25 Ağustos 2009 Salı

İznim de Tatilim de Evimde...

Öyle nerede anada babada onda bunda yok ki yazlık olsun, eee tatile gitme desen eşek yüküyle para, o yükte para bizde ne arar...
Bey in işinden izin de yok...
Haydi sizi göndereyim gidin, alın anneni de fikri bana hoş gelmedi...
Ha halimden memnuniyetsizlik değil bu yazdıklarım, evimi de çok özlediğimden, zaten de ev kedisi kıvamında olduğumdan böylesi daha iyi bile...
Evimde kızımla, kahve arkadaşlarımla, annemle kızkardeşimle, akşamüzeri dibimizdeki parkla akşam olduğunu anlamadan geçiyor bile...
Aslında geçen haftadan konuşmuştuk, belki bizim iş yerinin tesislerine bu hafta Özii yle ve onun arkadaşıyla bir kaçamak yapılabilirdi ama olamadı kısmet...
Kimbilir belki bayram tatilindeki arada kalan üç gün izin alınabilir değerlenebilir...
Şimdi en küçük aile ferdimiz çıtırığımla evimizde; anne kız, arkadaş, abla kardeş, komşu bilimum sıfatlarda zaman geçiriyoruz, halimizden fazlasıyla memnun, iş yerinden uzak dolayısıyla tasasından da, mutlu mesut zamanlar geçiriyoruz...
Sağlıcakla kalınız Allah'a emanet olunuz...

21 Ağustos 2009 Cuma

Girdim Rehavetine İziiiiiin...

Arkadaşlarla gece yarılarını bulduran, gülmekten karnımı ağrıtan gecenin ardından, sabahının uykuya aç, yarı açık yarı kapalı gözlerimin şişliğiyle, önümüzdeki haftanın izinli geçecek olmasının verdiği o hazzı şimdiden koklamak nasıl güzel...
Fotoğraftaki güneşin yer bulup daldığı gibi, benim de dallarımda güneş var ısıtan sıcacık...
Bu arada benim küçük yavru dün gece, sen gece uykusunda kalk git mutfakta sandalyeye otur, bak öyle boş boş bir noktaya...
Ben çok gezermişim, konuşurmuşum her numara varmış bende, babaannem rahmetlim uyandırmadan beni okur üfler yatırırmış, evin hangi köşesinde bulursa...
Ben de bizim küçücüğümü okudum üfledim, yatırdım öpüp koklayıp...
Bizim bey bilmez böyle şeyleri, yaşamamış hiç...
Gece o gördü, görür görmez kalsa karşıdan görünce "babacığım" diye sesleniyor...
Tövbe tövbe uyanacak, ses çıkarma delirirmiş uyandırırsan...
Öyle derdi babaannem...

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Depodan Hatıra Kalan Çok Olacak...



"Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! istediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir."
SeVaL yazmış bu yorumu, önceki yazıma istinaden...
İşte hep öyle yapıyorum ama, devrelerden biri kırılıyor, arada kısa devre yapıyor, belki de o yüzden yazıyorum ki bana destek olun yorumlarınızı okuyayım kendime geleyim diye...
Teşekkür ederim her birinize ayrı ayrı...
Depoda geçireceğim son günlerim, yine bohçamı hazırlıyorum, önce bir hafta izin, sonraki hafta başka birim, başka yer, başka oda arkadaşları...
Alışılması gereken bir başka yer...
Ama onda da var bir hayır, yeni yer, yeni hava, yeni koku bakalım ...
Buraya iyiden iyiye alıştım derken, tamam koşulları hakkaten olumsuz ama oldu işte yaklaşık bir ay geçti, öyle böyle sinir harbiyle, iyisiyle kötüsüyle...
Bir müddet yazmayı bile kesmeme sebep, beni okumasını asla istemediğim şahsa sırf hayatımdan haberi olmasın diye kendimi susturmam...
Biliyorum ki yazdıklarımdan her nedense üzerine alınacak, hiç alakasız insanlara beni soracak "Funda bunu yazmış bize mi demek istemiş, şöyle demiş bize mi dedi" diye...
Veya bir sürü olayın belkide başıma gelmesine sebep olacak o kapıyı açacak yola gidecek yazık işte...
Ya da kel alaka bir yerden abesle iştigal bir durumla karşılaşıyorum, belki Sardunyamın kontrollü git demesi bundan...
Şu an itibariyle gördüm bu şirin kaplumbağayı...
Ona üzülmekten kendimi unuttum, ey güzel Rabbim dedim, bak neler var ben hala neye debeleniyorum...
Konuştum onunla bol bol...
Evini tepesinde taşıyor taşımasına da yalnız işte, al ortalarda dolanıyor...
Dün görmüştüm bahçede, köpek başında hav da hav, korkmuş yavrum kafasını kabuğundan çıkaramıyor...
Bu sabah dedim kağlumbağayı bugün görmedim görseydim de fotoğraflasaydım ...
Sonra bir telefon "cama çık başını uzat bak kim var"
Kıyamam sana ya...

Günümün Güldüreni...



- Alo

- Buyrun
- Efendim ....'dan arıyoruz...

- Buyrun
- Eee koli geldi, malzemeler aldık onları ...

- Evet güzel
- Yazmış olduğunuz ........... çıkmadı koliden...

- Evet

- Fakat bir koli terlik geldi...
- ????????? oldu o zaman ...

18 Ağustos 2009 Salı

Gölgelerin Gücü Adına...

Hayat hakikaten yaşaması uygulaması yürütmesi zor kurum, evlilikten de zor hatta...

Kendim bizzat şahsen ben, kimi zaman belim bükülür gibi olup da Şems'in kuyusu gibi gittiğimde ırak diyarlara -ki okuyucu cümle içlerindeki çeşitliliğe dikkat her yerden pas atabiliyorum ayıptır yazması- çıkılması güç gibi görünse de, o bile bir dinlence bir bakıma...

Yani benim mabedim o kuyunun dibi, henüz kafamda belli bir şekli yok, kuyu işte bildiğin, kör olmayan açık dibinde hafif su birikintisi olabilir, o konuya gelmedim daha nasıl bir yerde bulunur onu da tahayyül etmedim, kuyu dedim çıktım bir ara resmederim beynimde, yazarım meydanda...

Nerede kalmıştım haa kuyu, periyodu belirsiz, çeşitli etmenlerin itimesi sonucu veya baktım etrafta ses gürültü çok, haydi derim bana eyvallah çağırır beni, su birikintisi Şems'in yeri...

Efendim hayat tabir-i caizse hayli boktan... Demeden imada bulunmuştum ya şimdi aleni diyorum hakkaten boktan, ziyadesiyle kuyudayken öyle göründüğünden...

Yıllardır tanınıldığı sanılanların birden kabuk değişimleri, bunu babamın iş yaşantısında da kendi iş yaşamımda da sıkça tecrübe etmekteyim şükür...

Hoş insan kaç yıllık kocasının bile yeni yeni huylarıyla tanışırken günbegün, benim bunlarla karşılaşmam normal ama normal olmayan benim bunlara hala ilk günkü şaşkınlık tepkimi verebilmem...

Aslında benim tepkim tamamen "Aaaa ZAVALLILAR!!" tepkisi...

Yani bir nevi "yazık sizi adam insan evladı sandım" tepkisi...

Şimdi yine yine ve yine önce sağlığa şükür sonra varlığa...

Sonra hatta bu çeşitliliğe de şükür ki başka ciddi dert vermesin Rab...

Sonra haftaya izinliyim, Deniz kızı ve teraziyle üçlü bir terapi, bir sac ayağı durumu yapıp da bir he-man nidalarıyla çıktık mı ortaya heeeeeyt...

İyiyim iyi ama bu sefer de yine yeni gelişmeler var bakalım haydi rastgele...

Aman kuyusuyla dibiyle tabanıyla ve hatta tavanıyla öyle böyle gidiyor yürüyoruz işte boktan filan da işte yine de SEVİYORUM!

Ve deeee Elvis' i de...



16 Ağustos 2009 Pazar

Kabuğum... (Öykü Atölyesi)


Sığındığım giysim bu, iki kat hem de ta derinlere daldığımda, herşeyden el etek çektiğimde...

Katı ne kadar fazla olursa o kadar iyi iki kat üç kat...

Duruma göre, ruha göre, aldığı yarasına göre...

Kabuğum bu, açmaya gelmeyen, kenarından tırtıklayıp kanatmaya gelmeyen...

Bu kez evet dediğimde, katları açtığımda, bakınca herşey aynı görüntüler değişmiş, aynı yere koşa koşa döndüğüm...

Anneannen de Yanına Gelmiş Be Gül' üm...

Hava soğuk, belki de ılıkla soğuk arası ama arada esen ürperten hafif rüzgâr kafasını dağıtıyordu… Havaya baktı kar kokusu gibi geldi bir an burnuna ama istemedi kar yağsın… Sevmediğinden mi değil herkesi her şeyi severdi o koca gönlüyle…
Kaçıncı doğum günüydü bir an unuttu hava soğuk olduğuna ve havada kar olmadığına göre düşündü bir an… Aralık 6…Yıl 98... Evet bugün 23 yaşını bitiriyordu… Ne bilsindi kutlayacağı son doğum günü olacağını ki…
Dört kız kardeş, anneanne ve teyzeydi geldiklerinde Malatya’dan Ankara’ya… En büyük abla kendisi sonra Betül, Seçkin ve Cansın… Dünya şekeri anneanne ki hiçbir zaman adını merak etmedim sormadım ben de hep anneanne dedim ona… Sonra fedakar anne yarısından öte teyze Ayşe abla… Ayşe abla ki evlenmedi yeğenleri ortada kalmasın diye belki de… Yaptığı en büyük fedakârlık ömrünce… Yapması gereken fedakârlığı annesi yapmış mıydı kızların ya da babaları? Hayır… Onlar da boşandıktan sonra ayrı ayrı dünyalara atmışlar kendilerini, evlenmişler, hayatlarını aynı şehrin iki farklı yakasında sürdürüyorlardı… Varlıkları bolca gönderdikleri paraydı belki de, çocuklarının üzerinde yaşattıkları kendileri olmadan avuttukları… Cansın en küçükleri, nasıl da tatlı küçücük daha beş yaşında anca… Gül… O Gül ki en çok hatırımda kalanı, insanlarla iletişimi… Kiminle konuşsa, hangi yaş grubundakiyle konuşsa onunla aynı yaşta olur herkesin gönlünü kazanırdı…
İlk geldiklerinde tanımadım, kaç ay geçti bilmiyorum fakat alışmıştı Ankara’ya hayatıma girdiğinde…
Bir güzellik merkezinde tanıştık, o kadar havalı, o kadar değişikti ki, tatlı dili yüzünden etrafı kalabalıktı herkes ağzı bir karış açık hayranlıkla onu dinliyordu…
Sonra bir konu geçince aynı mahallede oturduğumuzu, evlerin arasının beş dakikalık mesafede olduğunu öğrendik… Sonrası malum her dakikamız, her anımız beraber… Büyüleniyordum onunla her konuşmamızda, ortada bir şey yokken bile neleri anlatışına, biliyordum birçoğunun hayal ürünü olduğunu ama o kadar inandırıcıydı ki bozmak benim de hayallerimi yıkardı… Çok seviyordum onu çok, beni sevişini belki “eşim eşim” diye kolumu çekiştirerek anlatışını, gülüşünü, süsünü endamını… O kadar farklıydı ki yedi düvel hayranıydı desem abartmış olmam ömrü az Gül’ümün… Sanki biliyormuşçasına o kadar doldurdu ki her anını o kadar hızlı yaşadı ki…
Son yıllarını onu görmeden geçirdim… Şehir dışında okuyor olmam sonra ona kızıyor olmamdı belki görüşmeyişimizin nedeni kendimce… Anneanne çok güzel fal bakardı, en büyük keyfimiz her gittiğimde kahve içip fal baktırmaktı… Şimdi belki de göçmüştür dünyadan onu bile bilmiyorum, düşündükçe vicdanım beni dövüyor, yoruluyorum, pişmanlık sancım göğsümü daraltıyor… Pişkinlikle o zaman öyle olması gerekti diyorum soğukkanlılıkla ama yüreğim bin parça… Aklıma getirmiyorum hatta her gün ona dua gönderiyorum ruhuna ve rüyama girmediğine de kızıyorum ona içten içten…
Öldüğü günün kaçıncı günüydü bilmiyorum rüyamda gördüğümde, boş bir alan, tek tük müstakil evler, hava nasıl hatırlamıyorum on sene önce, yerler kuru ama bir bölgede bir çamur birikintisi var büyükçe, Gül’ün üzerinde beyaz bir kıyafet var bembeyaz, çamur birikintisinin üzerinden geçiyor fakat hiçbir yeri çamur olmuyor, gülümsüyor mutlu rüyamda bile seviniyorum, çamurun içinde olmasına rağmen bembeyaz diye… Uyandığımda ferah kalktığımı hatırlıyorum demek ki mutlu, bir de gülümsüyordu ya hep…
Çok özlüyorum seni Gül… Gül yüzlü güzel arkadaşım, güzel “eşim”…
Çok yandım gittiğinde, ben mi sırf şimdi o da seninle aynı yerde olan babaannem, sonra anneannem, halam, annem, babam, kardeşim ve seni tanıyan bütün akraba ve arkadaşlarım… Hala kardeşimle seni anarız sık sık, ne kadar değişik olduğundan bahsederiz ve ben bunca seneden sonra ve gidişinin üzerinden on sene geçmesine rağmen hala senin gibi birine rastlamadım Gül…
Hep neyi hatırlarım, annenin ki o da mistik dünyayla çok iç içeydi Mısırlı bir hocası vardı, söylerdi kendisi de kulakları çınlasın… “Kızına sakın araba alma bir trafik kazasında ölecek” demiş annene yıllar yıllar önce… Geleceği bilmek Allah’a mahsus ama bu Mısırlı hoca bildi be Gül… 99 Haziran’ ında bir trafik kazasında gittin…
Hatta annen sana bir araba aldı, ufak tefek şirin bir şey, Elif vardı bir arkadaşın o da bizim mahalleden, onunla Samsun yolunda bir kaza yaptınız, ziyaretine gelmiştim o zaman da söylemiştim “unuttun mu hocayı hala arabadasın” “amaaaan” demiştin “oldu işte eşim ne yapalım” gülümsüyordun her zamanki gibi…
Sonra birine gönül verdin… Kara yağız bir delikanlı, yakışıklı boyu boyuna uygun ama maalesef ki ruhlarınız, dünyalarınız, huylarınız birbirinden öylesine uzaktı olan… Evlendiniz, çok güzel bir düğündü sen beğenmesen de, çok güzel bir gelindin sen beğenmesen de… Annemle gelmiştik hayırlı olsuna evine, çok beğenmiştim, hatta senden ummadığım bir performans gösterip o hazırladığın pastaları börekleri nasıl da beğenmiştim… Bir senesini doldurmadı bile Ocak sonu evlenip Ekim gibi boşanman…
Sonra birine gönül verdin, o da sana ama ne aşktı fırtına demek bu aşka az gelir yetmez hatta hızına şiddetine… Sevdalın evliydi, hatta iki de çocuk babası belki üç hatırlamıyorum… Çok söylemiştim olmaz demiştim yıkılan yuvanın üzerine yuva olmaz demiştim… Birkaç hafta sonu şehir dışında okuduğum evime gelmiştiniz… Beraber Abant’ a gitmiş çok keyifli saatler geçirmiştik… Hatta fotoğrafımız bile vardı ta ki ben hayatımın üzerlerine kazınan o kâğıt parçalarının hepsini kaybedene kadar… Ama hala hatırımda gülen yüzün adın gibi, bana göz kırpışın, koluma girip sokaklarda yürümemiz…
Çok zor çok… Sevdiğimin arkasından bu yazdığım satırların arasına gözyaşlarımı da koyuyorum, o günlere dönmek bana tahmin ettiğimden çok acı veriyor, bir yumruk boğazımda olmadığını bilip, geçen on yılın sensiz olması ama seni hala o tazelikte hatırlamam…
Çok senelerini geçirdin o fırtınalı aşıkla, aşkınızı yaşamanız…
Sonra bu kısmı ortak bir arkadaşımdan bir de mahalledeki Elif’ten dinledim…
Boşanmak için epey uğraşmış sevdalı aşık… Evinizi bile almışsınız, içini dayamış döşemiş artık son duruşma kalmış iplerin kopacağı ve senin yeni hayatının başlangıcı olacak son engel…
Duruşma öncesi tatilden dönerken olmuş olan… Arabadaymışsınız onunla Polatlı yolunda Ankara’ya gelirken…
Önünüzde çimento arabası, tartışmışsınız belki de normal konuşuyordunuz ama ne olduysa sevdalının kontrolü kaybetmesiyle olmuş, çimento arabasının altına girmiş arabanız… Hastaneye yetişememişsin… Sevdalınsa uzun süre komada kalmış sonrasında iyileşmiş… Terk etmiş Ankara’yı, hatıranla olan şehirde nefes bile alamamış… Terk etmiş evini barkını göç etmiş başka şehre…
Öldüğünü ortak arkadaşımız şehir dışındayken buldu beni o söyledi, okul bitiyordu benim de uyandım telefon sesiyle ama inanmadım ki o kadar inanmadım ki cenazene gelmedim, yakıştırmadım ki…
Ölümü yakıştırmadığım “eşim” in cenazesine gidemedim… Sonrasında mezarına geldim, kocaman bir gül ağacı dikili mezarında taşında da çok erken gittiğine dair gözyaşlarımın gözlerimi örtmesinden okuyamadığım bir yazı…
Hala bir gün “eşim eşim ben geldim” diye koluma girip bir yerlerden çıkmanı ya da bir kafe de kahve içerken seni görmeyi hayal ediyorum ”eşim”…





****Gözünü sevdiğimin Facebook'u, ortanca kardeşin Seçkin yazmış "anneannecim mekanın cennet olsun" diye :(

13 Ağustos 2009 Perşembe

Madalyonun Ön Yüzünü Yaşadığımız Hayatın...

Bir de öbür yüzü var, bir çoklarının son sürat duyarlılığıyla yaşadığı...
Candan Tarifler konu etmiş bugün meydanında...
Hani ben de sürekli derim ya şükredelim arkadaşlar, bırakalım aka karaya dertlenmeyi, en önemlisi sağlığımız diye...
Bir arkadaşım sıkıntısını paylaşsa, evet her sıkıntı kendince büyük ama "ya diyorum şu an en sevdiğinin yoğun bakımdaki odasının kapısında bekleseydin?" dediğimde, haaa diyor karşımdaki, evet var bunda da bir hayır...
Bu gibi durumların ilk tokatını hastanelerde yaşarız ya kendimize ya da yakınlarımızla...
Sonra gazete kupürlerinde ya da sağdan soldan duyduklarımızla...
Elimizden daha fazlası gelse, daha fazla yaraya merhem olacak el olabilsek ama okyanusta bir damla olmanın eli kolu bağladığı şu durumda da en azından kampanyaları desteklemek en yapılabiliri...
O zaman beklemeye gerek bile yok BURADAN buyrun...

Bura mı?

Gayet keyifli tam yaz yeri, bahçede her daim suyu akan bir hortum ki her yarım saatte bir elimde, o çam dibi, bu gül dibi, olmadı betonlar, sulayıp geziyorum...
Ekürim izinli ama buradaki arkadaşlar ala...
Kahvemiz kapı önündeki gölgelikte içilirken sonrasında klima ferahlığında makinanın başında...
Bir de komşu yer var ki, oradaki hatunların hepsi birbirinden renkli...
Öyle renkliler ki "ben siyah beyaza, el renkliye hasret" dedirtecek türden ama çok keyifliler, her günümüz bir dizi tadında, hem de hiç bir anı kaçırılmayacak olanından...
Bu arada ailecek beklediğimiz ivedi haber, o da gelse hepsinden ala...
Kuzum annemle evde bakımda, yanakları doldu şimdiden, eee anneanne bakımında...
Az önce annem tarafından telefonda, epey bir haşlandım...
Dün akşamki park sefafından ben akıllı, bütün kova kürek ne varsa parkta koymuş gelmişim, sabah parka çıktıklarında Rengin tanımış "aaaa anane kovam küreklerim" diye...
Ne güzel işte duruyorlar yerinde :)
Ama benim bu aklı bir karış havada durumum için de epey kaygılı annem sultanım Fatmam...
Hele bir gün de babamın arabada komple çantamı unutmuştum hem de eksiliğini saatler sonra farkettiğim annem sayesinde :)
Keyfim yerinde, suskunluğumsa devam, hayalkırıklığını ve üzerine şaşkınlığımı atalı hele epey oldu...
Sardunyamın başta anlayamadığım detayları kulağımda küpe, uygulayabilirsem ne ala ama başka da yolu yok :)
Radyoda Nil işime gelmeyince birşey diyor ki genelde şarkı sözlerini anlamadan uydurur gülerim halime...
Primanın dizi dizi Bodrum Günlükleri, blogdaki eğlencem...
Bu ara blog ahalisi de yazmaya başladı yavaştan yavaştan...
Geçiyor işte günler bir yaz esnekliğinde, ha avare avare ha işten bunaltan durumunda...
Haydi hayırlısı...

11 Ağustos 2009 Salı

Şehrime Geldi Ayaz...

İki günden beri hissettiriyor kendini, rüzgarı hafif soğuğu...

Bir kahve bir cigara eşlik ediyor şimdi yüzüme vuran esintisine...

Fonda Kayahan'dan çalan "Allahım Neydi Günahım Ben Nerde Yanlış Yaptım" ı...

Uyuyor halet-i ruhiyeye, en azından başlığıyla...

Yazmaktan bile imtina ettiğim şu sıralar okumaya verdim kendimi, daha ziyade konuyu komşuyu açıyor diye beni...

Gidişatta değişiklik yok ama şimdiki düsturum "SÜKUT İKRARDANDIR" ...


Rahmetli babaannemin bir lafı vardı sıkça kullandığı...


"Şirnediler"
Yani bir anda ne oldum delisi olup, kendini bilmezce davranan, birden çoşup dellenen insan evlatlarının başına birşey gelip de, bir anda en başa dönen için kullandığı, sonrasında benim dilime pelesenk olan, bu kelimeyi kullanır oldum bende öncesinde de sonrasında da...
Özellikle burada yazmamama sebep, yazdıklarımın irdelenip, bir bakmışım başkasından hesap sorulmasından ya da irdelenmeye çalışılmasından sıtkımın sıyrılması ...
Zaten çok da yükselen bir grafik çizmemem daha stabil geçmesi başka başka işlerde hayatımın o kısmı ayrı...
Yoksa onun dışı hayat, ala ve ala geçmekte sağlıkta olduğu gibi şükür...


Öbürleri de zaten teferruat, üzerinde zerre durulmayacak...

7 Ağustos 2009 Cuma

Hayır Aklımın Almadığı...

Çok nadir seyrettiğim haberlerin bir kublesinde, ahlak zabıtaları yine yurt dışı uyruklu hayat adına çalışan pek çok kadını almışlar...
Üzerine bir de sağlık kontrolü derken, bir ikisinde AIDS / HIV virüsü çıkmamış mı?
Haberde diyor ki, aman yurdumun enerjisi tepesinden aşmış erkekleri yaptınız bir halt tamam da hatunlar HIV li çıktı işte...
Hiç başınıza bela almadan bir sağlık kuruluşuna gidin...
Düşünsenize bunu evde karısı çoluk çocuk her beraber seyreden o na münenahi erkek ya da bozuntusu kısaca, ne tepki verir o yüzü ne şekil alır...
Tabi her zaman "kocam beni aldatmaz ayol" nidalarıyla ortalarda dolanan üç aslan kuvvetindeki ve kendinde doğuştan Angelina Jolie güvenini barındıran Türk kadını da ya bebeleriyle oynuyordur ya da seyrettiğine tuuuu diye bir tükürük attırıyordur...
Hakkaten ya var mıdır ki? "len anasına dinine yandığımın, yedik bir halt o da marazlı çıktı, amanınnnn abaoooovvvvvv" diyen bir insan evladı erkek ki sağlık ocağına koşsun gitsin?

6 Ağustos 2009 Perşembe

Vay Anasını Sayın Seyirciler...

Şu devlet kurumuna başlayalı henüz iki rakamlık bir süre olmamışken, ben biraz kısmetli kısımdan hep rahat birimlerde çalıştım...
Ama şu an acısını çıkarır gibiyim ama çok iyiymiş böyle saate bakmadan, daha aman zaman geçmiyor bugün de diyecek fırsat bulamadan hop bir bakıyorum çıkış saati gelmiş...
Günler bu yoğunlukla pelte gibi geçerken, bir başka tencerede bir bekleme süresi var pişmesini beklediğimiz, kıvamını tutturup tutturamayacağımız kaygısında olduğumuz...
Yaşadığımızsa hem merak, hem inşallah sonucundan duyacağımız ferahlıkla...
Gerçi hayatımın plağı aynı sarıyor dediğim anda bir ekşın yaşadığımdan sesimi kesip oturayım ben en iyisi...
Heyecanı şimdiden sarsı bedeni, ruhu inşallah tabi bu devirde belli olmaz kesin demiyoruz ama inşallah deyip üzerine dualar nakşediyoruz...
Sonuç müspet olsun...
Üstteki fotoğraf makamım...
Depo, masanın hemen sağından girilen bölüm...
Gördüğünüz herşeyi Yurdumun her okuluna beden eğitimi malzemesi dağıtıyoruz...

4 Ağustos 2009 Salı

Cesaret Ne midir?

Öykü demiş ki haydi yaz bakalım katibe...
Genelde nedendir bilinmez Türkün aklı helada gelir' ine inat benim aklım ya da ilham perilerim cinlerim ya sabah ilk kahve esnasında ya da gece olup ta çekildiğimde arka odaya makinanın başına o zaman vuruyorlar üç kere kapıya masaya...
Cesaret...
Deyince aklıma hemencecik "deli cesareti" demek geldi...
Sanki tamlamasıymış gibi ayrılmazıymış gibi...
Cesaretli olmak biraz deliliğin sınırındaymış da belki de iki arada bir deredeymiş gibi...
Kendim gayet cesaretli bir yapıya büründüğümden Fulya geldi aklıma birden...
Kendisi kardeşim olur etimin tırnağı...
Cesaret deyince yüzümde beliren gülümsemeyle birlikte beliren kelime Fulya her Funda'nın sahip olduğu ruh ikizi ismi...
Onda gördüm bu kelimenin anlamını çoğu kez, hemencecik alevlenen ruhunda...
Peki nedir ki cesaret?
Çata çat herşeyi herkesin önünde konuşmak mı?
Ya da hiç atlanılmayacak yerden bırakıvermek kendini?
Ne bileyim denenmesi riskli olanı öne atlayıp denemek?
Adrenalin yükseltici her neviden çıkmak?
Hakkını aramak için sesini çıkarmak?
İyi gizlenmiş korku?
Ya da korkusuzluk?
Aşığın sevdiğine aşkını söylemesi?


Bence risk almak cesaret...


Evet evet gerçekten bu tabiri yazdıktan sonra çok sevdim ...
Risk almak evet, o da cesurların işi...
Cesaretse onun heybetli anlatanı...
Herşeyde öyle değil midir hayat risk almadan yaşanır mı risk almadan yola düşülür mü?
Attığımız her adımda aldığımız her kararda ya da uyguladığımız hareketteki her ilk adımımız değil midir cesaret...
O halde ilk adımı atabilmek için aldığımız risk uğruna yürümek durmak ömür boyu...
Demem o ki risk almalı adımda da düşüncede de hayatta da...
Yoksa ne bir lezzeti olur yaşamın ne de bir rengi...

Bülbülüm... Çektiğimi Dilim Belası Sanırlar...

Yalan hem de külliyen, yok öyle birşey, çektiğim mi kazancım mı ...
Yalnızca büyük hayal kırıklığıdır şu yaz sıcaklarında başıma vuran...
Olsun öğrenmenin yaşı var mı yokmuş...
Seviyorum ben bu hala burnu koku almayan durumumu...
Keyifler haller ala...


Hele şimdi facebooktan eski ortaokul-lise beraber okuduğumuz bir arkadaşımla sohbet ettik uzun seneler geçti, gezerdik dört arkadaş grubuyla şehrimde...
Sonra büyüdük çoluğa karıştık koptuk...
Eskiler eskiler heyhaaat!!
Onların da ne tadı vardı ama ne güzeldi...

2 Ağustos 2009 Pazar

Cuma' dan Pazara...


Cuma sabahının hızına, gerginliğine ve kill bill havasında geçen anına inat, öğlen arası komşu kurumdaki misafirliğimizde, tam dingin su şırıltılarının muhabbete eşlik ettiği dinginlikteydi ki şaşılası durum bizim için...

Fıskiyeye bak, o sana baksın, arada yemek ye, bol sohbet, sonrasının kahveleri derken hafta sonuna hızlı bir girişin ardından cumartesi Konya diyarlarına düğüne git gel derken, ailece hayatımızın uykusunu uyuyup öğlen vakti denilebilecek saatte kalktıktan sonra, yine herkes her bulduğu yere devrilerek geçirdi de pazarı, bir ben yine iki ayak üzerinde sektim durdum bütün gün...

Masaldaki durumlar nasıl mı devam hala kendimi(zi) iyiden iyiye cami duvarına benzetiyoruz artık...

30 Temmuz 2009 Perşembe

2010 Model Bak Şu İşe Masalı...

Uzun uzuuun yıllar önce uzak diyarlardan bir koyun sürüsü güdücüsü bir hayır etmiş, bir öbek kuzunun boynunu kurtarmış kurttan... Kurtarmış... Derkeeeen gökten bir elması düşüvermiş daha masalın sonunu beklemeden...
Masal bu ya, her düşen elma da Alaaddin' in sihirli lambası misali dilekmiş... Bir elma bir dilek...
Bizim çoban elmadan ıssırırken aklından da geçirmiş "Kral olsam ben saraya, olmadı yaveri de olurum kralımın, ayağımı bir atsam yeter"... Bilmiyor ki elma sihirli kırmızı başlıklı kızın ki gibi değil, ıssırır ıssırmaz düşüp gitsin de gelsin biri öpsün uyandırsın... Bu elma efsunlu dedik ya dilek gelmiş yerine...
Bizim zavallı çoban birden kendini sarayda buluvermiş... Bakmış bakınmış etrafa, gözlerini alamamış her baktığı yandan, demişler sen mutfaktan sorumlu ol, oradaki işler sana emanet deyip sırtını sıvazlamış bir de güzel kral......
Yemeden içmeden anlarmış çoban, eee kuzuları güde güde anlamış etinin neresi iyi neresi kötü diye...
İyisinden anladığını bir bakışta anlayan kral da demek ki isabetli seçim yapmış olacak ki mutfağa vermiş çobanı...
Fakat günler geçtikçe çoban birden kendini şaşırmış, kavalını keçesini atınca sırtından giyinince göz alıcı kıyafetleri, birden kendini de etrafı da bir başka görür olmuş...
Çoban mutfakta diğer çalışanların başı olmuş ya birden başı dönmüş... Bir zaman sonra çoban sanmış kendini kral, çünkü öyle davranır olmuş...
Arada bir kral çekermiş kulağını, çoban da susarmış ama hemencecik unuturmuş kral tarafından kulağının çekildiğini yine devam edermiş kraldan çok kralcılık oynamaya...
Gel zaman git zaman çobanı çok üzmüş kral ama öyle böyle üzmemiş...
Çoban hem çok üzülmüş, hem çok öfkelenmiş ama kraldan büyüğü yok eh deyip oturacak yerine...
O kadar öfkelenmiş ki hırsını mutfakta çalışanlardan çıkarmış, hep kavgacı olmuş zaten kabaymış da hepten beter olmuş...
Herkes de öfke duyarmış çobana ama kimse sesini çıkarmazmış nedense, birbirlerine de hep "ne kadar iyi bir çoban değil mi iyi ki o dağı bayırı bırakmış bizim başımıza gelmiş" diyerek birbirine yalandan eşekcilik oynarlarmış...
Mutfak sakinleri çobanın yaptıklarına seslerini çıkarmazlarmış, içten içe hep birbirlerini yerler yarışır dururlarmış, o neden bunu yaptı ben neden yapmadım oyalanır dururlarmış işlerinden öte hep bunlarla...
Sonra mutfaktakilerden daha eski olanlar bir onmaz yarışa girmişler kim çobanın gözüne daha fazla girecek diye oysaki önemli değilmiş ki çobana yaranmak, çoban gidici kendileri kalıcı onu akıl edemezlermiş...
Sürekli bir hizmet, bir ihtimam tabi dağda kırda bayırda böyle ihtimamı nereden görsün çoban da şımardıkça şımarmış, gevşedikçe gevşemiş öyle ki kendini geldiği yerde sanmış da o rahatlıkta davranır olmuş...
Ama çoban üzgün ya kızgın ya kendini kapatmış mutfağın en kuytu köşesine, dinler olmuş bağırmaktan öte, arada öfkesini dindiremeyip aklına geldikçe yine saldırırmış da sonra o da bakarmış kendi kendine ne yaptığına...
Velhasıl gel zaman olmuş, git zaman olmuş...
Bakmış ki gökten elma filan düşmez hiç...
"Eee..." demiş yukardan ekolu tok bir ses ...
"Çobanım zavallı gönlü yaralı çobanım, sen geldiğin kırı bayırı unuttun, sana etin iyi yerinden anlarsın diye en güzel yere baş yaptık ama sen oranın başını sonunu bulamadın... Duuur daha iyi günlerin, her öfkeni dindirdiğin yeri cami duvarı sanmayasın o günler de gelecek" demişler...
Pısmış kalmış zavallı çoban daha ne yaptım ben deme aklını gösteremeden...
Öyle ya nereden bilsin, o aklı nereden edinsin, geldiği yerde kullanmaya gerek yoktu ki hiç....
Çobanın bekleyip de düşüremediği elmaları o halde siz okuyanlar hakedenler sizin kafalarınıza gönderiyor, aman aklınızı başınıza devşirin zavallı çobanın başına gelenlergelmesin kimselerin başına demeyi de ihmal etmiyorum...


Haydi kalın sağlıcakla...

"Otur sen biz geliriz"

Dün beklemem ve vakit geçirmek için yer ararken gördüğüm ilk defa da gittiğim bir yer çarptı gözüme...
Belki self servis olabilir diye karşıdaki gençlere sordum servis elemanları belli...
- Self servis mi?
- Otur sen biz geliriz...
- ????
Neyse ben oturdum üç genç başımda, ay kıyamam ya meğersem o kafede engelli arkadaşlar çalışıyorlar siparişimi aldılar üçü bir... Nasıl şekerler anlatamam...
Geldi içeceğim ferahladım ben, sonra arka masadaki oturan demek ki kafenin ve bu çocukların sorumlusu konuşuyorlar kulağımı o tarafa seyirttim...
Geçende diyor sorumlu kadın...
Gelmiş bir masa dolusu müşteri, bizimkilerden biri de demiş ki "paranızı ödemeden gitmeden ama..." o masada oturan güya normal insan dikleniyor ne diyorsun sen lan a kadar vardırırken olayı o bayan geliyor ve durumu izah ediyor...
Meğersem bir sürü üst kademe, kendilerini para ödemeden gitme hakkını üzerlerinde gören kimi kimselerden o kadar yılmış ki demek çocuklar, diğerleri gelir gelmez de o lafı etmişler işte...
Kaldı ki o çocuklarla ciro kat kat artmış da...
Onlara bu fırsatı veren akılların aklına gönüllerine sağlık...
O çocukların o hevesini bir görseniz...
Canlarım benim ya...

28 Temmuz 2009 Salı

Pamuğum Ceplendi...

En küçük teyzem kendi güzel adı güzel Melek, anneanneme bir cep telefonu almış... Anneannem 27' li...
Bugün de Mersin'den Antalya'ya buradaki yazımda belirtmiştim otobüsle gidiyor, hatta gitti vardı akşamına...
Annem, anneannenin telefonu kaydet deyince, hey dedim Yarab! bunca senelik ömrüne neleri sığdıran pamuğumun bir de cep telefonu oldu ha!
Aradım tabi hemen, meşgule aldı...
Aradan bir miktar süre geçti, bir daha meşgule aldı...
Sonraki yılmadan denememin ardından bir kısık ses "alow", bendeki bağırtıysa "annanneeeeeeeeeeeee"...
Bir kulağında kulaklık var, diğerinde yok ama o da ister bir kulaklık, hal böyleyken de zaten kadeh parçalayan sesimi daha da gürleştirip bir bağırış bir çağırış bendeki...
Meğersem otobüsteymiş kuzum...
"Kapat diyorlar guzuuuum telefonu"
"Tamam anneannem kapatalım sen iyisin değil mi?"
"İyiyim funda merak etme"
Ölürüm ya canım küçük suratım benim...
Akşamına aradım seni nasıl boğuk, ağladı ağlayacak, yeni evine doğru yol almaktaymış...
Eeee kolaymı 27' den beri Kayseri derken...
Şimdi Lara'lı oldu Hamdünem...
Bu yazıyı da tamamen kendime yazdım arşiv olsun sonra bakarım burda böyle bir yazı var diye...

Hey Tohumuna Can Verdiğin Yüce Rabbim! Hakeden Kullarını da Bunlardan İhsan Eyle!

Eyle ki sessiz, zararsız, şerefiyle büyüsünler verilen suyunla yetinip...

Arada temizlik de yapıyorum...

Suyla oynamak hakikaten dinlendirici aktivite...

Günde pek çok kez yaptığım ayaklarımı yıkadığım toprağı betonu suladığım zamanı doldurduğum...

Yazan: Kısa dönem Mehmet Bey...

Misssssssss....

Mis bir sabaha uyanıp akşamdan da şahane haberler alınca insan sabahın da farkına varıyor...


Sardunyamdan geldi ilk haber en güzeli...


En az onun kadar mutluyum ben de hayırlı olsun en güzelleri olsun...


Sonraki haber babamdan süper parlak olmasa da o parlaklık bile yeter ben biliyorum çoook güzel olacak güzel hareketler bunlar devam edecek...


Her dönem her sezon...


Haydin sağlıcakla...


Ha bu arada bir büyüklük ben de kendi durumuma dair, bir mağruriyet düşene tekme atmak değil yanına yanaşıp bir Erol Taş misali gülme hissi...


Ama mutlu çok mutlu hem de, kıvrak dans gösterilerinin sunulduğu koca sahnenin en önünden izlenesi en güzel yerindeyim pür dikkat...