatsa benimki, nasıl akarsa kan damardan, her daim burnum b.ktan kurtulmadı benden kaynaklı kurtlanma neticesinde...
Dinleyene bol "aaaaaaa" lı sohbetler yapılası bir durum benimki...
Ama suçum yok benim haksızlığa gelememekse her şeye hop atlamaksa budur suç günah...
Neyse efendim bir sarıldım ben Yaradan' a dedim çıkış yolu sonra Dijlem yetişti gönderdi onu...
Dediklerini uyguladım harfiyen...
İçim rahattı yanımdaymış sağımdaymış gibi durdum orada dedim çıktım...
İşin en ilginç kısmı ilk defa karşısında durduğuğum hakimin karşısındaki bilindik psikolojinin verdiği vücut posturu bende de vuku buldu...
Eller önce kenetli, boyun bükülmeden dik karşıya bakar vaziyet, hatta baraj kuran futbolcu gibi...
Sonra bir baktım kendime, dedim ne bu eller önce kilitli ki sal yana Funda sal dursun, o bilindik duruşu boz...
Karşı taraf avukatının beklemediği sözler sarfettim galiba ki yüzünün hali değişti...
Sonra hakimin "10 Mart uygun mudur avukat hanım?" sorusuna kısıktan bir "evet efendim" cevabı geldi...
Sonra dağıldık...
10 Mart ola hayrola...
Desteklerinizden ötürü çoook teşekkürler...
Dipten Not: Dünkü bir sohbetten öğrendim Peygamber Efendimizin hadisiymiş "Hakkını aramayan, dilsiz şeytandır"...
Hz. Ali de demiş ki;
"Haksızlığa Karşı Çıkıp Hakkını Aramayan, Hakkıyla Beraber Şerefini Kaybeder."

16 Şubat 2010 Salı

Bana Şans Dile Blog...

Sabah konuştum şans meleğim, iyilik perim, denize ipi atıp beni kıyıya çeken kadın...
Yarın içindi telkinleri, yol göstermeleri...
Yarın için bana şans dile blog, o yanımdaymış gibi duracağım, dediklerini diyecek çıkacağım...
Psikolojik baskısı için birşey demeyeceğim, umurum değil...
Oldu bitti gideceğim...

15 Şubat 2010 Pazartesi

Kronik...

En illet olduğum söz ama hayatımın her safhasının tek açıklayıcısı...
Bitmeyen eksilmeyen yorgunluğuyla,
Mutlu/mutsuz arası gidip gelinmelerle,
Hastalık/sağlık arası dalgalanmalarla
Kronik işte kemikleşmiş değişmeyen...
Aman hayat da kronik değil mi eş anlamlısı gibi...
Yine şükür bugüne beter şeyler yazmamaktan yaşamamaktan iyi bugüne şükür...
Antibiyotiğimizin bir başka değişle "oluşum" umuzun tedavisinin bitmesine üç gün kala...
Meşhur mahkememin başlamasına iki gün kala...
Kala kronik işte...
Kızın kreşindeki birçok çocuğun çiçekli olmasının haber verilmemesi ve buna mukabil kulağımın telefonda olması...
Ya da babamın ağrısı var mı yok mu haberinin gelmesini annemin aradığında çalan o Dean Martin melodisinin artık korku-endişe karışımı duygunun hasıl olması...
Bakalım çarşamba duruşmasının sonucunun ne münasebet çıkacağının merakı, korkusu değil sadece merakı o kadar da delikanlıyım herşeyin arkasında dururum ne halt yersem yiyeyim...
Ama ama ama bugüne şükür ohhh yine de güzelsin kroniksen de...
Sen behey Hayat!

11 Şubat 2010 Perşembe

Un Kurabiyesinden Hayat...

Dişlerimi bastığım anda ağızda dağılıveren un kurabiyesi de hayatın kendisi gibi...
Sen ne kadar sert ıssırsan o kadar dağılgan...
Bir anda o güzellik bozuluyor hatta, parmaklarının arasında tutuşunu sertleştirsen...
Bir bakmışsın avuçlarına saçılmış bu kez de...
Bu sefer daha bir metanetliyim, sakinim üzerine ferahım...
Nedenini bilmeden...

10 Şubat 2010 Çarşamba

Aman Koca Kadın...




Çok kızar annem bize, kocaman kadın ne kutlayacağım doğum günümü diye...
Şimdi ben de öyle mi diyeyim koca kadın ne kutlamasıymış...
Bir de burada dökülmüş zaten, kardeşin ağzından ablası...

7 Şubat 2010 Pazar

Kısa Aşkın Ara Notu...

Kıcasık ama çok sıcak küçücükkenki aşk hikayesi...
Nasıl başladığı, nasıl geliştiği ve nasıl sonlandığı belirsiz ucu açık bir kalp esintisi...
Arasında eve gelindiğinde aynaya asılı küçücük bir ayıcık kenarına iliştirilmiş kısa ama özlü notu...
"Başıma gelen en güzel şey...
Seni Seviyorum"...
Fotoğraf: http://1x.com/
Yazı, çok sevdiğim arkadaşım Zülal' den...
Teşekkür ederim...

6 Şubat 2010 Cumartesi

Bir Önceki Yazının Arka Yüzü...

Çocukluğumda da, reklamlarda orada burada benimle ilgili olsun olmasın istediğim bir kişilik olduğum için, büyüyünce de bünyeye sirayet etmesinden mütevellid, ne görürsem istiyorum, gücümün yettiğini almaya, yetmediğine de aklım kalmasıyla, kedinin ciğere bakması gibi bakakalıyorum...
Epeydir ekmek makinası hadisesine sıcacık uzaktan bakıyordum bir de kötü huyum maymun iştahlılığım, aldım baktım, iki oynadım denedim tamamdır...
Kendi kendime muhakemesini yapıyorum, alıp kenara koymayayım yazık yine laf işiteceğim diye ki anneme Bey' e töbe bahsetmiyorum biliyorum diyeceklerini...
Neyse internetten geldi siparişim epey oldu marka model fiyat araştırmasından sonra...
Aman ben bir heves yaptım yaptım, makina da benim malzemeleri koysan içine beni çıkartacak o derece, bir sürü alamet-i farikası var...
Temizliği, içine koyduğun malzemelerin güvenilirliği gibi birçok faydasını gürdüğümüz sevgili makinamız bizim pimpirikli Bey' in "ben bu ekmeğin kalmışını sevmiyorum" veya diyelim çeşitli unlardan olunca "bu ne biçim ekmek aman fırından alsak ya yemem ben bunu" şeklindeki nadide çıkarımlarını Rengin' in yanında da sarf edince bizimki de doğal olarak önüne yapıp getirdiğim her ekmeğe burun kıvırdı...
Sadece ekmek makinasında sandviç ekmeği ve beyaz ekmek ki o da ilk yapıldığı anda tüketiliyor, zaten ben de Etimek' ten başka birşey yememeğe gayret ediyorum malum kilo derdi...
Bir de en güzel faydası, yapıyorum cevizli kepekli ekmek ya da bir sürü değişik ekmek, sarıyorum sarmalıyorum hediye paketi, gittiğim arkadaşlarıma götürüyorum bundan daha güzeli var mı?
İşte dünkü gibi kendi keyfim için yaptığım vazifesi kaldı bir de makinanın bana...
İşte böyle alırsın özene bözene yaparsın getirirsin orta yere sonra burun kıvırmalar :)
"Kimi bulamaz kimi bilemez" tam bu yazının sonuna uygun cümle olur böyle...

5 Şubat 2010 Cuma

4 Şubat 2010 Perşembe

Karda Kışta...
















Haftalardır gösteriyi bekliyoruz şans bu ya, kar yağacağı hem de on dakikalık yağmada koskocaaaaa Başkent' in felç olacağı yere yağınca, kızı bile almaya giderkenki atlattığım kayma sonrası kazaların biri bin iken, korkup da kreşe bırakıp arabayı kızı da kaptığım gibi taksiyle geldik evimize, yaptık hazırlıklarımızı bindik otobüse...
En fazla 20 dakika sürecek yolun bir buçuk saat sürmesine rağmen yetişip nail olabildik emelimize...
Bu Ankara seyircisinin hareteksizliği beni öldürecek, yahu sen eğlenmeye gelmedin mi ne var adamlar alkış istiorlar ne gereği var kendini ağırdan satmanın...
Hayır hafif meşrep olmuyorsun ya da sen beyefendi başka birşey demeyecekler sana alkışla naralar at hatta...
Karşında tamam çok da süper olmasa bile çoşturmaya çalışan oraya emek verildiği belli bir ürün var...
Sen öyle meclis koltuğunda oturur edasını takınır, gerim gerim gerinirsen, çocuk da izlediğinin matah birşey olmadığını daha da önemlisi seni rol model gördüğünden haaa annem babam eğlenmedi demek ki eğlenceli değil demez mi..?
Biz de protokolde oturmanın ağırlığına tamamen zıt, deli gibi çoştuk Bey' le, bizi gören Rengin' de baktı ki anne baba çığırından çıkmış demek böyleymiş usül diyerek çoştu o da...
Çok süper bir gösteri diyemeyeceğim ama yine de özellikle All Star dansçılarıyla devleşen bir gösteriydi, o nasıl dans, o nasıl dansçılar, gözlerimizi alamadık bizimkiler hala bildiğin kalas, yok bizim kas yapısından mıdır nedir yerli gençlikte o enerji yok hala okul müsameresi kıvamında danslar ve dansçılar yeni yeni işte biraz ki o da dünküleri gördükten sonra ıh ıh...

3 Şubat 2010 Çarşamba

Okuldan Mezun Olmuşum...

O zaman Sıhhıye köprüsü altında dükkan var kuruyemişçi...
Tam mezun olduğum sene öğretmen yeterlilik sınavı buyur etmiş ülkeme...
En son matemetiği lisede görmüşüm keza coğrafyayı tarihi de unuttuk haliyle...
Büyük sınavlarda da başarılı bir tip değilim ben, dükkanda çalışıyorum sabah ortak açıyor, sonra ben geliyorum tartıyorum, ailede leblebici adım, çalışan çocuklar var ben de kasadayım tartıyorum filan...
Tartımda da öyle usta olmuşum, şu kadarlık çekirdek diyorlar tak o kadarlık, çok matahmış gibi terazi gibisiniz lafları duyup aferini alıyorum herkesten...
O zamanlar kriz yok insanların alım gücü yüksek alıyorlar veriyorlar hatta kendime gün ortamı oluşturmuşum bile mesai çıkışlarında kadınlar toplaşıyorlar muhabbet ediyoruz, önceleri beni sadece tezgahtar sanan ama sonradan öğrenenlerin gözlerinde ayrı bir takdir ışıltısı, yaşayıp giderken yaz zamanı geldi nasıl sıcak dolapta soğuk su yetiştiremiyoruz...
Evden yazmışım bilgisayardan "Su 150" diye büyük puntolarla yapıştırmışım her yana ama yine de "Su kaç lira" sözlerine sabırla cevap verirken sıkılmadan...
Akşam üzeri dükkan boş, bir gençten delikanlı girdi, sakin sakin sordu "Su kaç lira acaba" dedi dolabın karşısında hatta o koca yazının karşısında...
"Bakar mısınız ne yazıyor orada?" dedim...
Bir miktar sesim gergin ki babam duysa müşteriye öyle davrandığımı paralar beni Allahtan o yok, olsa diyemezdim :)
Genç ezildi "afedersiniz" dedi ben de sonra üzüldüm pardon dedim akşama kadar o kadar çok soruluyor ki kusura bakmayın" dedim gönderdim suyuyla onu...
Ben tabi unuttum, ertesi gün gelmiş bu genç aynı saatlerde yine sordu "su kaç lira?" diye ben de gayet sakin "150 lira" dedim...
"Aaa" dedi, "sakinleşmişsiniz, dün azarlamıştınız beni..."

1 Şubat 2010 Pazartesi

Şerefine Kedertlerim...

Yıllarca bu şarkının burasını böyle anladım durdum...
Hoş doğrusunu söyle desen o da çıkmaz ya...
Bugünün şerefine sırf mutluluk hormonum yükselir mi şeklindeki bir dolu malzemenin bir araya gelmesinden oluşan mamülü yedim fakat çok pardon istifra ettim edeceğim midem kaldırmıyor...


Senin şerefine gelsin doymak bilmeyen kirayı haşırt diye 100 lira birden arttıran, bizim zor durumumuzdan istifade eden, sayın sevgili artık neyse ev sahibesi...


Bu arada sevgili kızım kuzum biriciğim en sonunda Ayetel Kürsiyi ezberledin, kuşlar gibi şakıyorsun ee bunun da bir ödülü olmalı dedik önümüze gelenden hediyemizi istedik...
Şimdilik bizimki ve anneanne-dede den aldık diğer siparişler yolda...
Rengin' in altıncı dua/sureyi de öğrenme şerefine gelsin...



Bu nasıl bir sancıdır bu kadar çikolata yüklenir mi 20 gr. yazarken 100gr konur mu?

30 Ocak 2010 Cumartesi

Her Funda' nın Bir Fulya' sı...

Kadir gecesiymiş o akşam, yaşım altı, pek hatırlamıyorum sancılanmış annem doğru Zübeyde Hanım Doğumevine...
O zamanki başhekim büyük amca ailenin bütün üremeleri orada sonuçlanıyor haliyle en torpillisinden...
Ben babaannemdeyim bekliyorum, ne olsun kardeşinin adı dediler...
Zamanın Fulya Bebe' si vardı oradan alırdı annem kıyafetlerimi oyuncaklarımı, çok severdim de orayı, ismin benim ismime uygunluğu değil benimki, mağazanın adının kardeşimde yaşaması demek ki bende aslolan...
Fulya olsun dedim...
Kırmadılar sağolsunlar böylelikle sonradan öğrendim ki her Funda nın bir Fulya' sı...
Her Fulya' nın da bir Funda' sı var...
İyi ki doğdun güzel kardeşim kendin gibi güzel olsun, bahtın da şansın da...
Bizlerle olsun ama hep görelim güzelliklerini sağlıkla mutlulukla...
Rengin' in biricik Teyyyyyyyyzeeee' si :)


29 Ocak 2010 Cuma

Hep Aynı Mevzu...

Benim de başıma geldi, blog yazılarının dışardan görüntüsü ki genelde ben kızarım tabi naçizane kendi kendime, ay bu ne bohem yaşantı oh mis maşallah diye...
Dert yok, kasavet yok ama her çatının altı bilinir mi bilinmez tabi, ne yaşanılır o kapı ardında...
Dün konuştuğum bir blogger arkadaşım dedi ki, dışardan bakan senin ne süper hayatın var der diye...
Ay dedim hem de bana, o kadar şafak saymalar, sonrasında saçma sapan davalar sonra bir sürü başka birşey...
Olmaz mı ev dertsiz sıkıntısız olur mu, tuzsuz bibersiz...
Lakin en güzelini aradan çıkarıp yaşamak, en güzeli en uygunu...
Yoksa insan ne demeye yaşasın, "anam derdim var ölem ben" desin çekilsin kabuğuna...
Olacak iş mi şükür anahtarı her kapıyı açan, hep hayır düşünmek de açılan kapının ardında solunan hava gibi, sonrasında zaten gördüğün gibi heryer bakmasını bilirsen...
Ben biliyorum, bilmeme şükrediyorum en başta...
Evrene geçende ne attım, 3 Şubat'ta basketbol gösterisi gelecek Ankara' ya dibimize, dedim buna Rengin kuşunu götürmek isterim ee sporun dibindeyiz yapsak şeklinde derken derken gidiş yolu açıldı şimdi Rengin nasıl sevinecek her reklamını gördüğünde hoplayıp zıplıyordu...
Sonra şehrimin yolları açıldı ama her yer beyaz yine de, en saf renk, en güzel renk, ne kadar siyahı sevsem de en çok, görmekten en mesut olduğum rengi seyrediyorum dışarda hafta sonu tatiline başlarken elimde çayım elimi ısıtırken...

28 Ocak 2010 Perşembe

27 Ocak 2010 Çarşamba

Aklımın Almadığı...

Aklımın firar ettiği, mantığımın kabul etmek zorunda kaldığı, mecburen boynumu büken hayat gerçeklerini küçükten beri sorguladım cevap bulamadan...
Ortaokulda iki kızdık, Zülal' i gören Funda yok mu, beni gören Zülal yok mu diyecek kadar birlikte...
O zamanlardaki takıntım, nereden duyduysam öldükten sonra öte tarafta anamızı babamızı kimseleri tanımayacağız....
Bu nasıl kelam? Ortaokul çocuğu, hele ki benim gibi bir yanı her daim çocuk olana denecek laf mı ki, hele hele ailesi için geberecek bana...
Ne ağlardım Zülal' in yanında, o kadar da dalga geçerdi ki namızsız...
"Zülaaaal kimse kimseyi tanımayacakmış ben annemi babamı tanımayacaksam sen de yoksun ne yapacağğım ben :("
Uzun aylar bu yüzden ağladığımı hatırlarım ki sık sık da tekrarlar Zülal hala o günleri gülerek...
O konu hala kafamda muamma ayrıca da...
Sonra bir diğer akıl erdiremediğim ama uymak zorundasın anasını satayım dediğim, bir mevzu daha var ki o da doğa kanunu diye adlandırılıyor;
Evin genci evlenme çağına geliyor, kuş evden uçuyor sonra ana evi ona misafirliğe gittiği herhangi bir evmiş gibi geliyor...
Haydaaaaaa ee sen o evin bebesiydin, neden o his sarıyor bedeni ruhu?
Tamam insanın evi gibi yok ama birden öncelikler değişiyor, ana baba kardeş flu geride, öndeki net görüntüde kocan/karın çocukların sen...
29 yaşında evlendim bir vesaitlik yere taşındım dört ay salya sümük ağladım, adam bayıldı tabi duruma, düşünülünce koca kazık debeleniyor...
Ağladığım ya da üzüldüğüm buydu işte, benim dediğim evimden ayrılıp işte haydi şimdi burada evcilik oynayacağın yer alış denilen bir yere terfi etmek dert...
Sonra alışıyor mu tabi ki bukalemun gibi her yere ayrı kabuk rengi, ayrı sorumluluk cübbesini geçiriyor insan bir çırpıda üzerine...
Sonraki hayat gailesi kayınvalide, görümce, damat, annem, babam, senin taraf, benim taraf, çocuk bir sürü akıl ermez teferruata takıl yürüt hayatı...
Sonra senin evladında aynı şeyi yaşa...
Karar verdim normal değilim ya da kim normal, neye göre bu normallik?
Yaş kaça gelirse gelsin tek çıkarımım şu yalandan hayatta "yalnızsın"...
Bir alay insan da olsa yine de, yalnızlık yakandaki takılı iğnenin adı...
Benim isyanım, azgın nehirdeki(hayat oluyor azgın nehir), kırık salın üzerinde, sonundaki çağlayandan düşeceksin işte, boşa yorulma herkes atlayacak oradan diyen "iç" in kötü kahkaha sesine...

26 Ocak 2010 Salı

Yavrunun Dişleri Sallanırsa...

Evet alttaki iki diş var ya, işte onlar sallananlar...
Kimbilir ne zamandan beridir yerlerinde duramıyorlar...
21 Ocak hastanede muayene için sıra beklerken arkadaşının dişlerini anlatıyordum ki sana tam bak buradaki dişleriymiş derken amanın Rengiiiiiiiin seninkiler de sallanıyor anneciğim dedim...
Neyse ben bir duygu fırtınasına kapıl, kendi kendime bir hislen...
Neymiş dişin sallanıyormuş...
Olmaz ki, demek evlensen yerlerden kazıyacaklar beni...
O sebeptendir ki hala göbek bağın bende vermem kimselere...

25 Ocak 2010 Pazartesi

Kreşten Masal...

Jean de La Fonteine masalı misali bugün Rengin anlattı, kreşteki masalını uyurken bu kez kendisi bana...
Olgun bir koyun varmış zamanın birinde, kendinden emin çiftlikteki diğer hayvanlara ağabeylik yapar, sözü sohbeti dinlenirmiş...
Fakat ne olduysa birgün çiftliğin dışında otlamaya çıkmışlar çoban eşliğinde, sonra bizimki bir kelebeğin peşine takılmış gitmiş gitmiş derken sürüden ayrılmış, ormana doğru yol alırken birden ağaçların dallarının birbirine dolanmasından gökyüzü kapanmış bir yere gelmiş...
Şaşkın ve bir o kadar da korku ile etrafını seyrederken ve nasıl çıkacağına dair kafasında planlar yaparken, tam adımını atmış ki bir çukur, olduğu yere yığılmış o an...
Canı acımış haliyle fakat hemen kalkmış bakmış kendine, ayağı acıyor ama topallayarak da olsa yürüyebilir...
Ağır aksak ilerlerken, arkadan gelen bir tısssss sesiyle irkilmiş...
Sesin geldiği yöne bakmış ki bir sevimsiz yılan...
Tıslaya tıslaya sürünüyor kendisine doğru...
Koyun şöyle bir bakmış mağrur, öyle ya karşısındaki sürüngen, ne kadar tehlikeli olursa olsun neticede sürüngen işte...
Yılan da kendini akıllı bellemiş, cinim ben, zekiyimm edalarında üstelik ev sahibi de ormanda...
Şöyle etrafında kıvrılmış kuzunun etrafında, sonra;
"Ne ararsın böyle sakat hasta halinle buralarda seni sokayım da gör gününü"
demiş...
Kuzu şöyle bir göz süzmüş bakmış yılana;
"bre sürüngen sen beni görürsün sakatsın öleceksin dersin ama dön bakalım arkana bir bak gelene, hele ikiye bölünmüş başı nerede, kuyruğu nerede, sen önce onları toparla bakalım, benimle uğraşacağına"
deyince yılan önce inanmamış kandırıyor sanmış, kuzunun kendisini...
Merak da var içinde bir bakayım çaktırmadan deyip, arkasına bir dönmüş ki, ailesinin içinde bir diğer yılan ikiye bölünmüş yerde kıvranmakta...
Çok korkuş gözü ne kuzuyu görmüş ne başka birşeyi...
Hemen koşmuş, kendi derdine dalmış...
Bu masal da böyle bitmiş...
Kuzu mu bulmuş çıkışı, gitmiş evine...
Yılan?
Ondan haber alınamamış hiç...

23 Ocak 2010 Cumartesi

Ne Büyük Keyiftir...

Keyiflerin en güzeli insanın kızıyla ya da oğluyla gezmesi... Ben tam bir kız evlat delisi olduğumdan Allah da gönlüme göre vermiş kardeş kardeş geziyoruz...

Büyüdükçe daha bir tatlanıyor vaziyet...



Sevgililer gibi filmi el ele izlemeler...

Bizimki filmdeki arada bütün çocukları bize katılır mısın diye hoplatıp ikinci yarı hepsini yerlerine oturtana kadar göbeğimiz çatladı...


Her kurbağanın da prense dönüşme garantisi yok tabi...
Bir de bu alışveriş merkezlerini kış mevsimi gezmekten hiç mi hiç haz almıyorum yürüyen portmanto gibi oluyorum kendi mantomu /montumu çıkaramadığım gibi, kızın Bey' in ıvırını zıvırını taşı derken, bir de üzerine sıcak ekleninde çekilmez bir hal alıyor, eşyaları arabaya koy da olmuyor, eskiden kapalı garaja kondu mu bir derece ama şimdi dışarıya konuyor mecbur...
Bir de büyüklerin bir lafı vardır benim gibi buldumcuk anneye söylenir ki anneannem söylerdi sık sık, "demek Rengin olmasa cami avlusuna oturacakmışsın" diye...
Ben de bu Ankara sakinlerinin alışveriş merkezlerinin olmaması halinde ya da eskiden ne meşguliyet bulduklarını hafta sonlarını, çok merak ediyorum, hayır hatırlamıyorum da işin enteresanı...
Bir de bazısı alışveriş merkezi demiyor ismiyle söyleniyor ona kabulüm ama bir de direk AVM diye söyleyenine şahit oldum ki, bütün tüylerim diken diken olup, hızla yanından uzaklaşmışımdır...
Ne demektir AVM?

22 Ocak 2010 Cuma

Sarımsağı Seven Kadının Eylem Planı...

Sarımsağı seven kadının kocası sarımsağı sevmezse...
Kadın da, adam her evden çıkışta her seyahate gittiğinde sevinçten deliye döner, neden, bol sarımsaklı yiyecekler yiyecektir de ondan...
Çünkü kocası evdeyken rahatsızlık vermemek için hasrettir o mis kokuluya...
Öğlenden alır nevalesini, akşam da dinlemez saat kaç, kalorisi kaç, kilo nedir ne değildir...
Önemli olan yemesidir ne olursa olsun midesine göndermesidir...
Şimdi mesut mutlu oturur amacına ulaşmıştır artık...