14 Temmuz 2010 Çarşamba

"13.7.2010"

Kuzum benim, bakma sen bizim böyle takıldığımıza, yerken, otururken, konuşurken, gözlerimiz bir noktaya takılmış öyle boş bakarken, hep sen varsın aklımızda fikrimizde...
Her ne kadar yavru kediler gibi kenarda duruyor hayalin beynimize kazınsa da, içimizi soğutan, bizi bir parça ferahlatan, herşeyin senin iyiliğin için olduğunu bilmek ve buna kalben inanmak...
Sen benim canımın paresi, biriciğimsin, seni çok seviyorum yakışıklım...

Mektubumuz Var...

Gecenin sıcak vaktinde elime kumandayı geçirme özgürlüğünde bulunduğum nadir vakti değerlendirip pıt pıt oradan orada zıplarken, bir baktım bir adamcağız oturur koskoca bir zarfın önünde...

Sunucu sabah dedektiflerinden biri, kayıplarda, cinayetlerde kimi zaman gazeplenip tarafları azarlayan, kimisinde ağlayan yurdumun öbür yüzünün sunucusu...

Burada da eski Sinan Çetin' in programı gibi, Barış Manço parçası eşliğinde gelir taraflar, hepimiz salya sümük ekrana çakılırdık amanın ne hayatlar var Yarebbim diyerek halimize bakıp amaaaan bizimki de dert mi ellerde neler var iç geçirmeleri eşliğinde izlediğimiz...
Neyse adam oturuyor efendim, çok başını yakalayamasam da, beş kızı olan karısının üzerine evleniyor mudur nedir, evlenmiş bir oğlu olmuş Alman kadından kadın ölmüş...
Eeee derdi de karıma geri döneyim beni kabul et...
Yahu ne etmesi yüzüne bakılmaz o adamın daha, işin bitmiş araya kadın girmiş, çocuk girmiş hatta giderken karnında beşinci kız var bir sürü kabul etmeme haklı nedenleri ayan beyan ortada...
Neyse beşi bir yerde kızları geldiler, iki damatla, bir de anne kadıncağız iki büklüm nasıl yaşlı, hayır o yaşta adam da kadına inat diri...
Bıızzzt diye zarf açılıyor, sunucu eski dedektif kadın, açılan zarfın her iki yanında ekran var birbirlerinin yüzlerini görüyorlar, halbuki kafaları eğseler birbirlerini de görecekler de önce bir seyirci duygulansın, bir ağlak zırlak olunsun, yönetmen zoom yapsın gözlere, sonra...
Adam ağlar, yaşlı teyze ağlar, kızlar salya sümük...
Lan siz nasıl kızlarsınız adam sizi tanımıyor en sonuncunuz karnındaydı annenizin, adamın umru değil geberecekler baba baba diye...
Neyse o zarf büyük bir hengameyle kapandı aradan çekildi evlendirme programının paravanı gibi ortadan amanın o kızlar bir koşturuyorlar adamın üzerine sanırsınız Tarkan konserinde izdiham var kızlar deşiyorlar Tarkan' ı...
Adam da hı kim sen kaçınsıydın havalarında...
Sunucu kadın soruyor teyzeye bak kocan beni kabul eder misin diyor teyzemin kulaklar ağırdan alıyor kızlar tekrarlıyor o da kafa sallıyor he he gelsin...


**************


Sonraki; 20 yaşındaki bir kız, annesi kızın biyolojik babasıyla flörtken bu kızımız anne karnına düşüyor sonra hayırsız biyo kadınla evlenmiyor, kadın gidiyor başkasıyla evleniyor, kızcağız çıkmış bir mektup yazmış ki daha o eko verilmiş sesle okurken sunucu, stüdyo yıkıldı hepsinin gözleri yaşlı...
Kızın derdi babasını bulmak...
Hey Atam' ın emanet bekçilerinden aklı evvel genç kızım, gelmişsin taaa bu yaşa daha baba diye çığırırsın, adamın umrunda olsaydı zaten baştan beri onun yanında olurdun, ne demeye daha aranırsın hayırsızı?
Adamın gelip gelmediğini izleme sabrı gösteremeden diğer kanala çoktan geçmiştim bile...
Belki de adam geldi, kız oyun etti adamın yüzüne tükürecekti...
"Tuuuu yazıklar olsun, beni babasız bıraktın bunca yıl.......!"

13 Temmuz 2010 Salı

Elbette...

İstemez miydim tek ağlama sebebim, bebeğimin kırılan bir tarafı veyahut yapmama izin verilmeyen kıytırıktan bir aktivite olsun...


Elbette bilinir ki her ağlamanın sonu gülme, her gecenin sabahı aydınlık...

(I. gün...)

23 Haziran 2010 Çarşamba

İçimdeki Picasso...

Bizim yan komşu diyebileceğim kreşimizden şeker şerbet bir öğretmenin ricasını kırmayıp bu çalışmaya katıldığım için ne kadar mutlu oldum ne iyi geldi...
Umur Basım ve Kırtasiye san. ve tic. a.ş. nin bünyesindeki bütün ürünleri kullanmak, onlarla atölye çalışmasına iştirak etmek, hele de içimdeki picasso' yu ortaya çıkartmak ne menem bir güzellikmiş...
Bilmediğim bir sürü ürünle tanışıp, onları kullanmak yeni çıkan ürünleriyle tanışmak...
Mesela bir kalem var tombul birşey, hem kuru boya, hem pastel boya, hem sulu boya...
Kalemi kullanıp boyadıktan sonra, ıslak fırçayla üzerinden geçince sulu boya oluyor yumuşacık boyaması da, yumuşamış tereyağında bıçak gezdirmek gibi...
Mucizevi, sonra distribütörlüğünü yaptıkları küçüklüğümüzün UHU' sunun hiç bir çeşidinin içinde solvent yokmuş artık, hani o bağımlılık yapan koku, koca salonda bütün UHU' ların kapakları açık ama havada koku yok, temiz hava sahası, solventin olmamasının da yapışmaması şeklinde bir olumsuz etkisi asla yok, sadece solvent yapışmayı kolaylaştırıyor, solventsiz de bir miktar bekliyorsunuz, olsun sağlık olsun da beklenilsin...
Sonra gazlı kalemler, hepimizin evinde kapağı açık unutulup da kuruyan onlarca gazlı kalem vardır, o kadar hassas davranmama rağmen bir sürü kalem çöpü boylamıştır...
Fakat STABİLO' nun gazlı kalemleri, çalışma yaptığımız masada ucu açık kalan da pek çoktu ama on numara boyuyor kuruma yok...
Sonra STABILO' nun çıkardığı ilkokula başlayan çocuklar için, hem sağ elini kullanan hem de sol elini kullanan çocukları düşünerek tasarladığı bir kalem var ki, sağolsun Özgür Hanım beni kırmadı böylelikle Rengin hanımın ilkokul kalemi pembesinden hazır oldu...
Hele çalışmanın sonundaki tıka basa hediyelerle dolu çantamızda kollarımızda bir çıkışımız vardı ki; hem eserlerimiz hem hediyemiz yanında çifte kavrulmuş keyfimiz...
Daha bir sürü kırtasiye malzemeleri, fotoğraflardan göreceğiniz...
Özgür Eller' e, Umur basım kırtasiye' ye organizasyondan dolayı hem teşekkür ediyor hem de onları yürekten tebrik ediyorum bu güzel günden ötürü...














21 Haziran 2010 Pazartesi

Elindeki ne kadar gerçek?
Ya da yaşadığının ne kadarı?
Gerçek sandığın mutluluğun, sağlığın, yaşamın...
Gerçek mi, rüya mı yaşadığın...
İşittiklerin, gördüklerin...
Yapıyorum sandığın ya da olduğunu düşündüğün...
Sadece gördüklerin mi sana gösterilen mi...
Her şey aslında bir perdenin ardında oynanan mı?
Perde varsa, oyunsa, yoksa işin ciddiyeti, bizi dımdızlak bırakacak perde ne zaman kalkacak?
Hoş açılsa ya, o zaman ne olacak?

20 Haziran 2010 Pazar

Baba Başta Taç İmiş...
Her Derde İlaç İmiş...
Evlat Pir Olsa da...
Babaya Muhtaç İmiş...

(Karşıyaka Mezarlığı'ndan bir mermer üzeri)

18 Haziran 2010 Cuma

İki keçi hani köprüden sen geçtin ben geçtim davasındaki iki keçi...

O öyle değilmiş mevzu, meğer devamı varmış, ikisi birden düşmüşler de ırmağa köprüyü yıkıp sonra ah neyledik biz bak gördün mü kardeş inadımızın sonu ıslanmak donumuza kadar deyip çıkmışlar sudan...

Artık teşbihin affediciliği burda; kolkola girmiş devam etmişler yollarına, nasıl uyumlu nasıl ırmaktaki olaydan ders alıp güzel güzel gidiyorlar, birbirlerine yol verirken aman canım cananım sen geç, yok mirim asıl sen geç yoksa töbe billah kendimi affetmem kabalığımdan diyerek, incelikten kırılarak göz süzerek incir dizerek derken derken uzaklardan bir pırıltı gözlerini kamaştırmış...

Durmuş bakmışlar, gözlerini oğuşturmuşlar...

Bak hele demiş biri ne ola bu parıldayan, demeye kalmamış adımlarını uzaktaki parıltıya doğru sıklaştırmış...

Diğeri durur mu, o da ondan daha da atik davranmış kafa kafaya bir yandan da aralarındaki sulhu bozmadan, yandan yandan bakınarak birbirlerine, parıltının hemen dibindeki ırmağın kıyısına varmışlar...

Irmağı geçecekler parıltıya kavuşacaklar fakat ne çare ki ırmağı geçmek için ortadaki kayanın üzerine basıp geçecekler...

Keçi ya bunlar her ne kadar sulh etseler de her ikisi de gözlerini kısıp yandan birer bakış fırlatıp adımını atmışlar ki her ikisi de aynı anda bir sendelemiş önce, kendilerine gelmişler...

Önemli mevzu şimdi başlamış, kim taşa önce basacak o demiş ben basacağım ben geçeceğim önce karşı kıyıya, öbürü demiş hayır ben...

Sen ben, hayır ben, yok sen derken uyanık olanı atmış ayağını suya, değdirmiş taşa ama yosun tutmuş taşın üzeri nasıl kaygan...

Suyun dibini boylamış, diğeri şaşırmış önce kalmış öylece...

Sonra bakmış etrafına, ilerde bir köprü tahtadan, gitmiş geçmiş bir güzel sonra gitmiş pırıltının başına...

17 Haziran 2010 Perşembe

Sağlıklı Sağlık...

Siyasetten çok anlamam, çalarak çırparak, kendi cebini düşünerek yapılan işten hiç bir zaman hayır gelmediği için de, ülke Lost adasına düşen üçak gibi sürekli irtifa kaybetmekte, yazık içim de acıyor...
Yeni okuyan arkadaşlar için ne diyor bu denmemesi amacıyla, Eylül ayından beri uğraş verdiğim babamın tıp adıyla Tonsil CA, halk arasında dil kökü veya bademcik kanseriyle ki hem de III. safha, doktorların başlarda ailesiyle zaman geçirsin artık yazık dedikleri virajdan Allah' ın izniyle döndük şimdi düz yolda ilerlemeye çalışıyoruz...
Lafı nereye bağlayacağım...
Her dakika hastane eczane ikileminde dolana dolana, değişen SGK kurallarının da magazin haberlerinden daha hızlı aktığına malesef şahit olmak durumunda kalıyorum...
Misal ilaç yazdırıyorum, bir seferinde hemen alabiliyorken, bir sonraki gidişte bilmem kimin imzası olacak yok şuradan olacak buradan olacak...
Haydi eczane bilgisayarının ekranında akan değişiklik silsilelerine bir nebze alıştık...
Peki ya hastanelerde özellikle ciddi hastalık çekimlerinde süren değişikliğe ne demeli?
Kanser hastalığıyla içiçe bir hayatınız olunca ney neymiş istemeden de öğreniyorsunuz...
PET CT denilen bir cihaz var, kim buldu geliştirdiyse Allah razı olsun her daim dua alıyor ne güzel...
Bu cihaza giren hastaya öncesinde su ve serum eşliğinde bir sıvı yüklemesi yapıldıktan sonra MR cihazı gibi belki de o bilemiyorum, giriyor hasta baş hariç alt ekstremitenin bir bölümüne kadar en ince noktasına kadar kanserli hücre var mı yok mu ortaya çıkarıyor bu cihaz...
Mucizevi birşey...
Eylül' den bu yana üç kere çektirdiğimiz PET CT nin ilk ikisini sıkıntısız çektirdik...
Üçüncüye randevu alırken randevuyu veren bayan dedi ki; üç doktor imzası lazım neden onların da istediğine dair imza olacak ki SGK parayı versin...
Neyse tamam dedik üç imzada ne var istem yapan doktor ve çalışma arkadaşları...
Bunun üzerinden daha 23 gün geçmişti ki artık devlet çekilen PET CT nin hiç bir şekilde ücretini karşılamayacakmış...
Hasta 1200 TL verirse ne ala...
Ya da şu durumlarda karşılıyor; efendim vücuttaki kanser metastas yapacak ölmeye ramak kala lütfen çekilecek PET...
Peki dedim doktora bu olmadan nasıl bileceğiz biz, rutin kontrollerde oraya buraya sıçradı mı ya da kesin olarak nerede ne var ne yok öğrenmek için ne yapacağız?
Onun yerine ıvır zıvır bir sürü ultrason çekilecekmiş ki bu da zaten PET le aynı fiyata geldiği gibi daha fazla insan gücü israfı ve de hastaya eziyet...
Şimdi yok seçimdi yok vaatlerdi derken aklıma geçtiğimiz yıllarda daha suyu verilmemiş köylere hediye giden bulaşık makineleri geldi ...
Sonra bugün babamın beyin MR ' ı için aldığım randevunun 29 Ağustos 2010 saat 03:30 da olduğu aklıma geldi daha bir sevdim ülkemin sağlıklı sağlık sistemini...

10 Haziran 2010 Perşembe

Bir Minik "Numune"cik...


Geçende tanıtımı vardı televizyonda şu numaraya mesaj atın adresinizi verin numunemizden gönderelim...
Rengin' le beraber izlerken Rengin' in ısrarlarına dayanamayıp gönderdiğim mesajı takiben iki hafta içinde geldi kargo bu akşam...
Ya blog yazanlara gönderilen dolu dolu paketleri gören herşeyi öyle sanan ben ya da bu ne yalanan durum dememden...
Baktım şöyle bir, ey Lifebuoy dağıtımcısı sayın firma...
Madem böyle bir işe kalkışıp ciddi bütçe ayırıyorsunuz sözlü ve yazılı basında bangır bangır...
Anlam veremedim bir tek "numunecik" için giden milli israfa benim içim yandı...
Yazığınız mektuba harcanan kağıda, tonere, zarfa, gönderilen kargo firmasına, kargo firmasının dağıtım için harcadığı benzine daha neler sayılabilir...
Ne için bir küçücük fıçıcık içi yarı dolu "numunecik" için...
Ya bu işin uzmanları tarafından bir açıklaması var ya da ben tüketicilikten emekli oldum bilemedim...

8 Haziran 2010 Salı

Yeni Yeni Dalgalanıyorum Beeeeeen....

Cuma günkü çekilen ciğer MR ının sonucunun cumartesi alınıp, ısrar kıyamet sonuç raporunun doktora telefonla doktora okutulup da metastas yaptı akciğere şeklindeki kesin olmayan sonucu aldıktan sonra elbetteki ne cumartesi kaldı ne pazar ne de pazartesinin doktora varıncaya kadar olan vakti...

Sonuç, oluşum göstermeyen kitleler yani korkulacak birşey yok çok şükür...

Fakat babamda da en ufak bir iyileşme emaresi yok, o kadar kendini bıraktı ki, hafta sonu haberin etkisiyle gram yemeksiz bol yatmalı ve baygın hali devam...

Ben de takılmış gibi o zehir hafta sonunun dilime takılan türküsü "Oy babam babam neydi ne oldun :("

Hüzünlenmek ve hayatı zehir etmek için birebir olan bu cümle, tabi babamın yanında kendimi sıkmak suretiyle, onu üzen"ler"e sürekli kulaklarını çınlatmak faaliyetiyle vücut buldu...

Şimdi dalgalanan psikolojinin dalgasının durulmasını beklemek icap eden...
Bugün de hastanenin -dediklerine göre çalışan tek MR cihazı için- bir ay öncesinden alınan beyin MR si için Ağustos' a verelim yoksa gece yarısı gelirseniz de 8 Haziran' ı 9' una bağlayan 02:30' unda bekliyoruz sizi denmesiyle babamı hastaneye götüreceğim, beklerim efendim gece kahvesine...
Bu arada ahdım olsun, şans oyunlarından para filan çıkarsa muhtelif hastanelere oda hazırlama fikrime ilaveten bir de Gazi'ye MR cihazı alacağım...

Dün babamın sonucuna denk gelen sekizinci evlilik yıldönümünü heba olmaktan kurtaran bizim Beyin bizim cimcimeyle beraber yaptıkları hoşluk, sonucun temizliğiyle beraber gecenin nuru oldu...

Sol alttaki balığın da nedensiz arkadaşından ayrılılışından Rengin' in haberi yok, babasının öğrensin bunu da tavrına karşılık, sorduğunda hastaydı veterinere götürdük cevabım her ne kadar kendisine yanlış gelse de yine burnumun dikine gitme eğilimim devam...

Yazık şimdi çocuk ilk hayvanının ikinci gündeki vefatının travmasını yaşamasın, gerek yok...

7 Haziran 2010 Pazartesi

Güneş Ne Renk...

Arada yüzünü gösteren o ışıltı simsiyah...
Rengini mi şaşırdı, bana mı öyle gösteriyor...
Simsiyah ışıltıları birer bıçak olmuş, üst üste binip nefesimi kesen kaburgalarımın arasını dağlıyor yine de kendine yer bulup;
Yine hastalık yine kötü haber...
İyi düşün, hayır düşün, yok...
Eyvallah güneş siyah çünkü...

4 Haziran 2010 Cuma

Lazım...









Lazım geleni yapmak icabından;
Lazımlı bir sürü cümle kurup, yapmam gerekenler deyip, hiç olmazsa kağıt üzerine döktüm ya problemi önce anladım, çözmenin yarısını hallettim deyip, arkama keyifle yaslanmam lazım...
Elli hamle sonrasına çok kafa yorduğumun yorgunluğunu, sadeleştirip hamle sayısını azaltmam lazım...
Lazım gelen konuşmayı yapmazsam, gidişatın rehavetine kendimi çoktan kaptırdığımı kabul edip, konuşmayı yapmaktan yırtmam lazım, zaten de kimse benden konuşma filan beklemezken...
Beni bekleyen sorumluluklarıma koşturup, ahtapot kollarımın vantuzlarını herkesin boynuna dolamışken, onları hafif gevşetmem lazım...
Daha fazla yorgunluk yaşamamak adına yapabileceklerime bakmam lazım (günde içtiğim 500 ml kefir bile derdime deva olamazken...)...
Hayatın hep dolu bardak kısmını gördüğüm gözlüklerimin camını hep temiz tutmam lazım...
Yine çok şükür, bin şükür lazım gelenlerin de altından kalkarım evelallah deyip, bir cigara tellendirmem lazım, bakır cevzeden fincanıma dökülen köpüksüz şekeri bol kahvemden höpürdetirken...

3 Haziran 2010 Perşembe

Bundan Bile Hislenilir mi?

2010 İlköğretim e-Kayıt Yerleştirme Sonuçları
Giriş Kodunuz:
Giriş Kodu:
T.C. Kimlik No:
e-Kayıt Öğrenci Yerleştirme Bilgileri
Adı Soyadı:
RENGİN ÇAM
Okulu:
ANKARA / ÇANKAYA / A. A. İlköğretim Okulu
Okul Telefonu:
312.................

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Yanılma!

Sanma ki suskunluğum, naçar kaldığımdan,
Sanma ki sakinliğim, sonraki fırtınanın gelişinden,
Sanmayasın derinliği mağlubiyetin işareti,
Değil hiç değil, sen ne kadar yalnız sanırsan o kadar kalabalığım aslında...

Bakma, yanımda kimsenin görünmeyişine,
Bakma, kafamı koyduğum yorgunluğumdan,
Bakma ağlamam, kederim sevinçten asıl,
Asıl beklediğimden; geleceğini bildiğimden,
Ümidim onadır, bakma sen sessizliğime
Bekleyişin büyüsünü bozmamaya...
Finalin asaletini kaybetmemesi adına suskunluğum,
Sükutum ikrarın asilliğinden,
Sanmayasın naçarlığımdan...
Değil...
Hiç değil...

30 Mayıs 2010 Pazar

Miniminnacıkken...






Minnacıkken, benden biraz büyük bile olsa herşey, devasa görünürdü gözüme...
Doğup büyüdüğüm babaannemin evinin bahçesi misal, nasıl leb-i derya gelirdi bana, şimdi görsen avuç içi...
Sanki koşa koşa bitiremezdim, oyna oyna derya deniz...
Gençlik Parkı' da öyle(ydi)...
Bütün amcalarımın ve halamın nikah salonunun meşhur köprüsünde çekilmiş bir pozu mutlak var eşleriyle...
Keza yine gez gez bitiremediğim bir mekan kendisi, nasıl sevdiğim, şehir dışından her gelenin ilk başta uğratıldığı baştacı, meşhuuuur Gençlik Parkı...
Binilen oyuncakları, bir çırpıda içilen meysuları, illaki Şişman'ından (Allah rahmet eylesin) yenilen dondurması, masaya gelen annelerin içtiği semaver çayı...
Bugün gidildi, babamın hafta içleri evde olup da canı sıkılmasın mahiyetindeki hafta sonu gezintilerinden birinde, yeni yapılan hatta modifiye edilen anı yüklü parka uğrak verdik...
Buram buram Altınpark, Mogan hatta belediye kokan park olmuş son hali...
Yermek istemiyorum tabi, benim aklımda kalanı eskisi olduğu için yolları altından olsa ne fayda...
Fakat yazının başındaki mevzuya gelecek olursam da bir çırpıda bitti park...
Hatta dedim anneme, anne yaparken küçülttüler mi ne yaptılar diye, bana da bir küçük geldi dedi...
Ya biz çok büyüdük, ya park küçük hakikaten...
Fakat ne olursak olalım, anıları hala kocaman ve canlı olabildiğince...

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Fotoğrafın Bağırdığı...

Başa geleni düşünüp ağlanılası...

Dökülen her damla derdin aynası...

Kimse kırık yeni görmesin diye saklanan...

Köşe bucak kaçılan fakat her köşe dönüşünde karşılaşılan...

Düzgün diye düşünüp yine yanılgı içinde bakılan...

Kendimi ney' in sesine teslim edip...

Kaderimsin çekeceğim dediğim...

Yarına ürkerek baktığım hatta gözlerimi kapattığım hatamsın...

28 Mayıs 2010 Cuma

Çerçeve Değil, Resim Hiç Değil, Camın Dışında Çerçeve İstiyorum...

Sıcağı sevmiyorum hele yanında hediyesi nemi...

O yüzden Antalya' nın Mersin' in adını duyduğumda daha darlanırım, nefes alamam, soğuk olacak hava, hafif puslu yağmur yağdı yağacak hatta hafif çiseleyen...

Hastaneyi yol yaptım Gazi Hastanesi, Allah'ın lütfu demek ki bunlar içinmiş depo, biniyorum hemen önünden dolmuşa Gazi' nin önüne, oradan bin, deponun önüne...
Reçete hataları malum, benim de kafa o kadar yerli yerinde olmadığından her daim, haydi doktor tanı kısmını boş bıraktı, sen söylesene de elli defa gitme yok spor demek ki bana da...
Hatta o kadar sarmışım ki dolmuşla gittiğimde bile otoparka bakarım boş mu diye kapısında beklediğim çoktur çünkü fakat evrene yollayıp mesajımın alındığı bir hadisem vardır en kıyak park yerini şak diye bulurum, en kalabalık otoparklarda o yüzden, güvenirim de bulurum da...
Giderken bu sabahın kapalı havasına inat çılgın sıcak bana elimi çantama atıp güneş gözlüğünü çıkartma ihtiyacını hissettirirken, bir çıkardım kendi kendime "aaaaa" demişim...
Hayır işin enteresan kısmı o hale nasıl geldin, çantayı kimsenin kafasına da geçirmedim...
Koydum yerine gözlerimi kamaştıra kamaştıra devam yoluma...
Gözlükten de oldum iki ara bir dere, hiç malımın kıymetini bilmem, atarım bavul çantamın dehlizlerine, her türlü eşyamda öyleyim neyim var neyim yok bilmem, kaybolsa aklıma gelmez dünyadan bihaber...
Gözlük gitti ama hastaneden iyi haberlerle döndüm, bahçeden de biçilen çim kokuları mis...
Akşama spor, tv, Renoyla anne-kız mayışması, kudurması, hafta sonu haydi gel bakalım...

25 Mayıs 2010 Salı

Bitmeyen Finalim...

Eski dosta merhaba demek gibi ya da uzaktan sevdiğinin de sana olan ilgisi ortaya çıkmış da, ilk buluşmanın yapılacak olması gibi elim titrek, parmaklarım paslanmış...
Senden bahsediyorum sevgili meydanım, yorumsuz dert ortağım, iç sesimin parmaklarımdan çıkan nihavent makamım...
Çok sevdiğim kitabı bitmesin diye okuyamadığım hatta biteceğini bildiğim ve bir daha olmayacağına kani olduğum, Lost'un bile finalini izleyemediğim durumumsun, meydanım...
Herşeye döşeneceğimi düşünürdüm de; yazdığım şu alana, dar alanımın bucaksız deryasına methiyeler dizeceğimi deseler, yalancı diye arkalarından kovalardım...
Günler günleri, su molası bile vermeden kovalarken, geçtiğimiz günlerde ağır misafirler ağırladım uzak diyardan, Beyimin annesi ve ablası, artı küçük oğluyla...
İlk dönemlerde çok süper durumlarımız olmasa da, şimdilerde sessiz, manidar, üzerine bir samimiyet perdesi altındaki küçük piyesimizi oynadık...

En son tespitim şudur;

Beyimin validesi der ki; "benim süper yetiştirilmiş, namütanehid, fevkin üzerindeki oğlum, bu da yanındaki oğlumun sevip aldığı kadın..."
Eyvallah...

Budur özeti durumun fakat yine de hakkıMı yemeyeyim; "sabır" sonu selametli bir hadise olup, gidişatına şaşırdığım bu mevzunun, derinden düşündürmesi şeklinde, beyinde vuku bulması diye birşey işte özetle...
Misafirleri gönderdikten sonra, geçen haftadan çekilen, üç ayda bir kontrol adı altındaki stres bombardımanı demenin daha doğru olduğu bir durum var ki o da babamın genel kontrolleri...
Onun da sonucunu dün aldım; çok da parlak değil ama kötü de değil, buna da şükür edip, beterinden saklasın Allahım demek suretiyle, bir üç ay sonrasına verilmiş sadakamız varmış demek üzere deyip bölümü sonlandırmak lazım gelir...
Onun dışında gündüzler geceler dingin ayın şavkında, mehtabın en güzelinde, kem gözlerden saklasın huzurunda geçmekte, geceyi gündüze bağlayan dilimlerin keyfi sonuna kadar çıkarılmaktadır...


Hürmetler efendim...
Fotoğraf bizim beyin Rusya St.Petersburg seyahatinden Ermitaj Müzesi...