18 Mart 2010 Perşembe

Erkeğin Sevdiği Kadın...

Konu ve içinde yazdıklarım benim sahşen, bizzat, kendimin gözlemleri, bir miktar hayal gücü, bir miktar dürten tarafımın ürünü...

Şimdi efendim; bunca yaşımın, bunca gözlemlerimin ve yaşamamın neticesi olarak vardığım kanı şudur ki;

Erkek, lafa gelince kadının akıllısını sever ister ama kendi eşlerine bak hepsi vik vik kedi gibi kocaya muhtaç tiplerdir...

Neden? Çünkü erkekteki ego durmadan şunu der; ben kadının koruyucusuyum, hatta He-man iyim ben onun limanıyım, ben ne dersem o olmalı...


Yok böyle birşey tabi, herkesin limanı kendine, yüzlerce insan arasında akılllı insan bilir ki; aslında herkes yalnızdır...

Sonra aklıma eş tipleri geldi,

Birinci tip; en akıllısı ve benim gıptayla baktığım, sonsuz saygı duyduğum sınırsız zeki ama kocasına belli etmeyen kadın...

Bu kadınlar ileri derecede zekaya sahip ancak kocasının egosunu sürekli okşayan her daim salağa yatan tipler, sana ihtiyacım var kocam, koru beni kocam, evimin direği kocam, ben bunu yapamam ki kocam sen bir el atsan kocam...

Mesajı alan koca da -yazık ona-, karısının etrafında turaba (deli olur, dört döner manasında) olur...

Ben yapamadım, yapana büyük saygım var, helal olsun...

Kendini eşe adayan, koca önceliğini çocuklarından öte tutan, fikirlerini kendi fikriymiş gibi benimseyen, benim yerime düşünüyor, en doğru ve iyi kararı beyim verir nasılsa şekline bürünmüş kadın...
Yalnız fazla sürmez aklı başına gelecektir bu kadın tipinin çünkü nereye kadar bu devran...


Bir de başarılı erkeğin yükünü ben taşıdım, ben vardım arkasında diyen aklı sıra okumuş yazmış, mürekkebin dibine batmış, ancak eşekliği baki kalmış kadın tipi var ki o fena...

Kibir onda, sonradan görme desen onda, neyidüğü belirsizlik onda...

Ben deyinmeyeyim daha fazla, hızla uzaklaşayım aman, evlerden uzak...

Sonra kocasıyla iletişimi olmadan yaşayan eş var, toprağın üzeri gübreli mis, fakat içini görme işte, o iletişimsizlik yüzeydeki toprağı hiç kıpraştırmamış, dolayısıyla alttaki durumun vehametinden haberdar olmasına rağmen ikili, yine de birbirine belli etmeden aman gün geçiyor, günü kotaralım derdimiz diyenlerin deryası...





Bir de çevreye esen yağan kadın var, evde kuru ekmek yeyip tabir-i caizze, dışarıya aman et yemekten de gına geldi diyen tip...
Kocasından sevgilisiymiş gibi bahseden, dertsiz tasasız, aşktan başka derdimiz yok imajı çizen kocası her daim yüreğinin yarısı eşi menendi bulunmayan koca varmış gibi davranan hayalperest yarım akıllı kadın ama toplumda hala itibar görür bu tipler...


Kıskanç kadın tipine değinmeye hiç lüzum yok, hele ki bunun cahillikle, okumuşlukla hiç alakası yok, kanımca kişilik oturmamasından, kendine güven yoksunluğundan kaynaklı...

Sonra kimseye eyvallahı olmayan kadın tipi var en akıllısı o ama dolap çevirmeyi bilmediğinden, henüz törpülenmediğinden pat küt dalıyor, hakkımı ararım kendimi savunurum ben de varım dese de sürekli, adam höykürüyor kadın höykürüyor, iki deli bile birbirini görünce değnek saklarlarken o akıllarıyla bile, bunlarda o meziyet olmadığından muharebe eksik olmuyor...


Daha bir sürü bir sürü kadın - eş tipi var...

Aşırı muhafazakar kadın var tabi eşiyle doğru orantılı beyinin bilmem kaç adım gerisinde yürüyen...


Başka başka kendini geliştiremeyen kocanın evden çıkarken buzdolabının üzerine koyduğu harçlığın miktarına ses çıkaramayan yetinen kadın...

Bir de yan komşudan bir tespit geldi eklemeden geçemeyeceğim...

bir de tek başına kadın ve tek başına erkek vardır ki
onlar da ayrı ayrı birlikte yaşarlar
:)
en mutluları da onlardır


Var oğlu var işte...

Konu nereden çıktı blogları gezerken sonra gazetelerden eş dost yaşanmışlıklardan...
Çok sert çıkmamışımdır umarım, yazılarım elbetteki kimseyi hedef almıyor, haşa haddimi bilir, kimseye çamur atmam, tövbeler olsun...

Yalnızca dediğim gibi kendi gözlemlerim NAÇİZANE...

HATTA hepsi birer HAYAL ÜRÜNÜ...

Yeni Kayıt...

Aslında aklımda "İçini Tereğe* Koymuş Kadın" ı anlatmak vardı da...
Dalmayayım gecenin bir vakti dedim bunları buldum ben de...


* Terek Kayseri yöresinde duyduğum mutfaklardaki raf anlamında...
Konu ise tamamen bugün bir dost meclisinde ortada geçen konu ki nazarlardan saklasın benimle alakası yok ben 23 Nisan tadında yaşayıp gidiyorum...

15 Mart 2010 Pazartesi

Okuya Okuya...

Geceyi seviyorum...
Blog okurken gaza gelip aklıma üşüşenleri parmaklarımdan dökmeyi... Aslen yazacak spesifik bir konu yok aklıma geleni bırakayım ortaya...

Çıt yok salondan, baba kız kanepede uyumuş kalmışlar, haydi Bey jetlag, kıza ne oluyor o da yavrum bir öksürük, bir halsizlik ha bir de babasına deli düşkünlük Allah ayırmasın...
İşte huzur ve de en büyük zenginlik kaynağım...

Bugünkü kreş psikoloğuyla güya Rengin' i konuşacaktık ama rol değişikliğiyle birbirimize ki daha çok ben, telkinlerde bulunduk amacını aştı ama sonunu Renginle toparladık da vicdanlar rahat...

Dün bir spor kanalında deli uçurumlardan akla ziyan kayakçıların inişlerini seyrederken kendi kayak dersim aklıma geldi insan kayağa gidince mi anlar yüksekten korktuğunu?

Her inişin bir çıkışı ve de tam tersi durumun huzurunu yaşayan taşıyan bünye, nazarlardan korusun diyerek mesut günler yaşıyor, aslında hep mesut fakat bazen karamsarlık denilen örümcek adamın ağına kendini kaptırınca çıkışı bulamıyor yoksa bal gibi de biliyor sürekli yanındakilere şükrettiğini, hatta aldığı nefese bile, sıkıntıların hastalıkların da geçici olduğunu biliyor işte, insanoğlu ve onun laf dinlemez yüreği...

Oturduğum yerden hiç kalkmadan sihirli bir bardağım olsa, içindeki kahve hiç bitmese, iki tatlandırıcılı, kremalı filtre kahve, tamam filtre kahvenin içine krema koyarak hakkını veremesem de, damak tadı yok mu ah, o tadı anca kremayla yakalıyorum... Ha oturma eyleminde kahvenin yanında bir sürü dergi olsun, kitap olsun, sonra orada uyuyakaldıktan sonra üzerimi örtmeye bir de battaniye, daha ne isterim...

Bavul hazırlamak ve gelen bavulun posta posta çamaşırlarını yıkamak kanıksadığım vazifem, yine ufukta bir hazırlık görünüyor hayırlısı...

Ezel dizisinin şu an itibariyle yeni bölümü ekrandan akarken ben de bu ekrandan kayıp, uzatıp ayakları, az önceki kahveden hazırlayıp, dizinin ahengine bırakayım bari kendimi...

Fotoğraf bila tarihli başka bir uykudan...

Issız Derya...

Yüzüyorum alabildiğine geniş bir denizde, rüya gibi hani olur ya nereden peydah olunduğu belli olmayan birden bitmişsindir neredeysen...

Bu da bir rüya farz-ı misal ama herşeyi hissedilen...

Hava aydınlık, güneş o kadar ışıltılı ama kendisine bakınca gözleri kısmaya gerek yok, insaflı davranmış kamaştırmıyor...

Denizin ortasındayım, epey derin olsa gerek fakat dibi cam gibi , rengarenk balıklar tepişiyor bir o yana bir bu yana, köpek balıkları bile efendi, korkutmuyor...
O havanın kokusu içine çekilesi, her zerresi şifa dolu...

Bir huzur ki; suyun üzerinde ne bir korku ben neylerim buralarda dedirtecek, ne bir yorgunluk kıyı nerede nasıl yüzerimi düşündürecek...

Bakıp bulutsuz gökyüzüne, o mis havayı çekip içine, yanındakilere şükredip ohhhh feraha ermek, refaha kavuşmak bu olsa gerek deyip, elleri başın altına koyup sırt üzeri suyun üzerinde salınmak...

14 Mart 2010 Pazar

Adliyenin Koridorunda...

İki sıra var karşılıklı 11. ve 12. sulh ceza mahkeme salonlarının önünde...
Önce oturdum birine yalnızım, telefonla konuşuyorum, susmuyor hiç girdin mi bitti mi...
Dağılıyor kafam oturuşum da bir bacağımı öbürününkine atmış yayılmış ki daha efendi gibi oturmayı beceremem oturmuşum...
Karşımda sonradan neredeyse kanka olacağım iki kadın biri kapalı öbürü hükümet gibi dimdik oturuyor...
Neyse baktım sıranın bana gelmesine var daha dışarı çıkıp bir sigara tellendirdikten sonra bu kez karşı sıraya o iki bayanın arasına oturdum...
Fazla yayılamadım çantamdan kitabımı çıkardım okumaya başladım...
Kitap da "Ölmeden Önce Ölünüz" diye dini bir kitap çok severim okumasını böylesi kitapları da...
Sağ yanımdaki kapalı kadın dürttü birden...
"Hakkını helal et" dedi
"Hayırdır" dedim
"Az önce karşıda oturunca senden için dedim ki ne havalı kız burnu düşse yere almayacak, ama şimdi baktım okuduğun kitaba bak demek ki kimsenin içi bilinmezmiş affet dedi"
Güldüm...
"Helal olsun ne demek..."
Gülüştük...
Sol yanımdaki dimdik duran kadın bu kez sonradan polis olduğunu öğrendiğim...
"Ben seni karşıda oturunca dedim ki kendi kendime işte tam benim kafamda kız, delikanlı gibi efe efe..."
Sonra senin dert ne, benim dert ne derken zaman geçti, girdik duruşmalara çıktık dağıldık...

12 Mart 2010 Cuma

Korkuttun Babam Be...

Salı günü şehrime ayak bastım, ayaktayım hala bu saat olmuş yeni oturuyorum, oturma kemiklerim yer gördü kaba tabirle ayıptır söylemesi...
Bir hafta tatilin acısı çıkmalı ama hatırım kalır yoksa...
Çarşamba günü başlayan hastane muayene maratonu bugün molaya girdi...
Babamın dayanılmaz ağrıları doktorumuzu da endişelendirdi ve genel anestezi uygulayarak; çünkü babam ağzını fazla açıp kocaman aaaaaaa diyemiyor ve de muayeneye izin vermiyor dolayısıyla başka yolu yoktu bu sabah genel anestezi aldı 15 dakikalık bir operasyonla iki üç yerden parça alındı...
Radyoloji sonrası bir mukoza oluşmuş ne demekse, bir tümör yok dedi çok şükür...
O ameliyata girerken tabi annemle ben bir fena olduk, onu asansöre kadar geçirirken o on beş dakikalık operasyonun başlama ve bitme devresi bir saati tamamlamak zor oldu elbet ama çok şükür geçti bitti...
Şimdi patoloji sonucu sekiz gün sonra, doktorumuz gayet rahat...
Allah yüzümüze baktı on numara doktorlarımız var hatta mucize gibiler...
Şimdi asıl konuya geleyim bu mukoza dayanılmaz ağrılar yaparmış ve doktorumuz ismini yazarken konudan bahsetmek üzere de iznini aldığım Prof. Dr. Avni BABACAN kendisi...
Doktorumuz tavsiye etti biz de akşam üzeri soluğu onun muayenehanesinde aldık...
Benim de konuya aşina olduğum ama detaylarını kendisinden dinlediğim idealist ve kendini insanlara faydaya adamış bir isim...
Şiir gibi konuşuyor, O anlattı ben baktım, neden daha önce duymadm ki neden boşa ağrı çekilir ki diye...
Kendisi ağrı uzmanı ve Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Algoloji Bilim Dalı’nı kurmuş ve ağrı çalışmalarına halen devam etmekte...


Buradan ona rahatlıkla ulaşabilirsiniz...


Hatta ve hatta kendisinin 16 Mart 2010 Salı günü saat 13:00 te Gazi Üniversitesi Hastanesi' nde bir konferansı var konusunda...
Zamanı olup gitmek isteyenler için...

11 Mart 2010 Perşembe

Görmeden aşkın ardına sevgi...
Nasıl bir ikilem hatta daha fazlası...
Mümkün mü böylesi..?
Bilinmez...
Yaşanmamış ki...
Hem akla da uygun gelmiyor...
Yaşadığını sanan biri, yaşanmasın diye isyan eden diğeri...
Kocaman bir kandırmaca...
Rolün neyse onu oyna, çekil sonra sahneden, izleyici koltuğundan izle bu sefer de, az önce senin olduğun yerde olup oynayanı...
Ne peki seni böylesine deverana sevk eden...
Aynı dalgalanma kalbinde mi, yoksa yaprak oynamayan sahnende bir kıpırtı istemenden mi?
Belki de işi şakaya vurman, ciddi olmaman... Nesin sen...
O birisin evet...
Diğerinin sahnesini çalmış, orada oynamak isteyen yaramaz çocuk...
Haydi çocuk kendi sahnene...

10 Mart 2010 Çarşamba

Blog Yazısının Başıma Getirdikleri...

Tamam kabul ediyorum fevriyim, herşeye atlıyorum, sevdiklerime bir zarar ziyan geldiğinde ben neyim gücüm yeter mi demeden daha dur hey ne oluyora kalmadan içimdeki panter bakmışım havalanmış uçuyor...
Biri bana dese ki; günün birinde bir blog açacaksın, başınıza böyle böyle işler gelecek, sen de bunun üzerine parmaklarını çalıştıracak o parmaklarına emir veren beynin değil de kalbin olacak, ne yazdığını neye mal olacağını bilmeden içinin bu kadar dışına çıkmasına aldırış etmeden başına bunlar gelecek diye...
Bakar bakar dururum o diyene herhalde...
Hayat beni hiç bir zaman şaşırtamaz dediğim her an, o hayat al işte yine şaşır diye başıma küçük anekdotlar veriyor, ben de bakakalıyor şaşakalıyorum...
Şimdi bir çok kesimden okuyan var yazdıklarımı, tekrar tekrar söylemek lazım gelir diye yineliyorum kimseyle işim olmaz benim, işim Allah' a olan kulluk borcum, kimseye kin gütmem çünkü hafızam balığınkinden beter unutur gider, lazım geleni de affederim...
Kendi haline bırakırım insanları, kimseye bu meydanda hele hele ki insan vasfına haiz olmayanları, benim için kıymetli bu meydanımda adam yerine koyup da parmaklarımı hareket ettirmem kılımı kıpırdatmam...
Yani demem o ki kimse o güzel üzerine alınmasın, kimse aaa beni yazdı isim yazmadı ama kesin benim bu demesin bura kıymetli, o kıymette olmayanı burada barındırmam...
Tanımadığım kimseyle bana düşmanlık besleseler dahi haydi Allah' ın selameti üzerinize olsun der geçerim elimden bundan fazlası gelmez gelemez de, ayrıca da niye gelsin işim gücüm var benim...
İnsanların cezalarını kesmek bana düşmez, haddimi bilir Yarabbim sen iyisini bilirsin der seyreylerim, vaziyetin bundan sonrasını, bilirim ki kötülük yapan kötülük bulur eninde ve sonunda...
En olmadı çok darlanırsam Ayetel Kürsi okur karşımdakinin yüzüne üflerim, "bütün kötülüklerden sana sığınırım Allahım" der kendimi garantiye alırım...
Bu kadar girizgahtan sonra çok teşekkür ederim benim için iyi dileklerinize, arayana, sorana benimle endişelenene...
Sonuç şudur ki;
Herhalde bunu yazmak da suç değildir kimseye atıf filan değil kendi durumumu yazar paylaşırım kime ne...
Yalnız şunu eklemek isterim, yazmadığım, yapmadığım, kimseyi hedef ALMADIĞIM yazılarımın, karşıma en olmadık şekillerde çıkması dedim ya bu hayatta beni hiç birşey şaşırtamaz diye, yine lafımı yememe sebep oldu, olsun bakalım her işin hayrı sonradan çıkar...
Beş sene boyunca kimse hakkında yazı yazmadığım ya da hakaret etmediğim takdirde ertelenen para cezası ve müştekilerin avukat parası olan beşyüz lirayı ödeme cezası...
Yine düşünüyorum bunun da hayrı var, olacak göreceğim, beşyüz lira da çıkacağı var deyip geçtiğim mebladır...
Allah sağlık sıhhat versin hakikaten gerisi teferruat ha bir de aklı sağlığı bütün insanlığa...
Amin...

Blog Şans Dile...

Ben de blog gel sarılalım, blog bana dua et, valla etinizden sütünüzden duanızdan iyi niyetinizden derken derken...
Dün Dijle' den yazılı savunmam geldi elleri dert görmesin, kaleme bırakıldı hakim bugün karar mı verecek ne yapacak bilmiyorum duruşma 11:30 da...
Haydi ben bi gideyim bakayım...

9 Mart 2010 Salı

Atatürk' ten Önceki Gibi...

Taslak hali yazıları, yayınladığı gün tarihini değil de, yazıldığı tarihi kendine esas kabul edip, araya dereye sıkışıyor...
Tıpkı benim gitmeden önceki yazımın, kayıt et haydi deyip araya sıkışması gibi...
Geçen hafta, çok denk gelen bir durum oldu, önceden alınan devrenin hastalık sebebiyle kullanılmaması halinin bize yaraması durumu, sene başında sekiz gün iznimin ihlaline fakat bir yandan da on yedi aynı soyadlının birlikteliğiyle süren bir haftalık görüşme dilimi yaşanmasına vesile oldu...
Kızımla beraber birlikteliğimizin karasını çıkardıysak da -çünkü bu kadar bir arada olmuyoruz sık sık- çok anlaşabilir bir çift değiliz didişiyoruz nedense :)
Yine de birbirimize doyamadık da, birbirimizle olamadık da takıldık...
Enteresandır kaldığımız yerde wireless ağı olmasına rağmen güvenlik endişeleri yüzünden blogspot engelli...
Gerçi söyleyince açtılar ama ne yazı yayınlanıyor, ne yorum yapılıyor, oku geç misali...
Uzun zamandır bu kadar kalabalığın içinde olmamıştım, hele ki çalıştığım yeri sakinliği, otobüs dışında fazla insanla temas halinde olmamam, ağzına kadar dolu tesiste bir miktar şaşkın etrafa bakan turist kimliğine büründürüyor insanı...
Yanlış işletmecilik anlayışı ya da kendilerine göre illaki doğru ama olmamış işte, bir yerde tesisin devamlı yayılma politikasından inşaat gürültüsü, bir yandan kışın yüzde yüze varan doluluk oranındaki misafirlere ölü sezon personel sayısınca hizmet vermeye çalışılması faciaların en büyüğü...
Bir de ağzıyla kuş tutulup önlerine konsa aldırış etmeyen yurdum insanı da insafsız vicdansız olursa... Hele ki amanın o yemek saati bildiğin işkenceye dönüyor...
Uzaktan bakan deprem bölgesine yemek çadırı konmuş da insanlar aç haliyle izdihama sebep vererek karınlarını doyurmaya çalışıyorlar sanır...
Hayır burada da iki üç saat öncesinden zaten her yanını doldurmuşsun ne bu aç gözlülük...
Ben devamlı seyir halinde bir portre çizdiğimden, sıkça görevlilerle hasbıhal edip onlarla durumun kulisini yapıp kendime eğlence buldum yemek vakitleri...
Bir de bütün kaldığın yeri de çalışanıyla beraber nüfusuma geçirmişim paramla değil mi hepsini satın alırım edaları hele hele bu yerin başta tabiatına ters...
Bir de çok üzülüyorum, üzülerek de yazıyorum, insanımız hakikaten cahil, kendini kayıtsız şartsız kendini Er' inin aklına bırakmış, tamamen ona endeksli yaşantısının önden önden yürüyen kocanın bıraktığı ayak izini takipten başka bir vazifesi olmayan bu kadın çoğunluğu yurdumun da karanlık yüzünün noktacıkları...
Kalabalık noktacıkları ve ilerde yetişen evlatları...
En son Rengin' in söylediği beni derin düşüncelere sevk eden ki kimsenin ne inancıdır beni ilgilendiren, ne kıyafeti, fikir beyan etmem kat'a...
Fakat her halin de bir doğallığı, bir normalliği vardır şeklindeki düşüncemin ortasından Rengin' in sesi beni dürten...


"Anne, neden bu kadınlar Atatürk' ten önceki gibi giyinmişler?"

Neydi İstediğim...

Ve neydi yaşadığım...
Dinginlik huzur vesaire hareketsiz yaşama razıyım o anlamda değil tabi git gel ye iç filan falan işte...
Bir hafta yok olduğumun acısı bu kadar mı bir "yuh ya" lafına kabusa dönüşüp sol elimin orta parmağını uyuşturup karıncalandırsın...
O daha da enteresan ya bir de tansiyonum hiç çıkmaz o fırladı zahir sonkluyor kulak arkalarından...
Daha Ankara' ya ayak basalı ne oldu ne geçti yemediğim küfür nefsi müdafayla sokakta çığırınmam?
Allahım aklıma mukayet ol...
Ben geldim bu arada yazacak bir dolu, okuyacak bir dolu...
Önce kendime geleyim, çamaşırlar yıkansın, ev normale, ben normale döneyim döneceğimdir...

28 Şubat 2010 Pazar

Ara Açılınca...

Akıl burada kalıyor ama zamanın ne kadar kısıtlı olduğu gerçeği gark edince, aklının kaldığıyla kalıyor insan...
Hergün karalamaya öylesine alışmışken, yazmaktan el çekilip sadece okuyunca bu sefer de ne yazsamın cümleleri aranıyor...
Ben iyisi mi geçende öğrendiğim bir tarifi yazayım size...
Bildiğimiz tavuğun ilk defa duyduğum, nasıl olur ki acaba deyip pek kale almadan dinlediğim ama yapmaktan da geri durmadığım, yediğimde aman da ne güzel dediğim -lafı uzatıp kendimden sıtkımın sıyrıldığı- bir tarif buyrun...

Kişi sayısına göre tavuk göğsü bunları ceviz büyüklüğünde doğrayın çiğden haşlamadan...
Mısır nişastası
Karabiber
Soya sosu
Zeytinyağı


Doğardığınız tavukları nişastaya buluyorsunuz...
Karabiberini ekleyip soya sosunu ve bir miktar zeytinyağıyla iyice harmanladığınız tavukları mümkünse biraz sosu içine işlemesi için bekletin...
Soya sosu olduğundan tuz ilavesine gerek görmedim ama siz yine de kendinize göre belirleyebilirsiniz...
Sonra azıcık zeytinyağı döktüğünüz iyice ısınmış tavanızın harlı ateşini hiç kısmadan tavukları tavada karıştırarak pişirin...

Ben her türlü yemeği neredeyse mum alevinde pişirdiğim için iyice içini çeke çeke pişsin mantığıyla, epey çekingen yaklaştım hadiseye, harlı ateş birden dağlar diye öyle olmadı gayet güzel oldu...
Sonra efendim tavuklarınızı sıcak servis ediniz yanında makarna-pilav neyse zevkinize göre tüketiniz...

En son mısır nişastasının numarasını söylemeden sonlandırmayayım nişasta tavuğu öyle yumuşacık yapıyor ki tavuk tavukluktan çıkıyor çifte kavrulmuş lokum tavukların yanında halt ediyor...

27 Şubat 2010 Cumartesi

İznimi Yazdım...

Yazacaklarımın fazlalığı, zamanımın darlığı, bir koşuşturma, başımdakileri savuşturma derken derken...
Allah dedi ki sanırım, kulum çok yoruldu ruhen bedenen, onu dinlendirmeli...
Öyle ay ben tatile çıkıyorum baaaay şeklinde değil elbet, hani dışardan bakılan blogun şen kahkahalı yaşantısı gibi...
Bahanenin vesilenin gelişine baktık, öyle böyle denk gelmedi bir başkasının rahatsızlığı, bizim rahatımıza kapı açtı, bir hafta inşallah kızımla, annemle, babamla ve maaile hatta amcalar, yengeler, kuzenler şeklindeki toplaşmasıyla oluşan bir hafta, salıdan itibaren...
Bir ucumuz tekilanın cennetinden, bir ucumuz egenin kıyısından ayrıldık toplaşırız elbet zamanı gelince...

25 Şubat 2010 Perşembe

KING' TEN TAKİPÇİLERİNE ÖZEL HEDİYE!!!...



Ben elçiyim gördüm beğendim haber ediyorum buyrunuz...
Blog üyelerine çekilişsiz, kurasız sürpriz hediyeler veriyor. Bayanların yanı sıra bayların da katılabileceği bu yarışma bugüne kadar yapılan yarışmalara hiç benzemiyor. kingdünyası.blogspot.com adresine yeni üye olacak bir kişiye çekilişsiz ve kurasız Thunderbird Otomatik Döner Fırçalı Saç Kurutma Makinesi hediye... 1600-1800W’luk ısınma gücü, iki yöne otomatik dönen şekillendirici fırçası, serin hava ayarı, 3 ısı ve 2 hız ayarı bulunan Thunderbird’a ücretsiz sahip olmak için King blog’unu ziyaret etmeyi unutmayın.King Dünyası’na adım atar atmaz şans kapısını aralayacak olan üyeler arasına sizler de katılın.Hemen üye olun, hediyenizi kaçırmayın!Kazananlar http://kingdunyasi.blogspot.com adresinde açıklanacaktır...


1.http://kingdunyasi.blogspot.com adresinde yer alan blogumuza üye olmak.
2.Blog sayfanızda kampanyamızı duyurmak.
3.www.king.com.tr'de yer alan King Ladies Club'a üye olmak
4. Üye olduktan sonra Ad, Soyad, Adres, Yaş, Meslek, Medeni Durum ve Gsm bilgilerinizi tam olarak doldurup kingdunyasi@gmail.com adresine yollamak.

24 Şubat 2010 Çarşamba

Giden Dişlerim Oldu...

"Anne sabah kalkınca büyük büyük kutular mı göreceğim..?"
"Dur bakalım annecim yarın olsun da bir, çok da bel bağlamamak lazım ona..."
"Neden anne yastığımın altına koyuyorum ya, kesin iyi birşeyler gelecek..."
"Annecim onun da hazırlıksız olduğu durumlar olabilir, tamam perinin hazırlanacağından ne, sopasını sallar olur da nereden bilsin akşamın bir körü senin dişinin çıkacağını hazırlıksız işte..."
"Olsun ben yine de bekliyorum..."
"Bekle annecim (...de ben en iyisi para koyayım, yanına da bir kart yazayım, artık o parayı hediyeye dönüştürmek için başımın etini ye her saniye)
haydi kapat gözünü bak sabah kalkamayacağız...
Seni seviyorum..."
"Ben de..."
"İyi ki varsın..."
"Sen de..."

23 Şubat 2010 Salı

Ney, Tanbur, Hastane...

Ney sesi değil mi bu gelen ama derinden, sonra tanbur sesi eşlik ediyor ona...
Allah Allah yanlış yere mi geldik, daha önce vardı da dikkat mi etmedim olabilir tabi bir de hastane tenha bu saatte ondan da duyuyorum daha rahat...
Babamla benim ikimiziz, ağır aksak asansörlere doğru yürüyoruz, on dördüncü kat istikamet...
Güvenlik var orada, doktor bekliyor bizi diyoruz, yatış mı diyor duymamazlıktan geliyoruz...
Ya da sadece ben geliyorum, babam gelmemiş...
"Neden yatış dedi ki?"
"E baba yatan hasta bölümünden giriyoruz da ondan..."
Buluttan nem kapan hatta nem için buluta bile ihtiyaç duymayan babam için ne kadar tatmin edici bir cevap bilmiyorum ama ben cevabımı verdim...
Kattayız, bizden başka bir anne var, kızı ameliyata girmiş, işlemleri uğraştırıcı bilmiyorlar çalışan SSK lıya vizite kağıdı lazım, kadın dönüp duruyor kızımın çıkmasını bekleyeyim bari diye...
Çok geçmeden doktorumuz giriyor kapıdan...
Kapıdan önce normal vatandaş, kapıdan adımını atmasıyla devleşen, adımını atmasıyla bir başka edalanan dev gibi bir adam gülümseyip, günaydın diyor...
Bekliyoruz yine müzik hala devam ilk hastaneden girdiğimde, hayatımda hiç bulunmadığım ama hayalimde canlandırdığım sanki "son yıkama yeri" gibi hissediyor kendini insan, hatta ne biçim iş burası şifa bulunmaya gelinen yer nasıl bir ruh öldürendir bu dediğim ama doktoru bekleyişte sakinlediğinde onun da sakinleştirici etkisi olduğunu sonradan anladığın ney sesi derinden tanburla birlikte...
Sonra bir ses daha tanıdık bu kez;
"ben senin hakkının nasıl ödeyeceğim be?"
"Hı.....???"
"Aman be babam, asıl ben senin hakkını nasıl öderim, deme böyle"
Hey Yarabbim edilecek laf mı bu, hayır bu lafa göz dolup baş yana çevrilip o yanaklardan iki yaş dökülür mü?
Döküldü işte...
Sonra ver gazı sürekli devam et susma, bak neler var, bak halimize bugünümüze şükür, hep içini ferah tut babam, herşey düzelecek, iyi olacaksın hem ne var bu ikinci biyopsin pıt dedi mi bitecek...
Babamın gözlerinden uyku akıyor korkuyla endişeyle karışık belki duymuyor bile beni...
Doktor beliriyor kapıdan, gelin diyor...
Tıpış tıpış ilerliyoruz, oturuyor koltuğa babam, takıyor başına ışıklı dalgayı başına doktor...
Dilini bastırıyor da bastırıyor arada "pardon hocam biliyorum canını yakıyorum ama dayan az kaldı" aradan bir dakika geçmiyor "Allah Allah tertemiz ben nereden biyopsi alacağım?"
Nasıl yani cuma günü diğer doktorlar öyle demediler ama hatta ekranda o karaltıyı gösterdiler...
Ama yine de son söz onun, ağzından bal damlıyor sonra, ağzım açık, gözlerim pörtlemiş ona bakarken neler dökülüyor ağzından Radyoloji uzmanı doktorumuzla telefonla konuştuktan sonra;
"Ben bu biyopsiyi yapmam her yer tertemiz, babam da olsa hocam yerinde, yapmam on beş gün sonra kontrole gelin..."
"Peki" diyorum, "haftaya seyahate gideceğiz müsade var mı?"
"Olmaz mı gitsin eğlensin dinlensin sonra gelin tekrar..."
Bak diyorum babam gördün mü? Yine seviyor Allah seni, haydi gözümüz aydın...

22 Şubat 2010 Pazartesi

Nereye Kadar Emrahvari, Kaşlar Ortada Birleşin Modeli Gezmek...

Tamam geldi mi üst üste, yığıldı mı tepeleme, durdu mu geldi mi gitmeyen...
Hani yataktan kalkarken pazar sabahları; gerçi benim en büyük fantezim kaldı aklımın bir köşesinde, şöyle uzun uzun gerinirsin, yatakla uzun uzun vedalaşırsın, hem kalkmak ister bir tarafın, kal amaan yat der öbür yanın...
Ben de bugün sabahın saatinde o kadar esnemesem de bir kalkış kalktım ki geceden kalma halimden sıyrılıp derinden bir ohh çekerek...
Bazen Lost' un kara dumanı gibi sarılıyor yanım yörem, duvara itiveriyor bir hışım, o zaman nefes almak kabil değil ki göz gözü görmez...
Sonra o dumandan arınınca ortalık, gidince baştan kapkara bulut...
Eller açılıp "sen kaldıramayacağımdan fazla yük yükleme omuzlarıma Rabbim" dedikçe, sabahı gökkuşağı oldu, hatta kusura bakmasın bir yorumda okudum bir blog yazan arkadaş GeCe ye yorum yazmıştı...
".........Allah aslında sıkıntı ve sınavla bizi kendine yakınlaştırıyor.........." diye...
Sınavdan geçeceğiz izninle dedim kendime...
Babam cephesinden yine sabredecek bugüne şükredecek durumlar devam, hatta koca bir okyanusu geçerek o kadar kitleyi ezdik bitirdik ama hainin biri bir baş verdi yarına biyopsisi var, şimdilik emin olmamakla birlikte genel anesteziyle yapılabilir dediler yarına kesinleşecek...
Sonrasında Allah başa döndürmesin, nasıl bir tedavi izleneceği belirlenecek...
Babamın bir oluşumdan haberi yoktu 15 gün önce kullandığı antibiyotik için enfeksiyon olmuş dedik, fakat bu parça alınma işi bakışlarını uzunca bir süre bir noktaya sabitlemesi şeklindeki duruşuyla bizleri epey korkuttu...
Yine de Allahım hayırlı şifalar verecek inşallah, beklemedeyiz sabırla...
Lost' un kara dumanı fena duman, yandan vantilatör tutulmuşçasına olmasa da hafiften ama emin adımlarla veda ediyor...
Hele ki aldığım bir haber var ki hiç hesapta olmayan haftaya gerçekleşecek nasipse ruha bedene iyi gelecek ziyadesiyle...
Artık son, Emrahın kaş modeli gezme durumu, içte ve dışta...
Bugün havayı kokladınız mı?
Kokladım ben...
Mis misssss...

21 Şubat 2010 Pazar

Gelse...

Ak sakalıyla saçı birbirine karışmış, yüzünün ışıltısından yüzü seçilmeyen dede çıksa yemyeşil çalıların arasından...

Öyle nurla dolsa ki ortalık, değil kendisine onun olduğu tarafa bakmanın imkansız olduğu bir ışık hüzmesi bir aydınlık...

Sonra derinden bir ses ki ney tadında, dudaklarının kıpırdadığını görmeden o ışıktan gelse ses...

"Üzülme evladım, sıkılma, hepsi geçecek dardan çıkacak, feraha kavuşacaksın, şükretmeye devam et ve sadece sabret, sabrın sonu selamet...

20 Şubat 2010 Cumartesi

Bu Kampanya Desteklenmez mi?

Öyle güzel açıklamış ki asortik krep, katılmak isterseniz buyrun oraya...

1- İstediğiniz bir parçayı örerek bize göndermek.Bunlar ne olabilir..? Öncelikle bebekler ve çocuklar için yelek, hırka, patik, atkı, şapka ve ya battaniye.2- Örgü örmek istemeyenler ama ben yine de destek olmak istiyorum diyenler için el yapımı herşey.. İçinizden geçen ve biz gönüllülerin satışa sunup kazandığımız paraları burslara bağışlayacağımız herşey.Alt bilgi olarak belirtmek istediğim bir şey var ki, 2. el daha kullanılması mümkün olan evinizde değerlendirilmeyi bekleyen giyim eşyalarınızı da gönderebilirsiniz. Örgü ya da kumaş olabilir, her yaş grubu tercihimizdir ama bebekler için genelde daha sıkıntı çekiyoruz diyebilirim.Burada belirtmek istediğim bir husus var ki....
Devamı buradan...