12 Aralık 2010 Pazar

Senede Bir Gün...




Başka bir yerde uyandım bu sabah sanki...
Sabah telaşesi olmadan...
Hiç yaşamadığım, insanı sersem eden bir sürprizle karşılaştığım...
Hatta bir ara gözlerimi buğulandıran şükür iyi ki varsınız dedirten...






10 Aralık 2010 Cuma

Şimdilik İçmiyorum...

Duruşun düzgünlüğü "iç" in perişanlığını örtmeyi becerse de, böyle an geliyor "tık" diye atıyor atan, çok sürmüyor da...
Delip geçiyor, yok demek daha azalsa da bir nebze, yine tahribat epey ağır...
Bir de geçtiğimiz cumadan beri gelen bugüne kadar nikotinle bağımı koparmam artık tadı kötü deyip...
Aklımın ne manidar çalıştığının bir göstergesi sanırım...
Henüz açılmamış altı slimli paketimin daha var olması yarım paketin çantamda taşınıyor olması...
Canım istiyor bir ara, unutuyorum sonra nasıl birşeyse... Bıraktım sihirli sözcüğünü kullanmıyorum, içmiyorum bu ara demekle yetinen ruha büründüm... Gerçi Bizim Bey bu benim istemsiz, plansız eylemimi çoktan kutlama boyutuna taşıyacak ama o da temkinli kutsal Şubat ayında ödülümü alacakmışım pavlov' un denek durumumu var ki heyhat kutla coş şimdiden kim tutar seni hatta ver ödülü sen...

8 Aralık 2010 Çarşamba

Aralar Dolu...

Sükuneti öğrenmek zaman alsa da, öğrenmenin yaşı yokun ardına saklanmak yine çıkar yolların en kolayı...
Küsmeyi unutmak mesela ya da o kadar çok küsüp içerdeki deponun dolu halinin dışarıya sükunetle vuku bulması bundan zahir...
Suların hakikaten bu sefer ciddi vallahi bak diye durgun olmasının ürkütmüyor oluşunun verdiği desteksiz güven...
Şaçların, içi boş olsa da, gür gibi görünmesi, tamamen gür ama ince telli ne yapalım, elimizdeki yemek bu, buna da şükür deyip kebap niyetine tüketimi...
Üzerine şu gidemiyesice Merkür' ün, geldi ha, gelecek ha, aman gidiyor derkenki dünya savurmalarını, hiç üzerime de almamaya karar verip el bile sallamıyorum ardından...
Satır aralarına gizlediğim ali cengizlerin haddizliği kelimelerle kıpraşmayı sevmemin neticesi yoksa bir numarası yok belki de..?

6 Aralık 2010 Pazartesi

Pahalı Olan Kaliteli...!!??

Kapanan dükkanları tabir-i caizze ekmek teknelerini gördükçe içim parçalanıyor daha da ileri gidip bunun ardından bir sürü de borcu olur deyip daha bir parçalanıyorum...
Böyle yine parçalandığım bir gün arkadaşım dalga geçmişti benimle sana bir yer açalım adı "Keder Ana" olsun, gelsin dertli anlatsın sana sen üzül direk onlara birşey kalmasın dediğinde aklıma da yatmadı değil hani...
Lüzumsuz düşünür üzülürüm...
Geçende Ankaramın tepelerinde konuşlanmış nicelerinden biri olan alış veriş çılgınlığı yaşanılan o büyük mekanda gezerken bir cafenin kapısına kilit vurulduğunu gördük...
Benim mekanizma çalıştı tabi tüh tüh vah vah...
Sonra bir hırslandım ben...
Kıyrıtık kahveyi kurabiyeyi bir dünya paraya sat, kirayı çıkaracağım, işçi parasını çıkaracağım, bir de müşterinin cüzdanına eziyet etmeliyimi ekle...
Sonra sürüm olmaz satış olmaz, sen de kapanırsın...
Ne olurdu ehven fiyatlardan satış yapsanız niçin ne kadar pahalı o kadar kaliteli imajı yaratırsınız ki?
Hoş bizim millet de garip...
Bu ucuz etin yahnisi ne iştir diye kimsecikler oturmaz da bakarsın...

2 Aralık 2010 Perşembe

Rehavet-i Diş...

Bir kocadır bir çocuktur insanı rezil eden diye keskin bir laf attım ortaya zamanında hala da arkasında dururum dimdik...
Fakat haklı mıyım haklıyım...
Okuyan şöyle bir düşünsün kocalarından çocuklarından olan durumları...
Benim kızım da bugün, anne kız gittiğimiz dişçiden, hesapta olmayan bir dolgu daha yaptırarak, bu gece dört, toplamda altı dolgu, üzerine bir de flor kaplatarak tarihe adımızı altın harflerle kazıdık...
Üzerine alışveriş mağazasının 22:00' de kapanmasını fırsat bilip, erkek barbie bebek niyetiyle girdiğimiz mağazadan normal barbie ve bilimum kıyafetlerini dizmek suretiyle hem diş ücreti hem bebeklerin ücreti derken mutlu mesut evimize döndük...
Kim kazançlı çıktı bu hususta derseniz de; kınalı kuzum renkli rengareğim benim çok dua edeceksin bize bir onu bilirim...
Derin bir ohhhh çekmeyi hakettim mi?
Çoktaaaan...

Matematik-i Duygu...

Sağanağın birden indirdiği, havanın puslu hatta karaya çalan durumunun akabinde gözleri kamaştıran alnı kırıştıran güneşin nereden nasıl peydah olduğunun farkedilmediği ama olsun be iyi ki de çıkmış işte sorgulamayı bırakalım dendiği ahval-ı hal içerisinde deveran ederken....
Bir de bakmışız ki "şekillerin yerine geldiği" ama "içinin boş olduğu bir durum" da yüzleri güldürmüş hatta güldürmekten öte tarafa ittiği öğlen arasının rehaveti şu saat olmuş hala uyku dolu gözlerimle mutlu ruhumun hissiyatlarının bileşkesidir...

1 Aralık 2010 Çarşamba

Diş Kabus II...

Dün gidildi nasıl bir gazla hem de, biraz erken gidilip Tunalı' da ufak bir yürüyüş için uygun park yeri de bulunduğundan ki en büyük sıkıntıdır ben hariç öyle bir torpilim var tık diye bulurum...
Anne, anneanne ve Rengin kızımız şeklinde yürüyüşümüzü yaptıktan sonra pür neşe girdik içeri hatta diğer doktor amca "nerede kaldın Rengin" deyince dönüp bana "bak ben sana demiştim geç kalıyoruz diye getirmedin beni erkenden" deyip saçının savurdu girdi içeri...
Ben de gerginlikten mütevellid tutan migrenim için ilacımı almış, saç savurmaya şaşırmış, anneme şöyle bir zafer bakışı fırlattıktan sonra üzeri tam bir dergi yığını olan sehpadan gözüme kestirdiğim bir tanesini alıp, kaykılarak oturduğum koltuktan gözüm derginin sayfalarında kulağımsa içerde derken............
Bir ağlama sesi, bir yeminler valla yarın geleceğimler, anneme sarılayım geleyim demeler, çişim geldi bak altıma kaçıracağım tehditleri...
Hemen telefona sarılıp çabuk gel şeklindeki babasını çağırmamın ardından, baba gelene kadar ellettirilmeyen diş baba gelince tamamlandı sonunda ama iki diş diye oturmuştuk, bir saat kırkbeş dakika sürünce on dakikalık dolgu, bir sonraki randevu perşembeye kaldı...
Şimdi yandım baba seyahatte, annem içim şişti gelmem ben dedi, kaldım mı ortada ama kutsal doktor ağabey-baba ve ben şartımızı koyduk, eğer yaptırmazsan anne kapıyı çekip gidecek kalacak o tek başına...
Tamam dedi ama nedense çok inandırıcı gelmedi...
Ha en güzeli de baba geldi yanında oturuyor bunun ağzında uğraşırken doktor, bizimki hala çenede:
"Bana dua oku baba acı çekmeyeyim"

29 Kasım 2010 Pazartesi

Başı Gergin Sonu Barcelonanın 5-0 lık Sevinci Gibi...

Bokunda boncuk bulduğumuz bebemizin, en korktuğum ve başıma geleceğini annenizin evlenmeden önceki soyadının bir ve ikinci harfini bildiğim gibi emin olduğum hadisenin başıma gelmesi durumunda ne olur diye düşünüyorken.................
Apartmanda bir genç delikanlı, sabahları sıkça karşılaşıp asansörle zemine inerken günaydınlaşmanın ertesi günlerde diş doktoru olduğunu öğrenmemizin akabindeki aylarda kendisine gitmekbugüne kısmet oldu...
Ben biliyordum abicim o kadar dedi bizim bey sen gelme diye yine kör talih beni götürdü...
Biliyorum bu zıpır hayatında oturmadı ki dişçi koltuğuna...
Bir tanesine oturdu ben de klavuzu kargadan olanın burnu boktan çıkmazmış misali nasıl bir doktor bulduysam seans başı para alan darphane sahibi bir kadın çıktı orada soyulup bir keresinde odadan ellerini alkış yapıp "dişin % 10 unu temizledim yaşasın" şeklindeki ifadesine bizim bey ile "eeee tamam devam edin" tepkimize "olmaz şimdilik çok iyi gidiyoruz" cevabına her seans ödenilen 75 adet Türk Lirası ödememize yeterin gari diyerek son verdikten sonra tövbeler tövbesi oturmadı bizim kız kimselerin koltuğuna...
Sedasyon dedik o da bir diş dolgusuna 500 gayme isteyince patır patır dökülsün, ben elimden geleni yaptım ama ya gece aniden ağrısı tutar da yersek kafayı şeklindeki takıntımdan kurtulamadan lafı da uzata uzata neyse efendim biz komşu doktorumuzun çalıştığı muayenehaneye uzandık hafiften...
Baktı doktorumuz hatta sabrı yüksek kutsal doktorumuz, bize beş adet dolguluk bir tablo gösterince ve hatta sol üstte iki azının ortasındaki nohut büyüklüğündeki oyuk için de içimizi açmadığı için kaskatı kesildim ben bir en baştan bebemin huyunu bildiğimden...
Hiç aman da benim çocuğum prenses deyip en güzel fotoğraflarıyla döşeyemeyeceğim etrafı çünkü derin duygularla dopdolu oldum Rengin' e karşı orada bulunduğumuz süre zarfında...
Efendim bizim yavru önce bir ağlama krizine tutuldu, heyecandan kaç kere çişe gittiğimizi hatırlamıyorum bile, sonra içi çıktı ağlamaktan sonra içi hakikaten çıktı istifra etti gözler belerdi anneeeeeeeeeeeeem diye artık ağlama ötesi sese geçti...
Sonra koltuktan " Anneme bir sarılıp gelebilir miyim?" şeklindeki defalarca denemelerinden ben hepten gerildim tabi...
Bir ara bizim kutsal doktora "sana milyonlarca kez yemin ederim yarın geleceğim lütfen anne gidelim"...
Kızım sen şaşırdın mı beş dolgu diyor bunlardan biri ana diş diyor çıldırtma...
Sen ne sabırlıymışsın ey doktor!
Allem etti kallem etti, bir ara ben lavabodan çıktım baktım dişi temizleyen aletin zzzzzzzzzzzzzzzt sesi sonra bizim çenesi düşüğün aaaa bak baba hiç acımıyor bu muymuş diyen sesi...
Sen benim içi bir boşal neyse koyvermedim kendimi sadece gözlerim doldu benim de içim çekildi onun gerginliğinden...
Öyle böyle bir dişi hallettik ama sanırsınız gökdelen diktik başta da dedim ya bokunda boncuğu bulmuşum kaybettirmesin Allah...
Yarın iki dişte anlaştık bakalım bitsin bir an önce yoksa ben biteceğim zaten ben daha çok korkarım dişçiden.....!!!!

23 Kasım 2010 Salı

Ne kasvetli, ne ferah ama ağır mı ağır...
Üst taraf sis bulutu yığılmış...
Kah sıkıyor aşağı inip...
Kah dağılıp yukarı çıkıyor, anlık ferahlatıyor...
Sis bulutu da sis değil sanki...
Bakınca jelatini açılmamış balonlar...
Konuşma balonları bunlar...
Bir balonda küfür günah...
Bir diğerinde başkası...
Fakat en iyileri patlamış, kenarda paçavra olmuş...
Geriye kırıntılar, yüzüne bakılmazlar kalmış...
Hani hepsi birden patlasa dağılsalar etrafa...
Seyreylesek cümbüşü, çeksek halayı...
Ya da buyrun son namaza deyip, merhumu nasıl bilirdiniz' e hiç sesimizi çıkarmasak..?

21 Kasım 2010 Pazar

Uğurlar Olsa...

Yağa da yatırsan
Bala da batırsan
Masal Dağının tepesinden Anka kuşunun geç ağzını, midesinden getirsen tılsımlı taşı...
Düzelesi durumun şartları zonkluyorsa daima müzmin migrenin şiddet tınılarıyla...
Yazık ki koşullar bağlıyorsa eklemlerin her bir yerini...
Yaş / saat kaçı vurursa vursun bekleniyorsa vurulması gereken o üç tıklı kapı sesini...
O zaman üç "hayır" la uğurlamak lazım gelir seni...

17 Kasım 2010 Çarşamba

Aşağıdaki Müstesna Tatlının Tarifi...

Her seferinde o kalburabastı değil dediğim ısrarla Hurma tatlısı o çığırtkanlığı yaptığım tatlımızın tarifi şu şekildedir...
1 yumurta sarısı
2 çorba kaşığı yoğurt
1 tatlı kaşığı elma sirkesi
1 paket kabartma tozu
250 gr eritilmiş ılımış tereyağı
1 çay bardağı sıvı yağ
Alabildiğince (kulak memesi kıvamında hamur için) un
1 su bardağından daha fazla rondoda ince çekilmiş ceviz
Şurubu için...
3,5 su bardağı toz şeker
3,5 su bardağı su
1 yemek kaşığı limon suyu
Malzemeyi bir araya getirip elinde olanlar kasnakta olmayanlar da rendenin yardımıyla şekil verip 180 derece fırında hafif pembeden biraz hallice pişirip, soğuk şurubu harı gitmiş tatlının üzerine gezdirmek suretiyle tatlınızı ağzınıza attığınızda darmadağın olduğunda hımmm sesinizi yavaştan çıkartıp yutunuz...
Unutmayalım bu kalburabastı değiiiiil Sivas Hurma tatlısı...

16 Kasım 2010 Salı

Yirmi saat bedava görüşmem var nasıl bir çenem varsa onun bile üzerine çıkıyorum çoğu zaman...

Misyonum var tanıdık tanımadık bende bedava saat var deyip yüzlerine kapatıp tekrar açıyorum...

Fakat mesaj çekmekten nefret eder halde, gelen bayram tebriği mesajlarına dönmüyorum sevmediğimden, iki laf etmek daha sevimli geldiğinden...
Hoş artık bayram seyran çok anlamlı da değil elbet hala içinden çıkılamadık ahvalden bir 42 numara daha da tepmese içeri içeri o ahval de kalmayacak da...
İnadına at gözlüğü, inadına ruhsuz, inadına umutsuz, inadına hayatı dar etme, inadına lan benim ruhum mutsuz seninkini de hallederiz abla....... ama savunma kuvvetli oyun kaç sistem olursa olsun...
Bayram konuklarının gelmesine saatler kala bayram kutlaması yapanlara, ruhunu hakkıyla teslim edip fiiliyete dökenlere eyvallah daha da mutluluklar artsın nice bayramlar görülsün aynı kadroyla temennilerimi bir borç bilir dilimde pelesenk şarkıyla giderim uzuuuuun ince yolumda...
Fotoğraftaki tatlı her bayram babamın ellerinden yediğimiz Sivas' ın meşhur Hurma tatlısı...
Bana miras kaldı şekil verilen kasnağıyla tarifi...
Arzu edene itinayla yazarım tadından yenmeyen ağızda dağılan lezzetin tarifini...

15 Kasım 2010 Pazartesi

Kabul etmek affetmenin en büyük erdem olması gibi bir durum sendeki...

Kabul etmeli mutsuzluğunun kendinden kaynaklandığını ve yaydığının da yansıman olduğunu...

Burnun yere düşünce korkma eğil almak için; korkma kimse tekme atmayacak kıçına ya da korktuğun her neyse başına gelmeyecek...

Büyüdükçe küçülmeli...

Hani başak da boy verdiğinde ağırlığından başını yere eğiyor ya onun gibi...

Tevazu sahibi olmak da kendi içinde barışık olmanın neticesi ya da vicdanlı olmak ya da merhamet sahibi olmak ya da anlayış ya da olgunluk ya da sorumluluk ya da ....

İş kendinde bitiyor, kendini dinlemekte, hep benim dememekte, kendi içinde mutlu olmayla bitiyor iş, şükretmekle, elindekiyle yetinmekte, olandan fazlasının istememekle, kimseyi eğip bükmeye çalışmamakla...

İş sende bitiyor evlat sende...






Küçük Adam Sana Diyorum' dan alıntı...

10 Kasım 2010 Çarşamba

2009' un Eylül başı sabahı...
- Canım kızım ben hastaneye gidiyorum...
- Hayırdır babacığım?
- Hani benim bir müşretim vardı ya internet bağladığım, o doktormuş KBB' de, gel bir de ben bakayım dedi...
- Gel bana uğra beni de al veya orada buluşalım yalnız gitme...
- Yok hemen halledip dükkana dönmem lazım...
- Peki babacığım ben seni ararım...




Ne kadar geçti aradan bilmiyorum...






- Ne çıktı babacığım haydi hayırlı haber ver...
- Kanser dediler kızım...
- ................................... nasıl dur nasıl karar verdiler hemen baştan anlat babam ya...
- Kübra baktı boğazıma, apar topar bölüm başkanına çıkarttı beni, o da baktı boğazıma bir sürü üşüştüler başıma hemen biyopsi aldılar ama iyi demediler...
- Dur babacığım ya yüreğime indireceksin daha sonuç belli değil ki bakma sen onların öyle dediğine...
- Dediler işte kızım neyse ben dükkana gidiyorum, annene söyleme sen biliyorsun sadece...
- Canım babam kalbini karartma dur bakalım ayın 18' ine var daha ferah düşünelim dua edelim olur mu babacığım...
- Olur kızım...






Hep Yaprak Dökümü' ndeki Leyla' nın babasının boynuna atılıp "Babacığıııım" demesinden işte...

Şimdi kalksan gelsen...
Hangi birimizin yüzü tutacak yüzüne bakmaya..!
Bir de çok güzel bir yazı var burada...

9 Kasım 2010 Salı

Lunaparkın edevatları korkutucu gelir bana, zevk alamam...
Bir keresinde gondola binmiştim hangi akla hizmet bilinmez en ortasında otururken bile tarifsiz duygularla inmiştim...
Yine bir keresinde balerine -yine aklıma ziyan- binip nasıl bir bağırmaysa bağırışlarımla çalıştırana ulaşıp durdurtmuştum..
Bir sevimli dönmedolap, bir parça içim ısınmış dururum kendisine karşı, sanki en üste çıkıp indiğimde herşey geçip gidecek gibi...

8 Kasım 2010 Pazartesi


Bir ANA var(dı), altı evladının altısının da ellerini bırakıp, ayaklarını öptüğü...
Bir ANA var, altı evladının da birbirlerine postalama derdinde olduğu...

6 Kasım 2010 Cumartesi

Haydi Rengiiiin.......


Sabahın hangi saati kalkılırsa kalkılsın "Günaydın Renginim" in ardından söylenen bu iki kelimeyi ben söylemekten, o işitmekten bıkmadı...
Bu da hanımefendinin işkencesi bana, kesin bilerek yapıyor...
Belki o da haklı, hafta sonu da dahil sürekli bir yerlere yetişme çabası ve onun olabildiğince oyalanması...
Haydi Rengin çabuk ol kızım bak kahvaltı edeceksin daha...
Haydi Rengin yüzünü yıkadın mı dişler haydiiiii...
Bir daha haydi Rengin dedirtme annem haydiiii...
Dişleri kontrol edeceğim hoh yap hani diş macunu kokusu yok...
Olmaz tabi diş macununu fırça görmüş mü ki ben kokusunu alayım...
Şimdi bir yirmi belledim gidiyoruz...
Haydi Rengin alıyoruz fırçaları nohut büyüklüğünde macunumuzu sürdük mü...
Yirmi sağ alt, yirmi sol alt, yirmi sağ üst, yirmi sol üst, yirmi ağzınızda iiiii dediğimiz önler ve on kere de dil...
Oh mis gibi macun koktuk...
En ürkütücüsü de benim hem fırçalayıp hem de rakamları saymam biğğ ıkıııı üggg ....
Daha ne kadar tiksinç olabilirim ki..?
Hafta sonu mu haydi Rengiiiin geç kalıyoruz annem bak yetişemeyeceğiiiiizzzzz...
Cidden yazık hepimize vaaaah...


Hafta sonu "haydi" hengamemiz...

4 Kasım 2010 Perşembe

Bir Kaç Kuple...

İçinde do ların re lerin fa ların la ların cirit attığı, bemollerle diyezlerle bezeli, bir şenlikli, bir somurtmalı öyle birbirinin değişiği ama birbirinin benzeri, kah iyisi, kah dramı hep beraber koca kazan kaynayadura...
Beri tarafta, kazanın içinde Rengin Hanım' ın, bir şaşırtan bir sevindiren okul durumları da eklenince haydin düğün alayına diyor içteki seslerden bir kuple...
Diğer beri tarafta bilimum sınavlardan geçme hadiselerinden birisi bitmeden haydi bir diğeri daha deyip sınav sezonu muydu ki neler oluyora fırsat kalmadan ortalamayı yükseltme derdine düşüp günleri savuşturmanın gayesiyle...
O günlerin nasıl geçtiğini anlamadan dinlemeden...
Bakınınca etraftaki sessizliğe kuzularınki gibi...
Aslında nasıl da sakin ortalık dendiği dakika, bir de duyula ki; çığlıklar, can çekişmeleri, koşuşturmaların yaşanmasına şaşmadan geçecek geçecek geçtiiii gittiiii bitttiiiii denecek denmeye az kaldı...
Yalnız bir diğer beri taraf "Ala şükür" diyor hala boynunu uzatarak...

2 Kasım 2010 Salı

Yaş ilerleyince "eskiden" kelimesini daha bir sever oldum hele de benim gibi psikopatlık derecesinde eskisinden kopamayan biri için...
Otobüslerdeki eskii durum aklıma geldi bugünkü bindiğim halk otobüsünden sonra...
Cins durumlarım vardır benim her duruma uygun...
Okumaya Bolu' ya gidip kendisine komşu Ankara' ya gelme durumlarımda hep aynı koltuk numarasında oturmak ister, sonrasında elime bir Leman dergisi alır, onu da şehri terketmeden okumazdım...
İlla çıkışa kadar etrafı seyreyler sonra dergi virgülüne kadar 1 saat 15 dakika kadar sürer sonra sağda Yeniçağa su birikintisini görmenin akabinde yirmi dakikada terminalinde olurdum...
Ha bir de sigara durumu vardı herkes fosur fosur ben de ama ne facia içmeyene düşününce şimdi kahroluyorum lan ne alçakmışım diyorum kendi kendime ya yanımdaki arkamdaki astımsa...
Düşünmesi bile korkunç...
Sonra tek tük otobüslerde televizyon hadisesi yaygınlaştı bir filmle Bolu' ya gelinir oldu...
Hele de izlenilmeyen bir filmse ala, yoksa yolu taslamaya devam...
Sonrasında ucu bucağı kaçtı, televizyon ekranlarına bakacağız diye çeneyi tavan mesafesinde tutalım derken şimdilerde koltuk başlarındaki ekranlardan oyun bile oynanır oldu bırakılsın çeşit çeşit tv kanalları...
İnternet işine hiç girmiyorum bile...
Şehir içinde de önce Ankaray' da ardından da Metro' da reklam içerikli gösterimleri görür olduk çok nadir kullansam da...
Fakat bugün halk otobüsündeki tv hem de ekranda BBC belgeseli yazınca amanın dedim baktım baktım anlamadım nasıl geldiğimi...
Ulaşım teknolojisinde ulaşılan son nokta ne olur acep diye kendime sordum..?
Bu arada ben eksik akıllısı, fotoğraf makinasında babamın son durumlarını çekmek gibi bir akıl dışılıkla meşgul olduğumdan elime makinayı almaktan imtina eder oldum şipşakçılığımı da söndürdüm iyi mi?