7 Mart 2009 Cumartesi

İstasyon... (Öykü Atölyesi)

Hayatını öbürünkine kattığında ne umutları vardı, sevinçleri, hevesleri, geleceğe güvenli bakışları...
Bekledi istasyonda zaten başka da birşey yapmıyordu ki, işte kendine en uygunuydu bu, kimileri geldi geçti gitti, bu geçmedi bunda takıldı, iyi de ettim dedi kendi kendine, güldü mü kader bana da bu sefer belki gülmüştü ya da güler gibi yapmıştı kimbilir...
Ama o yaşamayı umduklarıyla mutluydu, taaa ki umut ışıklarını içinde söndürene kadar... Söndüren de kendi miydi acaba? Yooo öyle hissetmiyordu, söndüreneydi onun acısı, yine de kötüsünü düşünmüyordu, istasyona geri dönesi var mıydı evet bazen ama hayat çoktan o istasyonda beklediğinden uzaklaşmıştı artık dönse de ne çare...
Diğerine katılmışlığı devam etmeliydi ne pahasına olursa olsun...
Devam etsindi, sonrası Allah kerim nasılsa dedi...

6 Mart 2009 Cuma

Kısın Işıkları...

Barbra Streisand
Christmas Memories

1. I'll Be Home For Christmas
2. A Christmas Love Song
3. What Are You Doing New Year's Eve?
4. I Remember
5. Snowbound
6. It Must Have Been The Mistletoe
7. Christmas Lullaby
8. Christmas Memories
9. Grown Up Christmas List
10. Ave Maria
11. Closer
12. One God
şifre ister: NeedZ

Yazasım Yok...

Keyifsizliğimden değil, belki de ondan, bilmem...

İçi dolu balonmuşum da biri ateş etmiş, bütün havam gitmiş gibi büzülmüş oturuyorum öyle...

Ama içimde de bir umut, deli mi ne havan gitmiş, ne umudu, neye hem de?

Haftaya izinliyim, evden takılacağım Rengin' in son haftası bekler bekler dururum ilaç sonucunu...

Tatsız gibi, bir miktar tatlı ama sahte, tatlandırıcılı tatlılık bendeki...

Dışarı çıktım öğlen vakti / arası neyse işte...

Herkes dışarda, ne melun kalabalık! Kendimi dev alışveriş merkezinde hissettim...

Alışveriş merkezlerinde salak oluyorum ben...

Bir müddet sonra zembereği şaşmış hatta atmış saat gibi, bakışlarım semeleşiyor, sesler uğultu oluyor, görüntüler flu, yürüyüşüm bile yampiri...

Kendime gelemiyorum işte aynından oldum şimdi de Kızılay'ın orta yerinde...

Cuma günü neşe dolarken normal insan, benim havam kaçtı zaten kaçıktı ya püf...

(Fotoğraf, fotokritik, Erkmen Altunkaynak'tan...)

5 Mart 2009 Perşembe

Evrenden Torpilim Var...

Ankaralı arkadaşlar ya da 91-92 seneleri civarı Ankara' da yaşamışlar, bilir misiniz bir GÜN fm vardı...
Fm 97 frekansından yayın yapan, Ankara'nın ilk özel radyosuydu...
Zamanın en güzel müziklerinin yanında, radyocularının da acayip eğlenceli, programlarının da çok yaratıcı olduğu müthiş bir formatı vardı. Şimdinin amerikan özentisi, iğrenç mtv şarkıları çalıp duran, habire aksanını yamultup "nanytinaynpoyntfavf" diyen özenti, sözümona profesyonel radyocu tipler yerine, gayet samimi ve içten konuşan, bizden biri gibi davranan, yayınlarına halkı da davet eden radyocuları dolayısıyla son derece samimi ve gerçek bir yerel radyo gibi olan radyo istasyonuydu...
Orada da bir radyocu vardı, sabahlara kadar radyo dinlememize neden olan hatta gecenin o saati -kahkahalarımla ev ahalisini uyandırdığım zamanlar olmadı değil hani- ne programlar yapılırdı...
Adı Aykut Özbaltacı, soyadını değiştirdi şimdi Oğut oldu, adının başına da bir Ike geldi...
Ike Aykut Oğut...
Bu adam, Gün fm kapandıktan -ki ben de üniversiteye gittiğim dönem Bolu'ya- sonra kafaya takmış, Amerika'ya gideceğim oyunculuk kariyerimi orada devam ettireceğim...
Sonrasını
Beşer dakikalık bu beş bölümden izleyebilirsiniz konuk olduğu tv programından...
Sonrasında bir kitap yazdı kitabın arka kapağında söyle diyor:
"Siz hiç 150 kilo oldunuz mu?
Sizin hiç yabancı bir ülkede bavulunuzu kaybettiğiniz, sabahları mısır gevreğine bira döküp hayatta kalırken günlerce tek kelime bile konuşmadığınız, dayak yedikten sonra girdiğiniz komadan bir gözünüzü kaybetmiş olarak çıkıp tekrar parklara döndüğünüz, annenizi kaybettikten sonra hapiste yatarken babanızı kaybettiğiniz oldu mu?
Benim oldu.
Peki ya sonra o yabancı ülkenin dilinde şakır şakır konuşup hatta seslendirme yönetmenliği bile yaptığınız, o ülkedeki filmlerde başrol oynadığınız, 70 kilo verip filinta gibi olduğunuz, yeni ve mutlu bir hayat kurduğunuz, elinizi attığınız her işi altın yumurtlayan tavuğa çevirdiğiniz, her saniyenizi gülümseyerek geçirdiğiniz, hayatta istediğiniz her şeyi elde etmeye başladığınız oldu mu? Benim oldu.
Nasıl mı?
Gelin anlatayım…"
Dün aldım kitabı akşamına da bitirdim...
Bence okuyanı titreten bir kitap, en azından yazılanlar havada uçmuyor ki ben genelde başka şekillerde uyguluyormuşum zaten kitabı...
Kitap sadece şunu yap iyi olur, bunu yap süper olur, demiyor ben böyle yaptım da böyle oldu diyor Aykut...
Çok da iyi demiş, alın okuyun siz de eminim beğeneceksiniz...
Bakış açınızda mutlak bir değişim olacak eminim...

...........


"Kör cehalet çirkefleştirir insanları
Suskunluğum asaletimdendir…
Her lafa verecek cevabım var,
LAKİN BİR LAFA BAKARIM LAF MI DİYE,
BİR DE SÖYLEYENE BAKARIM,
ADAM MI DİYE…"
Mevlana...

4 Mart 2009 Çarşamba

Kutlama... Kutlama...

Pazartesi İdil kankamızın doğum günüydü...
Dün gece yaptık kutlamamızı...
5. yaşın kutlu mutlu olsun İdişim :)
Altı ay sonra da bizim kızın bitirişini kutlarız inşallah beş yaşını...
Püfff...

Hediye heyecanı...
Ne güzel :)



Ahretlikler :)

Bu da efendim bebek beklerken kızlar :)
Bizim kız tam cadı, illa benim doğum günüm de olsun diyor, ben İdil' in hediyesini vermem çünkü onun doğum günü diye bir sürü mızıkçılık yaptı...
Neyse aynı hediyeden kendisine de verdik de birbirlerine hediyeleri takdim ettiler, pastalarını beraber üflediler, sonra oynadılar terlediler :)

3 Mart 2009 Salı

Kuzu Kulağı...

Anne yemek kitabından yemek ismi gibi oldu :)
Neyse efendim gittik doktora, baktı dedi ki:
"Bu kulaklardaki sıvıları görmek için teste gerek yok zaten belli, evet sonu ameliyat ama ameliyat en son yol benim için, o yüzden izleyeceğiz iki ay üç ay sonuna kadar ve yine bir on günlük antibiyotik bu süre zarfında kreşe gitmeyecek"
Bu hafta annem bizde evlerimiz yakın zaten bin teşekkür anneciğime tabi, Allah ondan razı olsun, haftaya da ben alacağım izin bakacağız...
Tabi ilaçtan mucize beklemememiz gerektiğini unutmamamızı söyledi doktorumuz, bekleyeceğiz...
Destek olan, dualarını esirgemeyen bütün blog arkadaşlarıma da çok çok teşekkürler :)

2 Mart 2009 Pazartesi

Kuzumun Kulağı...

İki hafta önce Rengin' in bitmek tükenmez bilmez üst solunum yolu problemi ve sürekli içtiği antibiyotiklerden gına geldiği için bir KBB uzmanına gittik...
Doktor da demez mi ki "bir kulağında sıvı birikmesi var işitme testi yaptıralım" diye...
Yaptırdık testi, iki kulakta da sıvı birikmiş ve 30 desibel altı işitme kaybı...
Sonrasında bir kutu antibiyotik bitirdik, kurutur mu acaba diye...
Fakat tekrar kontrol, bir işitme testi daha, sıvılar olduğu gibi duruyor...
Tedavi malesef operasyonla kulaklara 2 mm lik tüp takılması...
Bu tüpler de, 6-12 ay sonrasında vücuttan kendi kendine atılıyor ve bu hastalık her çocukta olabilirmiş, sebebi öztaki borusuna giden kanalın hava geçirmiyor olması kanalların dar olmasından dolayı, tüpün de amacı o kanalı açarak hava geçirmesini sağlamak...
Çok şükür ki kalıcı bir araz bırakmıyor...
Fakat ben bunu duydum bir uzman görüşü daha almak istedim...
Bugün 19:30 da randevumuz var bakalım o doktor ne diyecek?
Merakla beklemekteyim, azami gerginlikle...

28 Şubat 2009 Cumartesi

A Star Is Born...


Kör sabahın 05:30 unda hortladım...


Genelde olmaz, hafta içi 06:50 saat çalar, bir iki ertelemeden sonra kalkarım...

Hafta sonu da artık Rengin ne kadar müsade ederse 07:30 en geç 08:00...


Bu sabahki erken hale çok memnunum, geçende bir kalkmıştım Adile Naşit' in konuk olduğu Uğur Dündar' a, o vardı Yasemin' in Penrecesi formatında bir programdı, nasıl keyifliydi durun şurdan okuyabilirsiniz onu...
Bu sabah da ne filmine denk geldim dersiniz "Bir Yıldız Doğuyor"

Barbra Streisand - Kris Kristofferson oynuyorlar...

John Norman Howard, Esther Hoffman' ı yıldız yapıyor, sonrasında ölümle sonuçlanan son...
Ben bu filmi ilk izlediğimde yoktu gözyaşı filan, bunda sonunda aktör Esther' i son kez seyrediyor da, alıyor eline bir kutu bira, bir hız hız arabada sonunda aşırı hız, e ölüm tabi...
Sonra Esther konserinde kocasına bir şarkı söylüyor ki alt yazı da geçiyor ne diyor şarkıda diye, hüzünlendim ben yine ...
Çok özlemişim meğerse, demek ki arada böyle eski klasikleri seyretmek lazım...

Hamiş: Sahi Barbra Streisand nerelerde en az 60 yaşına gelmiştir değil mi?

26 Şubat 2009 Perşembe

Ah Be Hayat! (Fotoğrafın Dili)

Ah be Hayat!
Hep mi ileri gidilir...
Azıcık da geri gitsen...
Bugün olmayanlarla daha çok sarılsaydım ya,
İki çift laf daha etseydim ya...
Hem baksana şu yüzüme, böyle miydim ben?
Hele hele bak saçlarıma?
Aynalarla küstürdün beni Hayat!
Baksana saatin tık tıklarını bile işitemez oldum doğru dürüst...
Zembereği atmış misali, çalışan doğru dürüst bir yerim de kalmadı...
Daha belki yaşayamadığım,
Dönüp de tekrar yaşamak istediğim aşklarım vardı benim...
Ama unutma hayat, anılarım hala öyle canlı ki...
İşte ben artık hep onları anarken...
Git bakalım git, ilerle...
Ama...
Ne vardı biraz da geri gitsen...
Gözünü sevdiğim HAYAT...

Van, Tu, Tri, Foro...

Oh etmiş...
Benim üzerimden de yükü kalktı...
Hani severiz şarkıcıları, önce sesini, sonra duruşunu. Baktık duruşunda hata var, değerlerimize uymuyor, sesi dünyalar güzeli olsa, bülbül yanında karga kalsa, yine de önemi olmaz bizim için. Kendi adıma konuşayım aslında... Sesini seviyordum, zamanında çok efkarlandığımız, o aşk acılarının merhemi olan şarkılarında ah vah ediyorduk... Fakat insanın bir duruşu olur, kalitesi olur,ağırlığı olur, ne bileyim bakınca bir daha bakılmalı, ağzını açınca hep konuşsun istenilmeli... Hani klişe söyleriz ya hep topluma örnek olsun, eskiden "banane" derdim herkes kendi hayatını yaşasın, fakat kazın ayağı öyle değilmiş. Baktım ki -ben hiç yapmadım da- gençler/çocuklar sevdikleri şarkıcıların peşinden sürükleniyorlar, konuşmalarıyla, fiziki görünümleriyle, ağızlarıyla...
Şimdi ne olacak? Bütün kendini bilmezler, bayanlara aleni küfürle hakaret edebilirler, Türkçeyi katledip istedikleri yerinden çekiştirebilirler, insani özelliklerin tam tersi davranabilirler, abuk subuk giyinebilirler özet olarak...
Oldu o zaman, almayayım ben...
Yalnız, bir insan da kendi başını bu kadar yer diyorum da başka da birşey demiyorum...

Ve sen Deniz Seki malesef ki şarkılarını/sesini hala çok seviyorum...

Fakat sen ki zamanın birindeki pop-star programında, Bayran' a hakaretler ediyordun "senin geçmişin pis topluma nasıl örnek olacaksın" deyip Bayran' ı aşağılıyordun!

Peki sen şimdi ne oldun? Kime nasıl örnek oldun?

Tamam kendi hayatı insanların, yine kabul ediyorum, yalnız şunu kabul edemiyorum, bu ne perhiz bu ne lahana turşusudur ki dedikleri anyada, yaptıkları Konya' da...

Neyse Allahtan ki yurdum insanının hafızası balık misali... Üzerine vicdan denizimiz de fersah fersah... Ne demiş Sayın Tatlıses "Bu da geçer bu da geçeerrr..."

Gavur Yapmış Yine Yapacağını...


Sever mi Yavrular?

O zaman buradan buyrun...
Şifre gerekmiyor...
Bir de hani şu free bölümden indirecek ve epey bir dakika beklemeniz yazıyorsa ki yazar, o zaman modeminizi bir takıp çıkarın hemen sıfırlanıyor...
İyi seyirler :)

25 Şubat 2009 Çarşamba

Estağfurullah...

Dilimi korurum, korumanın ötesinde çok severim, özellikle dilbilgisi kurallarını, cep telefonu mesajlarında bile itinayla kullanırım...
Kullanmayanı uyarırım, güzel konuşmayanı da...
Bizim Bey bana boşuna "Toplum Polisi" demiyor, benim de hakkını vermem lazım...
Türk Dil Kurumu sözlüğüm ve yazım klavuzum sık kullanılanlarımda, sürekli açar bakarım...
"Türkçe Dil Bayrağımız" değil mi? O halde onu layıkıyle taşımak icap eder diyorum naçizane...
Ben de bir aldım mı elime sazı bırakamıyorum uzat Allah uzat...
Asıl anlatmak istediğim şu aslında, "Estağfurullah" kelimesinin kullanılması beni rahatsız ediyor, ben de doğru kaynaklara ulaşayım dedim, hoş çok da yok...
Türk Dil Kurumu sözlüğü diyor ki kelime için:
"Teşekkür edilen veya övülen bir kimsenin söylediği bir incelik ve alçak gönüllülük sözü."
Bir de "Estağfurullah" Arapça bir ünlem.
Sözlük anlamıyla "Tanrı'dan mağfiret, bağışlama dilerim" demek.
Osmanlıca-Türkçe sözlük yazarı Ferit Devellioğlu'na göre ki kendisinin sözlüğü bende de var. "Estağfurullah" kelimesi :
"Rica ederim/hiçbir zaman/mahcup ediyorsunuz/hâşâ ("kesinlikle kabul etmem")/bir şey değil."
Meydan Larousse "değişik kullanımları olan söz" demiş mesela:
"Teşekkür" karşılığı rica ederim, bir şey değil anlamında/"değil, hayır" anlamında reddetme sözü olarak/alçakgönüllülük ifadesi...
Büyük Larousse da "Estağfurullah" kelimesi üç durumda kullanılır, diyor:
1. Övülen veya teşekkür edilen bir kimsenin söylediği incelik ve alçakgönüllülük sözü.
2. Kendine olumsuz bir nitelik yakıştıran bir kimseye "Hiç de değil!" anlamında söylenen nezaket veya alay sözü.
3. Karşısındakinin, kendisinden beklediği işi, kendisi için yük saymayan kimsece söylenen nezaket sözü.
Bir de böyle hani konuşursunuz da kibarlığınız gereği "estağfurullah" dersiniz ya, biri de pis pis güler sonra, o gülene açıklama yaparsınız "aynen demek değil bu"deme gereği hissedersiniz, işte o kısmına deli oluyorum. Aç bak kardeşim güldüğün kelimenin bir anlamına!
Bence tevazu sahibi insanların anahtar kelimesi bu...
Kıymetli bir kelime...

Fotoğraf, yine arkadaşım Onur' dan hatta demiş ki altına da (bu kelimenin de ayrı bir yazısı olabilir, o büyüklükte çünkü...) :

"Tevazu sahibi olabilmek için dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini bilmek gerekir. İnsan, hiç yok idi. Önce bir şey yapamayan, hareket edemeyen bebek oldu. Şimdi de, her an hasta olmak, ölmek korkusundadır. Nihayet ölecek, çürüyecek ve toprak olacaktır. Dünya zindanında, her an, ne zaman azaba götürüleceğini beklemektedir. Ölecek, leş olacak, böceklere yem olacak, kabir azabı çekecek, sonra diriltilip kıyamet sıkıntılarını çekecektir. Cehennemde sonsuz yanmak korkusu içinde yaşayan kimseye tekebbür mü yakışır, tevazu mu?

24 Şubat 2009 Salı

Yok Daha Ötesi...

Etrafa değil sözüm,

Ya da ona buna,

Atıyorum ortaya,

Yazıyorum meydana...

Bu muyum? Buyum...

Değişir miyim?

Olumsuz olanlar?

Belllkiiii...

Yok ona da bir garantim...

Ne olur peki nedir bunun oluru?

Yoksa yok eyvallahım,

demeye de yok öyle boş meydan...

Çare yok, ya kabul ya kapı mı?

yoook o kadar uzun boylu da değil...

Beş bilinmeyenli denklem bu çöz de çık işin içinden...

O zaman...

Müzmin farzet, sürekli akan burun misali...

Ne diyeyim ki buyum işte yok ötesi, berisi...

23 Şubat 2009 Pazartesi

Gülümsemeyle Yorulma Arası Hafta Sonu...

Başlığımın "Gülümseten Hafta" kısmını Dijle den arakladım pardon ilintiledim (kibarca) :) Seviyorum bu hatunun yazılarını, Kova oda, anlıyor yorumlarımı gülümsemeden de :) Gerçi takip ettiklerimi ve takip ettiklerimi takip edenleri de beğeniyorum seviyorum...
Farkettim haftaya sevgi kelebeği gibi başladım hadi bakalım gerçi onun da ömrü bir gün ya...
Cumartesi sabah, ANKAN annem Mügemin en şaheser kahvaltı sofrasındaydık, fotoğraf gönderecek koyacağım inşallah... Bir de bitmek bilmeyen doğum günü kutlamama ek olarak, Mügecim pasta üflettirdi bir de hediyemi takdim etti :)
Daha bir kutlama da cuma akşamı meşhur Pub akşamımızı, Tunalıdaki İTÜ Evi'nde yapacağız orada halledeceğiz :)
Sabah bu şekil kutlama kuş sütü eksik kahvaltı sofrasında noktalandırdıktan sonra, Ankara kendini karda kaybetmiş helak olmuş vaziyette, hala yağan karla boğuşurken, öğlen de gidilmesi gereken eski babaanne evinde Halacım gelmişti, Rengin' i çok özlemişti bahane kabul etmiyorum dediği içindir, Rengin' i sardım sarmaladım hooop Aydınlıkevlere... Allahtan bir otobüs de, küçük bir Ankara turu şeklinde sonlandırdık... Babaanne-dede evi doğduğum en çok huzur bulduğum ev, keyifle, buğulu gözlerle oturdum, baktım duvarlarına taşlarına, huşu içinde, kızım da mutlu mutlu vakit geçirdik...
Cumartesinin bu hengamesinden sonra, pazar günü de ona inat sakin, miskin, huzurlu geçerken hatta ne miskinlik, bir ara halının üzerine yayılmış kağıt falı bakıyordum bile, Bey tv de maç seyreylerken, Rengin Hanım da bilgisayarda sünger Bob uyla haşır neşir... Tabi bir atraksiyon lazım bu huzur tablosuna, Esin geldi sanal sevgilim...
Rainbow uyla verilmiş bir randevumuz vardı, halıları yıkayacaktık, haydaaa ben, bizim Bey, Esin, girdik halılara hatta Esin kaşındı, kanepe koltuk durmuyor ki hatun, akşamı ettik, neyse sonra kendimizi pizzayla tebrik ettik...
Sabah mı...?
Ölüyorum :))


20 Şubat 2009 Cuma

Konuşurken Gülümsenir mi?

Ben gülümsemiyorum konuşurken, o yüz ifadem yok malesef... Ama yüzünde ışıl ışıl bir gülümsemeyle konuşanı da izlerim hayran hayran... Bu hatun da böyle, gülümsüyor konuşurken de, dişler inci parıldıyor, hep bir pozitiflik... Çok eleştiri aldım, çok yanlış anlaşıldım... Mimik konuşmanın en büyük destekleyicisi, ben de duran bir yüz, hareket eden ağız... O zaman da cennetten müjde versen algılamıyor ki karşımdaki... Anca beni tanıyacak da "haaa bu dediği aslında şu, yanlış anlamışım" diyecek... Çoktur öyle ilk tanışıp da önce arkamdan sonra yüzüme ne ukala, soğuk nevale aaaa diyen... Yok aslında sıcağımdır, ilk tanıştığıma açarım kapıları, sererim minderi, şakrakımdır ama içimde, yüzümde eseri yok...

Ama diyorum ya gülümseyerek konuşana da ayrı bir saygıyla bakarım...

Bu arada gülümseyerek kızımı uyuttum:)), ikinci posta çamaşırı astım :)), yemek sabahtan halloldu :))... Yarın sabah kahvaltısına arkadaşa gidilecek ekmek yapacağım tahıllısından :))... Öğleden sonra halama gidilecek ona en harelisinden yeni denenecek kek yapacağım :))...

Pazar... Var ona da plan da uzatmayayım şimdi...

Herkese iyi hafta sonları diyerek gülümseyerek çekildim ben :)))

Kar' ı Tatil Sandım...

Sandım da kızımla evde oturup keyip yaptım...

Keyif dedim deee, kar dedim deee...

Şimdi karlarla kaplı Abant' ta olmak vardı misss :)

19 Şubat 2009 Perşembe

Gece 23:00

Resimde görmüş olduğunuz tepsidekilerin yapımı bittiğinde gece 23:00 olmuştu bile, ama ben bunlardan dört adedini çoktan mideme indirmiştim, saati dert etmeden, ağzımın yanmasına aldırmadan...
Çünkü neden, sorun bir neden diye...
Bunu yapmazsanız iki elim yakanızdadır demeyeceğim, ama yapın hakkaten cidden vallaha da billaha da...
Bu lezzetlilerin adı "Bayatlamayan Poğaça"
Bilenleriniz vardır ama bilmeyenleriniz için vereceğimdir tarifini, yazının altlarında bir yerde...
Mayalı poğaçalar takdir edersiniz ki yapıldığı an makbuldür, sonrasında tıkır tıkır olur, sahibini kepaze eder...
Fakat bunun adı üzerinde, tadı yerindedir (slogan gibi oldu) ...
İçine sodanın girmesiyle, bayatlamayan lakabını almış, içine sindirmiş, teşekkürleri yapana sevketmiştir her daim...
Bu kadar şaşadan, iltifattan sonra yapın, teşekkürleri, minnetleri bilahare alırım, bu kadar da iddialıyım...
Hele ki çoluk çocuk, misafir, pervane etrafta olunca, insan da şöyle başı dik, birşeyler sunmak istiyor...
İşte başınızı dik tutacak ikram burada, geeeel geeeeeeel vatandaş poğaçaya gel....
Methiyeler yazdım, sanki para kazanacağım, ne bileyim huyum işte, illa sevdim beğendim ve bir alay insanın da baştacı olmuş tarifi siz de yapın yiyin istiyorum...
Bu arada, hani bunun üzerinde susamı, çörek otu diyene verilecek cevabım hazırda var, sevmiyorum ben poğaçanın üzerinde her nevi katkıyı...
("poğaça" (ben pohaça biliyordum da) nın yazımı özellikle Türk Dil Kurumu yazım klavuzundan bakılıp yazılmıştır)
Malzemeler
1 küp yaş maya
1 su bardağı ılık süt
2 yemek kaşığı toz şeker
1 su bardağı sıvı yağ
1 şişe soda
Tuz
Alabildiği kadar un (yumuşak bir hamur olacak)
üzeri için yumurta sarısı

İçine :
Hangi karışımı istiyorsanız
( peynir+maydanoz / kıyma / patates)

Yukaridaki malzemeleri (yumurta sarisi hariç) karıştırın 40-45 dakika mayalanmaya bırakın...
İç malzemesini koyup istediğiniz şekli verip tepsiye dizin...
15-20 dakika da tepside dinlendirin. ..
Üzerine yumurta sarısı sürüp dilerseniz susam-çörekotu da olabilir...
170 derecelik fırında üzeri kızarıncaya kadar pişirin...

Sizde Kaç Çeşit Var?

Ben de bir sürü...
İtinayla barınıyorlar, neler mi var...

Önce şeker, saf, salak bir çocuk var en dipte büyüdükçe dibe yerleşen...

Sonra meraklı olan var...

Asabi olan var, en saldırganından ama atıl duruyor o da...

Anne var, en şefkatlisinden, en çabucak ağlayanından...
Dimdik ayakta olan var en delikanlısından...
Ev hanımı var pastayı, böreği, yemeği yapan, çok temizlikten anlamayan dahası yapmayı sevmeyen...
Dik kafalı var bir tane, kuyruğu dik inmiyor hiç, burnu yere düşse almıyor, bir tekme de o atıyor...
Aileye tapan var, sırtında taşıyan, bir saniye yoruldum demeden...
Aşık var her dakika aşkla yoğrulmuş duran o da atılda...
Melankolik var, içli, şarkılarla efkarlanan, şöyle etrafı dağıtıp an-ı/anları unutmak isteyen...
Ama biri de var ki eli maşalı, silahlı, artık ne derseniz kıran, döken, karşısındakinin ve karşısına çıkanı ezmek isteyen böyle canım diyeni canın çıksın anlayan, gözü perdeli...
Varoğlu var işte başka bilmediklerim de var, duruma göre bakıyorum işte yelpaze geniş...
Bugün nasıl bir gün mü elimde silah bekliyorum bi sinir harbi, derimle döğüşür vaziyette...
Aldandım ya da kanmak mı bu bilmem yok sanmam...?
Aldanmadım da kanmadım da bakıyorum sakin sakiiiin saf salak...
Lakin sanki algıda seçiciliktir ya hayatın yelpazesinde olur, yerini alır, sabah da konuyla ilgili denk düştü başka bir hadise...
Ohhh dedim tam oldu suyundan da....