29 Mayıs 2010 Cumartesi

Fotoğrafın Bağırdığı...

Başa geleni düşünüp ağlanılası...

Dökülen her damla derdin aynası...

Kimse kırık yeni görmesin diye saklanan...

Köşe bucak kaçılan fakat her köşe dönüşünde karşılaşılan...

Düzgün diye düşünüp yine yanılgı içinde bakılan...

Kendimi ney' in sesine teslim edip...

Kaderimsin çekeceğim dediğim...

Yarına ürkerek baktığım hatta gözlerimi kapattığım hatamsın...

28 Mayıs 2010 Cuma

Çerçeve Değil, Resim Hiç Değil, Camın Dışında Çerçeve İstiyorum...

Sıcağı sevmiyorum hele yanında hediyesi nemi...

O yüzden Antalya' nın Mersin' in adını duyduğumda daha darlanırım, nefes alamam, soğuk olacak hava, hafif puslu yağmur yağdı yağacak hatta hafif çiseleyen...

Hastaneyi yol yaptım Gazi Hastanesi, Allah'ın lütfu demek ki bunlar içinmiş depo, biniyorum hemen önünden dolmuşa Gazi' nin önüne, oradan bin, deponun önüne...
Reçete hataları malum, benim de kafa o kadar yerli yerinde olmadığından her daim, haydi doktor tanı kısmını boş bıraktı, sen söylesene de elli defa gitme yok spor demek ki bana da...
Hatta o kadar sarmışım ki dolmuşla gittiğimde bile otoparka bakarım boş mu diye kapısında beklediğim çoktur çünkü fakat evrene yollayıp mesajımın alındığı bir hadisem vardır en kıyak park yerini şak diye bulurum, en kalabalık otoparklarda o yüzden, güvenirim de bulurum da...
Giderken bu sabahın kapalı havasına inat çılgın sıcak bana elimi çantama atıp güneş gözlüğünü çıkartma ihtiyacını hissettirirken, bir çıkardım kendi kendime "aaaaa" demişim...
Hayır işin enteresan kısmı o hale nasıl geldin, çantayı kimsenin kafasına da geçirmedim...
Koydum yerine gözlerimi kamaştıra kamaştıra devam yoluma...
Gözlükten de oldum iki ara bir dere, hiç malımın kıymetini bilmem, atarım bavul çantamın dehlizlerine, her türlü eşyamda öyleyim neyim var neyim yok bilmem, kaybolsa aklıma gelmez dünyadan bihaber...
Gözlük gitti ama hastaneden iyi haberlerle döndüm, bahçeden de biçilen çim kokuları mis...
Akşama spor, tv, Renoyla anne-kız mayışması, kudurması, hafta sonu haydi gel bakalım...

25 Mayıs 2010 Salı

Bitmeyen Finalim...

Eski dosta merhaba demek gibi ya da uzaktan sevdiğinin de sana olan ilgisi ortaya çıkmış da, ilk buluşmanın yapılacak olması gibi elim titrek, parmaklarım paslanmış...
Senden bahsediyorum sevgili meydanım, yorumsuz dert ortağım, iç sesimin parmaklarımdan çıkan nihavent makamım...
Çok sevdiğim kitabı bitmesin diye okuyamadığım hatta biteceğini bildiğim ve bir daha olmayacağına kani olduğum, Lost'un bile finalini izleyemediğim durumumsun, meydanım...
Herşeye döşeneceğimi düşünürdüm de; yazdığım şu alana, dar alanımın bucaksız deryasına methiyeler dizeceğimi deseler, yalancı diye arkalarından kovalardım...
Günler günleri, su molası bile vermeden kovalarken, geçtiğimiz günlerde ağır misafirler ağırladım uzak diyardan, Beyimin annesi ve ablası, artı küçük oğluyla...
İlk dönemlerde çok süper durumlarımız olmasa da, şimdilerde sessiz, manidar, üzerine bir samimiyet perdesi altındaki küçük piyesimizi oynadık...

En son tespitim şudur;

Beyimin validesi der ki; "benim süper yetiştirilmiş, namütanehid, fevkin üzerindeki oğlum, bu da yanındaki oğlumun sevip aldığı kadın..."
Eyvallah...

Budur özeti durumun fakat yine de hakkıMı yemeyeyim; "sabır" sonu selametli bir hadise olup, gidişatına şaşırdığım bu mevzunun, derinden düşündürmesi şeklinde, beyinde vuku bulması diye birşey işte özetle...
Misafirleri gönderdikten sonra, geçen haftadan çekilen, üç ayda bir kontrol adı altındaki stres bombardımanı demenin daha doğru olduğu bir durum var ki o da babamın genel kontrolleri...
Onun da sonucunu dün aldım; çok da parlak değil ama kötü de değil, buna da şükür edip, beterinden saklasın Allahım demek suretiyle, bir üç ay sonrasına verilmiş sadakamız varmış demek üzere deyip bölümü sonlandırmak lazım gelir...
Onun dışında gündüzler geceler dingin ayın şavkında, mehtabın en güzelinde, kem gözlerden saklasın huzurunda geçmekte, geceyi gündüze bağlayan dilimlerin keyfi sonuna kadar çıkarılmaktadır...


Hürmetler efendim...
Fotoğraf bizim beyin Rusya St.Petersburg seyahatinden Ermitaj Müzesi...

21 Mayıs 2010 Cuma

14 Mayıs 2010 Cuma

Kuruyemişçiyim O zaman...

Sene 2001, aylardan Kasım ya da Ekim, okuldan mezun olmuşum öğretmen yeterlilik var, yeterli değilim ne anlar beden eğitimi öğretmeni tarihten, matemetikten, zaten de lisede görülmüş en son, tembellik de o saatten sonra çalışmaya yeğ...
Apartmanda şimdiki çalıştığım kurumda çalışan, abla ağabey dediğim saydığım, sevdiğim bir çift var...
Bir gece kapıya geldi İ. ağabey dedi ki bizim kurum sınav açacak senin bölüm mezunlarına katıl mutlaka...
Sağol İ. ağabey katılırım, başvurumu yaptım, sınav günü pazar ingilizce sınav var.
Çok da matah değil ingilizcem, o kadar kurslara, hazırlığa rağmen hep haytalıktan benimki...
Neyse pazar günü sabahtan metroya gittim her pazarki gibi, dükkanın acil ihtiyacı ne varsa aldım geldim, kahvemi demleyip içip dükkanı çocuklara bırakıp zaten de Sıhhıye' ye yakın Atatürk Lisesi' nde sınav gittim...
Girdim geldim, dedim babama hiç birşey anlamadım sorulardan da cevaplarından da, unutun sakın da birşey sormayın dedim kafamda da sildim gittim...
Bir sabah Marlboro siparişi verirken bir telefon, kim hatırlamıyorum sınavı kazanmışım işte nasip...
Sonrası malum sabıka kaydı, sağlık raporu, prosedür tamamlanmasının ardından 30 kişi bir yerde toplandık biz cücükler, bakıyoruz birbirimize ne olduk biz şimdi diye...
Dört kişi seçtiler önce Kızılay binasına gittik, Genel Müdür Yardımcılarının yanına birer kişi kaldık...
Daha da beter sudan çıkmış balık gibiyiz, daha dünün çocukları şimdi koskoca Genel Müdür Yardımcısının yanında, devlet erkanından anlayan bir adam da değilim ki, esnaflık yaptım eyvallahım da yok, zaten zor adapte oldum...
Benim yanına verildiğim Genel Müdür Yardımcım da çok medeni, işini fevkalade yapan, mevzuatı sular selleri bırak aşmış gitmiş, yıllarını vermiş, özverili fakat sert mizacıyla seveni olduğu kadar sevmeyeni de fazla bir devlet adamı...
Onun çalışma sistemi, disiplini davranışları, hep hakkını arayan tavrı, düsturum oldu benim için, şanslıydım ilk başladığım yer en ustanın yanıydı...
Sabah öğrendim şimdi görevde değil ve ben çok üzüldüm, önce Kurum sonra Devlet böyle bir "Değer" i kaybettiği için...
(Parantez içi: "Devir kapatan olayları sevmedim hiç bir zaman")

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Sabahın 09:25' ine...

Sizlerden şans dileklerinizi ve dualarınızı bekliyorum...
Adaletin terazisinin hassaslığına yürekten güvenirken, önce Allah' ın izniyle sonra Dijlem' in desteği, sevdiklerimin dualarıyla bu badireyi de atlatacağıma inanıyorum...


Haydi bakalım sabah ola hayır ola...

11 Mayıs 2010 Salı

Böyleyken Böyle...


Rengarenk saçaklarıyla renk saçarken etrafa...



Bir zaman eşini özleyen uğur böceğiyken...



Bir zaman yalnız, kendini dinlerken köşesinde...



Bir zaman kıvrılıp dalarken, huzurla...

En sonunda sığındığı dünyanın anahtarı elinde şükrederken...

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Süzme...

Şu ezberbozan caanım hayatın kazık sorulu sınav soruları, öğretmenin ben verdim onları demesine rağmen hep bilinmeyen yerden çıkar ya...

Sınavları kadar yaşattıkları da öyle o caanım hayatın; bilirsin belki beş hamle sonrasını histir, ileriyi görmektir neyse adı belki de bildiğindir, kitabını yazdığın, ciğerini okuduğun, bir sürü varyasyon...

Aslolan lafı dolandırmak değil elbet yeterince dolaşık açıldı - bu arada anneannem örgü örerken ipi dolaşırsa onu üşenmeden açarsan eğer kayınvalidenle geçinmeye gönlün var sabırlısın der hep dolaşık deyince çağrışım yaptı- bilirsin karşındakini, olayını, yaptıklarını fakat bir kalırsın neden ki; ne tavrın değişir, ne sözlerin, ne mesafen...

Koyar gibi olduğunda da bir bakarsın unutmuşsun, kaldığın yerden devam...

Demek bünyenin unutma mekanizması adı altında salak affediciliği vuku buluyor...

Bir bakıma iyi; sırtında onun kamburu, kırıklığın, küslüğün ağırlığından yırtıyorsun fakat madalyonu çevir bak ne yazıyor üzerinde "salak" hem de en süzmesinden...

Kreşim - Öğretmenim...

Evimin rengi Rengin' ime 2,5 yaşına kadar anneciğim baktı Allah razı olsun...
Fakat apar topar kreşe vermemiz icap ettiği zaman hiç bir anne tanımıyorum ki kreş kreş gezmeden çocuğunu versin...
Ben sınıfında bir ilkim sanırım...
Üyesi olduğum ankaralı anneler mail grubunda sıkça bu tip konular yazılır, kim hangi kreşten memnun ya da başka şeyler vs.
Zamanın birinde aklımda kalmış, daha kreşi gidip görmedim tamamen referans, öyle çok büyük paralar verebilecek gibi de değiliz...
Dolayısıyla verdiği hizmet karşılığında cüzi miktar parasıyla memnun olan da bir sürü insan olduktan sonra tabi ki, tam ara devre de olduğu için (Şubat) araya tanıdık sokmak suretiyle halen gittiğimiz kreşimize kaydolduk...
Burası bir belediye kreşi...
Gerçekten her yönden on numara ki talepten de sonraları görüyorum ki artık noter huzurunda binlerce başvuru yapılıyor...
Öğretmenleri deseniz şeker gibiler...
Daha ne ister ebeveyn kaldı ki çocuklar da memnun...
Böylece herşey ala...
İyi gitmeyen ne var peki...
Öğretmenlerin bitmeyen kaygıları, ne olacağız biz yarınımız belli değil durumları...
Ne kadro, ne yarın ne olacaklarının belirsizliği ve başka bir sürü etken geçen aylarda alınamayan aylarca maaşlar...
Onların kafası salim olmazsa, zaten aldıkları asgari ücretten hallice maaşları da verilmez, yarınlarının ne olacağı konusunda sürekli tedirgin olurlarsa ve konu hakkında kendilerine hiç bir bilgi verilmezse, çocuklarımız için ne gibi bir verim bekleyebiliriz...
Yine de cansiperhane özveriyle çalışıyorlar başlarındaki onca çocukla evlerine para götürmeden, faturalarımızı kiralarımızı ödeyemiyoruz ne olacağımız da belirsiz ama onlar bizim çocuklarımız onların ne suçu var diyecek kadar vicdan sahibi pırıl pırıl öğretmenler...
Yarın öğlen tatilinde belediye binasında toplanıyorlar ben de yanlarındayım hem de sonuna kadar...

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Aslında;


Bastığın yerin ne kadar dandik olduğunu, ayakların yere değdiğinde anlıyorsun...
Ardına bakıyorsun ki; bir koca topun üzerinde, bir ileri, iki geri, sayısı kaç bilinmez, yana gidip geliyorsun...
Üzerindeyken yalpalamalarına da "Neşeli Hayat" diyorsun...

6 Mayıs 2010 Perşembe

Biri Gitti Kaldı Diğeri...

Bu sene kıl payı hatırlanan, her sene "günü" beklenilen Hıdırellez' i kaçırmamanın verdiği ferahlıkla, gül dibine dilekler tutuldu, geçen senenin bir adet dileğinin gerçekleşmesi sebebiyle biri eksildi yenisi eklendi, sabah da kalkılıp her dileğe iliştirilen bozuk parası alındı saklanır artık bütün yıl cüzdanda...
Haydi hayırlısı...
Bu arada sevdiceğim bir arkadaşım yazılarımın eski lezzetinde olmadığını, fotoğraf yoksunluğundan bahsetti, ben de dedim ki; bu ara ben ziyadesiyle lezzetliyim, hayatın mayışıklığı yazıları sekteye uğrattı, hele fotoğraf, çiziyorum sadece resmini çekmeye fırsat kalmadan halin...
Bugün itibariyle bizim nazlı kuzudan ilk ayrılmamızı yaşıyoruz resmi olarak, kendisi Hamdüne' sini Kayseri' ye götürecek olan anneannesinin yanına takılarak terk-i diyar etti evi...
Öpücüklerle ellerimiz kopana kadar sallamalarla yolcu ettim onları...
Bir diğer aile ferdini ev direğini de yakın zamanda uğurladıktan sonra geriye Allah kavuştursun sağlıkla kazasız belasız demekten başka birşey kalmıyor...
Bu arada haydi bakalım davaların ikincisine kaldı yedi gün hayırlısı...
Ben resme devam edeyim hazır kimsecikler yokken...

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Kaç Semer?

Bu ara yakın örnek, çevremde iki adam aşırı yorgunluktan yıkıldı, ciddi anlamda yataklara düştüler, ateş, bitkinlik ve sonunda tedaviler...
Sebep aşırı yorgunluk...
Malum hayat o kadar koşturmaca ki; sürekli bir yerlere yetişme, bizim evde sabah kalkıp sürekli hadi annecim, biraz acele et annecim, bak seni okula götürüp servise yetişeceğiz annecim...
Sonra ekliyorum mecburen, bak annecim hayat böyle birşey işte, sürekli biryerlere yetişmek zorundayız ve bunun için sallanma lüksümüz yok ve sen de işlerini olabildiğince çabuk yapmalısın...
Belki benim çocukluğumda da böyleydi ama annemin yetişeceği bir yer olmadığından bu kadar sıkboğaz etmezdi beni...
Bir yandan da çok üzülüyorum, hafta içi koştur koştur yetiş, hafta sonu yok cimnastik dedik ona koştur...
Daha çevreden diyorlar cimnastikten çıksın yüzmeye de gitsin...
Oldu daha nereye yetişsin bu çocuk?
Aslında baştan demem şu ki; hayat hani iki kişinin paylaşımı amacıyla birleştirilen hayat oluyor ya evlilik denen resmi yazışmanın altına atılan imzayla...
Sonrasında erkeğin kendini yayması, kadının ırgat gibi çalışması...
Kimi evde bu tabir-i caizse ki teşbihte hata olmaz, benimki kendimi anlatmak tamamen, erkeğin üzerine biniyor kimi evde bende olduğu gibi benim...
Sağolsun benim bey üç kızın içinde tek erkek, dolayısıyla suyuna kadar önüne gelmiş ev anlamında çalışmaktan bihaber, bir de üzerine yoğun iş hayatı da olunca bahanesi de kendiliğinden hazır çok yoruluyorum, zaten senin işin rahat...
Evet benim işim rahat dönemsel olarak ama benim de öbür taraftan ırgatlığım başlıyor, çocuk ev işi, dışarı işi, sık sık seyahatlere gidişinin yıkılan tarafın üzerimdeki yükü...
Bazen diyorum ben alıştırdım, en basiti çayının şekerine kadar koyup karıştırıp önüne koymak ve yerinden kalkmasın koltuk soğumasın maksatlı semerlerimi çoğaltma işini...
İşte çoğu zaman gıpta ediyorum bu işi erkeklerin üstlendikleri hanelere...
Fakat gel gör ki yetiişme şekli de en büyük etken diyorum, annem de böyle haza hizmetçi ruhuyla donatılmış bir bünyeyken odan çıkan da zevk-ü sefa içinde beylik yapacak değil ya...
Kendim de yapamam zaten, can tezliğinden karşımdakine kıyamamamdan, her işi illa ben halledeceğim dürtüsünden, çok lazım ya...
Ne oluyor ki yorgunluk artık senin kadim dostun olmaktan başka...
Bunun tam tersi olduğu hanede de bu sefer dışardan bakıldığında, nasıl insanlar benim halime üzülüp süzülüyorlar, ben de bu sefer onların haline vah vah diyorum, ayna işte aksini bana yansıtıyor kendi halimi seyreyliyorum...
Fakat şu sonucu çıkarmak lazım diyorum sonrasında, sorumluluklar eşit, paylaşımların birlikte olduğu, kimsenin kimseden fazla paralanmadığı bir düzen oluşturmak en iyisi...
En sonunda da şöyle bağlamak şart, malesef böyle gelmiş böyle gidecek korkarım vallah dizelerini söyleyip devam kalındığı yerden hayata...

2 Mayıs 2010 Pazar

Hem Arı Hem Bee...

Sevmediğim yegane huylarımdan biri yemeği arkamdan atlı koştururcasına yemek ve içecekleri sıcak soğuk farketmeksizin mümkünse nefes almadan içmek...

Yemekle aramda bir aşk doğuyor sanki; her öğünde ayrı bir tutkuyla bağlanıp, ağzıma aldığım lokmanın bitmesine müsade etmeden ikincisini alıyorum...

Gerçi aşkı çarçabuk öldürüyorum ama onu da maymun iştahlılığıma verip sıyrılıyorum, yeni öğün yeni aşk...

Nedir bu acele ki; hayır görüntü de iğrenç, öyle tıkıştır ağza...

Allahtan dışarda efendi gibi yiyorum, neyse ki çiğneme özelliği olan dişlerimi yutma işine dahil etmediğimden, ağzıma ne kadar alırsam lokmayı ebat olarak, saniye sürmeden yolladığım için öyle vahşi hayvani görüntüm olmuyor...

Bir de yemek esnasında konuşmaktan hiç haz almıyorum, nedeni aşkımla arama girilmesi lokmalarıma ara verilmesi demek ki; bu da hiç hoşuma giden bir durum değil...

İçeceklerde de şu sıkıntı hasıl, bir yere gidiliyor çay kahve sıcak soğuk ben de bir hız hayır orası söğüt gölgesi değil ki oturula öyle ben bardak önüme koyulana garson daha masadan ayrılmaya kalmadan bardağı boşalttığım için ekstra zararlı oluyor benim keseme...

Velhasıl lokma yirmi kere ağızda yirmi kere çiğnenmeli - ki ikinci çiğneme hareketinde çiğneyecek lokma nerde bende-, yemek yirmi dakikaya yayılmalı ki beyine doyma hissi iletilsin -benim durum böyleyken beyin ne uyarı alıyor ne his- şeklinde fazla kilo almayın hadidesi bende tamamen geçerliliğini yitirmiş oluyor...
Bu yazıyı neden yazdım hangi akla hizmet ettim bilinmez de yazmışken yayınlayayım dedim bu arada da iş yerim çayır çimen bakınırken bir çam ağacı etrafında kaç kovan dolusu bilinmez arı istilası tam kapıya yakın çamın etrafında hem de...
Animasyon arı nin dışında bu kadar arıyı bir arada görmemiştim her biri koca koca, boşaltmaya çalışıyorlar dışarda şimdi ben de hapis...
Hayır yemek saati de gelmez mi üzerine?
Şimdi baktım camdan ağacın dibinde iki boş koli içlerinde tatlı...
Arılara bir dil dökülmediği kaldı bakalım kimin aklı kimin aklını yenecek...

29 Nisan 2010 Perşembe

Başı sıkıştığında vatandaşın, hani gürler ya, senin maaşın benim verdiğim vergilerle ödeniyor diye...
O horozlanmanın sonucu cümle alemin maaşları, yine o cümle alemin ödediği vergilerden bir demet demek ki...
Hal böyleyken sallandıracaksın birini ikisini orta yerde, bak bir daha böyle şeyler oluyor mu' ya sonuna kadar destek veren şahsım, tecavüzcüleri özellikle sonra katilleri, verdiğim vergilerle içerde ve dışarda beslemekten yana değil yüreğim...
Gidenlere ağlar içim...

26 Nisan 2010 Pazartesi

Hareketin Bereketi...



94-95; o zaman tazecik gözü açılmamış yeni okullu, bilinmez şehirde, nereden denk geldi hatırlamıyorum ama hocaydım step tahtasının ardında, bir sürü kadın dizilmiş etrafta terleyip hoplayıp zıplayıp günlerde yediklerine yer açmak için kendilerinden geçiyorlar...
O zaman yoktu afilli step bench leri, yaptırmışlardı fena değildi ama dengelemezsen tahtayla beraber alaşağı oluverirdin...
Çok özlemişim, ne yalan söyleyeyim tevazu göstermeyeceğim ben iyiydim be!
Yine de hareketi, sporu, yanmayı, ağrıyı, özlemişim çok hem de...

25 Nisan 2010 Pazar

Haybeye Gerçek Yaşam...










Aramazsın sormazsın ama aklının köşesindedir ya; sabah tekrarlarıyla sinir eden alarm gibi sinyalini verir oradan, tamam dersin ilgileneceğim aklımda dersin dersin de yapmazsın ya...
Çoğu zaman sevdiklerde olur, yakınlarda, büyüklere karşı; aklındadır sonra küt birşey olur, kıvran vicdan azabından...
Vefa tarafımı ailede severler, arkadaşlarda da ben severim, uzaktan ama, yoldan çıkanları seyreylerim arada, gülümserim yalpalamalarına, saçmadır anlamışsan ki hele yaşadığının adına ne koyduğunu bilmemişsindir sonra hadise ismini de cismini de bulur, suyun yolunu bulduğu gibi...
Kalan sağlar benimdir ya da ben onların, aman koy ..... gitsin derim zaten sıkça pelesenktir severim ağzımın kenarında...
Bu ara benim meydan da aklımın, yüreğimin orta yerinde, bir el atmaktı iş, sonrası klavyenin tuşlarına basmada çıkan ahenkle dans...
Koşturma, hengame, mutluluk, sevinç, kızma derken derken ben susayım kareler konuşsun...
Özlemişim hem tuşların ahenginde dansı, hem parmaklarımın ses
tonunu...

22 Nisan 2010 Perşembe

Seviyorum...



Bir sevgi kelebeği pır pır eder durur yürekte, ölümsüz olanından...
Gözü hep masmavi gökyüzünde, umutları başının üzerinde, sağlığa duacı, seke seke gider misali...

Bu gece geldim daha sıcağı sıcağına, 16-17 sene olmuş abartısız onu dinleyeli, nasıl bir sebattır anlamadım ki bendeki...

Var öyle yapıştım mı bırakamadıklarım, vazgeçemediklerim hep aynı keyfi duyduklarım...

Nihat Sırdar kendileri; hem sabah hem akşam programlarını dinleyip; sabah ülkeden bihaber olmamak adına, akşam da yemek hazırlığında yarenlik etsin diye...

Çok güldüğüm hatta yanaklarıma ağrılar girene kadar neredeyse, şahaneydi tek kelimeyle...

Full salon, full Nihat...



21 Nisan 2010 Çarşamba

Sevemedim Kara Gözlüm Beni Doyumca...



Koymadılar ki seveyim...
Severdim severdim de huyumu, sonradan körlendirdim...
Körlendirdim, yabancı kaynaklı bir kelime gibi görünse de, kör ettim manasına gelsin, öyle cümle içinde kullandım...
Çok severim, ne halt yiyorsam ki faydalıysa da cümle aleme bağırmaya...
Bir yere mi gittim, haydi koş vatandaş çok güzel yer...
Çocuk kıyafeti mi buldum ucuz bir yer diyelim, aman koşun siz de alın...
Bir yerde yemek mi yedim, bir yer mi buldum, bir sürü çoğaltılır örnek...
Fakat sonra ne oldu, ben bir heves söylüyorum bakın ben yaptım, gördüm, yedim, gittim, aldım beğendim siz de faydalanın...
Cevap "biliyorum, ee vardı zaten ora ne zamandır"...
Oldu o zaman, ne iyiymiş değil mi..?
Tabi ki herkes için değil ama bu sefer de ne oldu meydana çıkıp bağırmadım da daha bir yakınlarıma söyler oldum ama yine de söylerim duramam, isterim iyiyi herkes yapsın, paylaşalım, paçamızın arasında yemeyelim yediğimiz naneleri...
Nereye bağlayacağım lafı; kek buldum muffin ki kendilerinin her çeşitini sever sayarım...
Tarifini de diğer tariflerini de beğendiğim
ŞUradan aldım...
Sağolsun varolsun arkadaşımız, sizler de yapın afiyet olsun...
Ben donmuş vişne-damla çikolata-kakao koydum frambuaz yerine...

20 Nisan 2010 Salı

Türk Malı Ho...

Sonundaki Ho' yu söylemediği zaman Rengin' in arkadaşları anlamıyorlarmış diziyi kastettiğini...
İlk defa izledim malum Ezel' le çakışıyordu...
Uzun zamandan sonra ilk kez bu kadar çınlattım evi, saçma tamam ama çok güldüm iyi geldi...
Bir de benim kahkaha da bir hasar var içimde patlamış hoparlör var 'p'ler patlıyor...
Dün babamı doktora götürdüm yutmasında sıkıntı var ağrıları var diye...
Sanırım başta babam sonra biz, nasıl bir tedaviden çıkmışız tam ayırdımında değiliz...
Orası yangın yeri diyor doktor, "hııı" diyoruz anlıyoruz' u anlatmak için, bilmiş bilmiş...
Dün de gittik, radyoterapi tedavisinin birtakım hediyeleri olurmuş hastaya...
O hediyeler zaman içinde hafiflese de tamamen silinmezmiş...
Tabi babamın beyin o "tamamen silinmez" kısmını aldı, baştacı etti...
Ne kadar baba hafifleyecek, cancağızım, kuzum, yavrum desek de o da bana "hıı" diyor anlıyorum' u anlatmak için bilmiş bilmiş...
Seviyorum seni huysuzum :)
Dün dumur denizlerinde yüzdüren, olmayan tüylerimizi ayağa diken birşey öğrendik ki; babam meğersem % 5 kurtulma şansıyla tedaviye girmiş...
Preh preh, öldürmeyen Allah öldürmez, şifasını verecekmiş ki karşımıza çıkan doktorlarımızı vesile etmiş...
Ne diyeyim Allahım bütün hastalara hayırlı şifalar ver...
Bugün hava ne güzel değil mi :)
Daha sırada geçtiğimiz cumartesi Rengin' in anaokulu gösterisinin malumatı ve fotoğrafları var bilahare inşallah...

18 Nisan 2010 Pazar

Kardeş...

Hastanede sonuç göstermek için cumartesi sabah randevu verildiğinde, hep beraber gidilip Rengin le sıra bekleyince yanımızda da ton ton orta yaşın üzeri (yaşlı sözünü sevemedim) bir karı koca...
Çocuğun ya çişi gelir, ya su ister geleneğini bozmadık, su getirmeye üst kata çıktım, Rengin o tontonlarla kaldı, geldiğimde bizim Bey le nerede çalışıyoruz, anneanne kaç yaşına kadar baktı, neden kardeşi olmuyor, buna istinaden ettiği duayı ve diğer bütün ayrıntıları dökülmüş, hangi ara yaptın anlamadım ki?
İkisinin de yüzünde bir gülümseme, Rengin' e duaların kabul olsun yavrum diye uğurladılar bizi...
Aynı gün anaokulunda gösteri sonrası, Ankara' nın kırına bayırına gidip hava alalım uçurtma uçuralım dediğimiz bir öğleden sonrasında, tesadüf okuldan arkadaşıyla aralarında geçen diyalog...
Hayırdır evren bana bir mesaj yolluyor ben mi anlamıyorum...
Anlıyorum da belki yaş baş deyip kalsın anacığım kalsın deyip bir yandan da aman erken olaymış en az üç tane de yapardımdan da geri durmuyorum...
-Rengin biliyor musun kardeşim olacak :)
-Benim kardeşim yok yapayalnızım ben :(
-Üzülme arada sırada sana da veririm bakarsın...

15 Nisan 2010 Perşembe

Neyi Ararsan Sen O' sun...

Ne arar ki insan mutlu olmak için daha başka...

Yavruyla birlikte yapılan, içinde çikolatadan ziyade o minik parmakların lezzeti dolu kekte mi?


Ya da baba kızın oynattığı kukla tiyatrosunda mı?



Ya da ya da sokaktaki kedinin uykusunu böldüğümde bana takındığı tavırda mı?



13 Nisan 2010 Salı

Bozuluyorum...

Cidden...
Hangi bloga baksam birşey serili ortada...
Yemekler, faaliyetler, cicili bicili takılar, örgüler, boyamalar, dekorasyonlar...
Bana bir işe yaramıyorum hayatı yalandan yaşıyorum hissi verdiğinizden ne diyeyim bilmem ki...
Seviyorum sizi okumayı, hatta bayıla bayıla...
Daim olsun, maşallah hatta...
Ben de ayak kapsülümü hoplatmışım yerinden, burkmuşum diğer tabiriyle, oturuyorum işimde ayaktayken de topallayarak ayrı hava verdi ağır aksak yürüyüş...
Öte taraftan beş buçuk yaşındaki çılgın bir minik hanımefendinin yorulduğu yere han yapayım kaygısı onun kaprisleri...
Hayır bey kısmını hallettim sanıyorum "sen hot, ben hot, kim verecek bu ata ot" işe yaramadı yaramıyor tecrübe ettik, "ben iyi, herkes iyi" güzel böylesi, maraz doğmadığı müddetçe...
Fakat bu çocuğa iyi de olsan, kötü de olsan, işine gelmediği zaman şeytan ruhlu anne oluyorsun ne demekse...
Ne tumturaklı laflar ediş o öyle, biz zaten bu kadar lafı bize saysın diye besliyoruz, canımıza okusun diye...
Ben hatırlamıyorum annemin benim psikolojimle bu kadar ilgilendiğini, okurdu canıma, şimdinin bebeleri nazende belki de böyle yapan benimdir bokunda boncuk bulmuş tavırlarım...
Halbuki evdeki kötü polisimdir, her zaman disiplinli/şefkatli, korkulan taraf...
Her okul çıkışına gidişim korkuyla, beni görür görmez "çok mutsuzum anneeeee"...
Ulen neyin mutsuzluğu, sanki bana dünyanın yükünü sırtlıyor...
Yalan dolan bir sürü bahane, ee şu an ona da bunlar dünyanın yükü...
Kitaba deftere göre büyütmedim ben Rengin' i, ilk zamanlarki uyku saatleri, yemek saatleri düzenini şimdilerde daha çok oluruna bıraktım yemiyorsa bir sonraki öğünü beklemesi gerektiğini, sorumluluk onda yok öyle ben büyüdüm deyip gezmek :)
Tek derdim adam olması, yalansız, dolansız, inançlı, vicdanlı en önemlisi de mutlu olması...
Mutlu olsun ama çok mutlu ve onu mutlu edecek arkadaşları tanıdıkları...
Bir de her zaman yağmurlu olup yine de adet yerini bulsun belki yağmaz bu yıl umutlarıyla canhıraş hazırlanılan tören provalarının davul sesinden sıtkım sıyrıldı sıyrılacak...

10 Nisan 2010 Cumartesi

Hergün bindiğim otobüse yüzde dokdan ilk ben biniyorum, bomboş ilk duraktan...
İlk zamanlar şaşırıyordum aç tavuğun darı ambarında dolanması gibi nereye otursam hımmm...
Sonra bir yer belledim, oraya oturdum hep...
Şimdiyse koca şehir boş otobüs gibi...
Hangi noktasına otursam aslolan da küçük hanım hangi okula gitse eve göre mi okul olsa okula göre ev mi...
Yumurta mı tavuktandı tavuk mu yumurtadan?
Bir rüyaya görsem, yukarıdan baksam şehire, bembeyaz bulutlar dağılsa, bir ok görsem, o ok da yeni oturacağımız evi işaret etse, hatta iki ev...
Sonra aynı ok, bu kez okulu işaretlese olmadı öğretmeni de uzaktan işte bu dese...
Çok şey mi istiyorum?
Ha sonra bir de tatil istiyorum bu koşuşturma bitince, malum okula başlayacağım...

8 Nisan 2010 Perşembe

Çekemezler Bilirim...

Yemek tarifleriyle süslü bloglarda sürerken sörfümü, düştüm bir ara, dalga da hazır kaybolmuşken yattım üzerine tahtanın, verelini dedim...
Mezuniyetin ardından, eve kesin dönüş sonrası öyle dışarda gezeyim bir adam değilim, cumartesi günleri meşhur yemek dergisinden bir tatlı bir tuzlu deneme günüm...
Cumartesi semt pazarı, annenin yanına düşülür, pazar elek felek edilir, parmaklarımın boğumları morarır eve gelinceye dek, anneye tek torba taşıtmamak için...
Sonra anne onları yerleştirir, gerekli yardımlar yapılır ve tarif uygulamasına geçilir...
Sunumu oldum olası beceremem, hatta yalandan pastayı bile biri geçse de başına kesse dağıtsa diye gözünün içine bakarım...
Yapar bırakırım abi diyen bir ruh hali benimki...
Nasıl bir hevestir o yaptıktan, ilk lokmaların alındıktan sonraki benim gözlerimi pörtletip ilk tepkiyi beklemem...
Bir de çaktırmamaya çalışıp, biliyorum şahane olmuş zaten birinci belli ikinciye bakalım pozları...
Tabi mülayim düzgün efendiden bireyler olmadığımız için illaki ıyyy denilir ya da hakkıyla lezzetin tepkisi verilmez gıcıklığına...
Tabak biter kendi aralarında konuşulurken es kaza ya da neyse hadi güzel olmuş aferin duyulur ağızlardan...
Pastaya böreğe parmaklarını zor kurtaran hainler, iş yemeğe gelince neden dudak bükerler anlamam, çekemezler bilirim...

Romantik Yağmur Tıpırtıları...

Şu yansıma sözcüklerini hep komik bulmuşumdur yağmurun tıpırtısı, suyun şırıltısı kapı tıklaması, ağız şıpırdaması...
Seneler evvel hatırı sayılır bir spor branşının federasyonunda çalışırken, sonradan ağabey diye hitap ettiğimiz çok sevdiğimiz bir genel sekreteri vardı ki hala da çalışır kulakları çınlasın...
Yağmur yağdığı vakit alırmış eşini, atlarlarmış arabalarına iki aşık, bir yerde durup motoru durdurur, yağmurun cama vuruş seslerini dinlerlermiş, en büyük huzur derdi...
Ondan aklımda, ne zaman arabada yağmur yağsa, cama vuran yağmur sesiyle hep o aklıma gelir...
Şimdi müstakbel yerimde alüminyum tepemde, bu sefer yağmurun tıpırtıları daha bir güzel geliyor, arada yer yer aksa da...
Tıp tıp akarken dalıp gidiyor akıl, şiddetiyle savrulup yavaşlamasıyla dinginleşiyor...
En sevdiğim hava puslusundan, yağmurlu, serin, kurdun puslu havayı sevmesi misali...
İçimin açıldığı, haberlerin sevindiriciliği, ruhun oturduğu, hayatın benden umulmayacak dinginlikte yürümesi...
Bu hali de çok sevdim ismin yalın hali gibi, hayat da bu ara yalın...
Oturunca anlar insan, ne kadar yorulmuş olduğunu...
Güzelmiş böylesi keyifli, yorgunluktan arınmış, hamamdan çıkmış, gazoz elimde, gözlerim buğulu buğulu derken tam koluma pıt diye yağmur damlası geldi :)
Yağmur da hızlandı tepemde tıp tıp tıp...

7 Nisan 2010 Çarşamba

Tanıdığın Tanıdığı...

Pazartesi anjio yapılacak fakat doktorların özel hastalarından sonra sıra bekleniyor...
Sıra gelmezse, ertesi güne fakat kadın geceden beri aç, takatsiz, zaten de nazende...
Beş kızı, bir oğlu başında, kapı kapı bir şekilde tanıdık bildik aranmaya çalışılıyor...
Sonra kızlarından birinin, komşusunun bir tanıdığının tanıdığı hastanenin bir bölümünün başkanı, ona rica edilip anjioya giriyor...
Ağlamalı bekleyiş, birden kapı açılıyor Hamdüne Hanımın yakını der demez hooop 7-8 kişi ayaklanıyor yok diyorlar bir kişi gelsin...
Ağlak durum artıyor sonra damarlarının yaşı münasebetiyle ince olduğu balonla açılamayacağı stand takılması gerektiği söyleniyor müsade verir misiniz?
Hemen verildi müsade...
Bekleyiş devam sonra yine bir kişi çağırılıyor bu sefer de takılacak stand in nevi soruluyor, yerli malı olursa yeniden damarın tıkanma ihtimali %90, ancak 3000$+KDV verildiği takdirde ithal stand de tekrar tıkanma oranı %10...
Paralı olanda karar kılınıyor, Hamdünem çıkıyor anjiodan yarı baygın...
Yoğun bakıma yatırılıyor, iki teyzemle ben yanındayız yukarda...
Açtı gözlerini, panik olup kafasına takmasın diye amaan damarını açtılar o kadar dediğimizde yok yok diyor ben bildim kasığımdan girdiler birşey taktılar...
He dedik boşver sen onları iyi ol takma kafana...
Hemşire geliyor umulmayacak kadar güler yüzlüler, nerelisin teyze diyor, diyoruz duymayabilir kulaklığı yok, bizimki işine geleni duyuyor tabi "Kayseri" diye bastıra bastıra bağırıyor...
Çıkardık dün eve, gayet iyi çok şükür bu da atlatıldı...
Babam bir başka bakıyor Hamdüne' ye (evde Rengin' de dahil, kah Hamdüne deriz kendisine, kah boncuk, kah pamuk, en son anneanne) hastadaşı ya pek ihtimamlı...
Bu arada babam maşallah diyeyim, dağlara taşlara "iyi" bile demeye dilim varamıyor kendi kendimin nazarı değmesin diye...
Bütün hastalara tekrar tekrar şifa inşallah...
Dualarınızı hep ilettim, gözlerini kapatıp gülümsedi pamuğum...

5 Nisan 2010 Pazartesi

Doktorun Yoksa Öl...

Beylik laflar var ya, hayat kısa, sevelim sevilelim, sevdiğimizi söyleyelim gezelim...
Cidden bu lafları küpe yapıp kulağımıza asalım...
Sonra diyoruz ki şu yalan dünya bak daha dün şöyleydi böyleydi diye...
Cumartesi plan şu, kızımı alıp annemlere gidip, babamı, annemi ve anneannemi alıp pazartesi Umre ziyareti yapacak halama gideceğiz...
Tam çıkacağım evden annemden bir telefon, anneannenin göğsü yanıyor iyi hissetmiyor hastaneye gidiyoruz...
Onlar gittiler hastaneye ne de cenabet gün cumartesi, ne doktor ne başka birşey...
Gidiyorlar hayli kalabalık bir hastanenin aciline ki sonradan köpekler gibi pişan olarak o hastaneye gidilir mi diye ama basireti bağlanır ya insanın öyle zamanlarda...
Acil müdahale ediliyor hemen, kalp krizi geçirmiş 83 yaşındaki pamuğum, her an geçirebilir diye acilde yatıyor servise de yer yok zaten acilin kah koridorlarında kah yerinde, geldik pazartesine ki acil anjio olması şart...
Ancak bir doktor geliyor bizimkilere "doktorunuz var mı?"
Yok acil geldik bileydik muayenehanesinden geçerdik zaten usül buysa kaidesiyle yerine getirirdik...
Ancak yok şimdi doktoru olmadığı için ve koca hastanenin iki anjio makinası varmış biri bozuk, listede görünmesine rağmen özel hastalar alınacak anneannem de kimbilir ne zaman alınacak aç bilaç sırasının gelmesini bekliyor olmazsa yarına...
Şimdi alıp başka bir hastaneye götürülecek, aklım da yüreğim de orada...
Dün bir defter ilaç yazdırmaya bekliyorum doktoru, hemşireler kendi aralarında konuşuyorlar "Allah vere de bugün bilmemne hastası gelmese çünkü ilacı yok". Öbürü de "sen onu diyorsun, bence toptan hasta gelmese çünkü normal ilaçlar da suyunu çekiyor"...
Sonra biri döndü bana "Ben asla ne çocuğumu, ne eşimi, ne yakınımı buraya getirmem, siz neden geldiniz? Baksana arkandaki ilaç dolabına tamtakır"
Talihsizlik dedim tamamen...
Götürebilir miyiz peki?
Götürün neyse ki şimdilik benzin parası var hastanenin, ambulans verebiliriz...
Vay anasını sayın seyirciler vay...
Bütün hastalara acil şifalar...

29 Mart 2010 Pazartesi

Fotoğrafın Dili ( Öylü Atölyesi)

Beyaza uyanıyorum her sabah, bembeyaz sayfaya...
Üzerinde çizgiden Cin Ali adamları kadınları...
Ayağımı yataktan yere basınca ete bürünen bedenim sonrasında renkleniyor...
İlerledikçe renkleniyor gördüklerimle, alaca oluyor renkler...
Sonrasında gökkuşağı renkleri üşüşüyor yağmur olup yağıyor...
Altından geçip altın sandıktan bu sefer payıma düşenleri alıp dağıtıyorum sayfama...
Rengin oluyor renkler, rengarenk, siyahı da pembesi de şekilleniyor sayfa tüm gün...
O cümbüşün içinden niyet çekiyorum hatta renklerden fal tutup...
Renklerin kokularını duyumsuyor içime çekip ferahlıyorum...
Gün biterken sonra, sayfa yeniden beyaza bürünmek, sabahına varmak üzere nöbetini diğer sayfaya devredip uykuya savıyor sırasını...

28 Mart 2010 Pazar

Seviyo (rum), Sevmiyo (rum)

















Hayvanat bahçesine gitmeyi gezmeyi seviyor muyum sevmiyor muyum muamma...
Çocukken meraktan gidilip bakılası yerdi, şimdi çocuğun var görsün diye gidiliyor, bir de Ankara' nın nesi var başka ki denilip gidilecek listesinde yerini alıyor ister istemez...
Her defasında yüreğim çitileniyor o hayvanları gördükçe, o bakışlarını, sanki dile gelip anlatacaklar, insanların hele o maymunların önünde onlardan fazla maymunluk yapmalarını, hele hele beni magmaya gönderen, dumur diyarlarında turlar atmama sebep bir baba...
Baba oğul bakıyorlar üstteki maymunun önündeler, babası şirinlik mi yapacak aklı sıra nedir, çocuğuna : "biraz seni mi andırıyor ne?"
Oldu ya andırıyor da, sen kimleri andırdın şimdi, çocuğa ettin laf da kime dokundu ucu...
Velhasıl güneşli gün tadı çıktı çıkmasına, Rengin' in tabiriyle aile gezmesi yapıldı hanımefendiye gün beğendirildi bitti...

26 Mart 2010 Cuma

İşime Geliyor...



Tevekkül etmenin dayanılmaz hafifliği, okuldan eve gelince sırt çantamı birden girişteki halının üzerine atmak gibi...
Bir manası da acizlik diyor, yok tabi ben almışım tedbirlerimi, bırakmışım sonucunu ortaya koymuşum, gün getirecek ayağıma...
Böylesi daha iyi, hem güvenilir, hem heyecanlı Aziz Nesin' in dediği gibi "du bakali ne olacak" denilesi...
Bu ara en büyük sıkıntı, yeni başlayacak hayat ve onun getirisi yeniden okula başlama hadisesi...
Hiç Rengin başlayacak filan değil, düpedüz ben başlayacağım, ben okula gidecek, o ödevlerin ağırlığını ben çekecek, yazılılara ben gireceğim...
O yüzden heyecanım, hangi semt, hangi okul, hangi öğretmen...
İşte budur tevekkül acizliğim, yükü üzerimden attım, havalemi yaptım, herşey yoluna girecek, tıkır tıkır işleyecek, gülen olacak başroldekiler...
İyi iyi, hep iyi olacak, hep iyi gidecek...
Ha bir de şu "browni intense" biraz daha büyük olsa olmaz mı ikinci paketi açarken bir önceki lokma bitiyor da...

24 Mart 2010 Çarşamba

Yemek mi Beni Yedi Ben mi Yemeği..?

Böyle birşey var sıkça kullandığım, yemek yerken konuşmayı dahası laf yetiştirmeyi sevmediğimin üzerine söylediğim söz...
Bahar için de geçerli, gerçi hiç bir zaman aman da çiçek açtı, gönlüm şenlendi olmadım, olamadım, oldumsa da içimden oldum, belli etmedim...
Kötüsü bu herhalde, sevinci ve üzüntüyü içsel yaşamak...
Tuhaftır benim sevinç emarem yok, üzüntü de...
Babaannemin vefat ettiğini öğrendim an baktım öyle boşluğa, kaldım...
Okula girdim üstelik birinci ( beden eğitimi öğretmenliğine) haaa öyle mi teşekkür ederim dedim, bitti...
Hani hoplayayım, zığlayayım, çığlık çığlığa Allah yırtayım kendimi yok beni bozuyor demek...
Sadece babamın tedavi yarısında, kitlenin % 50 küçüldüğünü öğrendiğimde babamla ikimizdik radyoterapi seansı sonrası, o zaman babamla beraber sarılıp ağlamıştık verdiğim en bariz tepki...
Ne diyecektim, neden başına geçtim ki, güzel yine de demek için mi yok, geçmişimi yitirdim ben hala onun üzüntüsündeyim demek için...
Koca bir yazlık çantanın içindeydiler, benim, annemin, babamın, tanıdık, akraba, arkadaş, eş-dost herkes, ömrün kesitleri kuş olup uçtu, koca çanta dolusuyla...
Belki bakıp bakıp içlenecektim şu anki durumda, belki de iyi oldu bakma daha fena olursun dedi Allah, hayrı da burada belki...
Yine de olsalar iyi olurdu, kimin eline geçtiyse ulaşsa bana olmaz mı?
Bir sabah, akşam da olur fark etmez, bulsam ben onları siyah beyazların içinde kaybolsam, renklilerin içinde açsam...
Kimseye fayda vermez bana verdiği hazzı veremezsiniz ki, geri gelin haydi...

23 Mart 2010 Salı

Hayırdır?

Böyle bir tesisteyiz, kim kimiz bilmiyorum, içerde futbolcular var bakıyorum neredeyiz bu futbolcular kim diye, antrenmana mı çıkıyorlarmış giriyorlar mıymış neymiş?
Yanımda Rengin, açıklık yemyeşil alan, masalar var aralarda, bir su akıyor bir taraftan ufak çay misali...
Bir masanın yanından geçiyorum, can amcam torunuyla oturuyor...
Sonra babamı görüyorum ağır aksak ilerliyor, güya yemek yenilen yerden yemeğini yemiş, yürüyor tek başına...
Yeşillik ama güneşli açık etraf...
Uyanınca da içimde rüyanın o ferahlığı...
Her gecenin sabahı misali...
Sivilcelerimin, gerginliğimin, dualarımın ya da olmaması gereken, yakamı bırakmayan geçmişle hesaplarım...
Bu sabah serviste öğreniyorum, bir takımın eski başkanının vefatını, ha diyorum o futbolcuların kerameti oymuş...
Yeşillikler, güneşli durum da biyopsi sonucunun ferahlığı olsun, içim aydınlık ne olursa yine de hayır olacak ne olursa bugüne şükür...
Bir de eskilerin dediği "Şükür Allahım" deme Hamdolsun de...
Neden?
Şükür deyince Allahım bu duruma şükür ama sen yine ver demekmiş...
Hamdolsun deyince sıkıntıda olup da hamdolsun demek Allahım bu durum iyi fazlasını verme demekmiş...
Öyle derler...
Aman kafam karıştı, zaten karışık...
Her zaman derim, mühim olan yüreğin durumu, temiz olsun, pak olsun, yetti bitti gitti...

22 Mart 2010 Pazartesi

İçim Oldu Sarmaşık...

Sabah gelince depoyu açmak için asma kilitleri teker teker özgürlüklerine kavuştururken tam, tepede bir kablonun üzerinde bir küçücük serçecik aman ne ötme bülbül yanında halt etmiş...
Günaydınlaştık kendisiyle...
Evden çıkmadan yüzümün türlü yerlerinde çıkan hala ergenlik sivilcesi intibasını kaybettirmeyen sivilcelerimin üzerine sürdüğüm kremin etkisinden gerilen cildim miydi yoksa ben miydim bilemeden o serçenin ötüşü bir gevşetti beni...
Gevşememe sebep senelerdir baktırmadığım güya kendimce tövbe ettiğim falda çıkanları kafamdan atmak istemem mi, yarın çıkacak biyopsi sonucunun heyecanı mı, kızın okula gitmek istememesinden anneannesine bırakmam ve bunun devamının ne olacağı endişem mi, haber alınamayan yolcudan mı, iki üç ay sonra düzenin değişeceği ama nerede konuşlanacağı hakkında en ufak bir fikrimin olmamasından mı...
Bilemedim...