8 Nisan 2010 Perşembe

Çekemezler Bilirim...

Yemek tarifleriyle süslü bloglarda sürerken sörfümü, düştüm bir ara, dalga da hazır kaybolmuşken yattım üzerine tahtanın, verelini dedim...
Mezuniyetin ardından, eve kesin dönüş sonrası öyle dışarda gezeyim bir adam değilim, cumartesi günleri meşhur yemek dergisinden bir tatlı bir tuzlu deneme günüm...
Cumartesi semt pazarı, annenin yanına düşülür, pazar elek felek edilir, parmaklarımın boğumları morarır eve gelinceye dek, anneye tek torba taşıtmamak için...
Sonra anne onları yerleştirir, gerekli yardımlar yapılır ve tarif uygulamasına geçilir...
Sunumu oldum olası beceremem, hatta yalandan pastayı bile biri geçse de başına kesse dağıtsa diye gözünün içine bakarım...
Yapar bırakırım abi diyen bir ruh hali benimki...
Nasıl bir hevestir o yaptıktan, ilk lokmaların alındıktan sonraki benim gözlerimi pörtletip ilk tepkiyi beklemem...
Bir de çaktırmamaya çalışıp, biliyorum şahane olmuş zaten birinci belli ikinciye bakalım pozları...
Tabi mülayim düzgün efendiden bireyler olmadığımız için illaki ıyyy denilir ya da hakkıyla lezzetin tepkisi verilmez gıcıklığına...
Tabak biter kendi aralarında konuşulurken es kaza ya da neyse hadi güzel olmuş aferin duyulur ağızlardan...
Pastaya böreğe parmaklarını zor kurtaran hainler, iş yemeğe gelince neden dudak bükerler anlamam, çekemezler bilirim...

Romantik Yağmur Tıpırtıları...

Şu yansıma sözcüklerini hep komik bulmuşumdur yağmurun tıpırtısı, suyun şırıltısı kapı tıklaması, ağız şıpırdaması...
Seneler evvel hatırı sayılır bir spor branşının federasyonunda çalışırken, sonradan ağabey diye hitap ettiğimiz çok sevdiğimiz bir genel sekreteri vardı ki hala da çalışır kulakları çınlasın...
Yağmur yağdığı vakit alırmış eşini, atlarlarmış arabalarına iki aşık, bir yerde durup motoru durdurur, yağmurun cama vuruş seslerini dinlerlermiş, en büyük huzur derdi...
Ondan aklımda, ne zaman arabada yağmur yağsa, cama vuran yağmur sesiyle hep o aklıma gelir...
Şimdi müstakbel yerimde alüminyum tepemde, bu sefer yağmurun tıpırtıları daha bir güzel geliyor, arada yer yer aksa da...
Tıp tıp akarken dalıp gidiyor akıl, şiddetiyle savrulup yavaşlamasıyla dinginleşiyor...
En sevdiğim hava puslusundan, yağmurlu, serin, kurdun puslu havayı sevmesi misali...
İçimin açıldığı, haberlerin sevindiriciliği, ruhun oturduğu, hayatın benden umulmayacak dinginlikte yürümesi...
Bu hali de çok sevdim ismin yalın hali gibi, hayat da bu ara yalın...
Oturunca anlar insan, ne kadar yorulmuş olduğunu...
Güzelmiş böylesi keyifli, yorgunluktan arınmış, hamamdan çıkmış, gazoz elimde, gözlerim buğulu buğulu derken tam koluma pıt diye yağmur damlası geldi :)
Yağmur da hızlandı tepemde tıp tıp tıp...

7 Nisan 2010 Çarşamba

Tanıdığın Tanıdığı...

Pazartesi anjio yapılacak fakat doktorların özel hastalarından sonra sıra bekleniyor...
Sıra gelmezse, ertesi güne fakat kadın geceden beri aç, takatsiz, zaten de nazende...
Beş kızı, bir oğlu başında, kapı kapı bir şekilde tanıdık bildik aranmaya çalışılıyor...
Sonra kızlarından birinin, komşusunun bir tanıdığının tanıdığı hastanenin bir bölümünün başkanı, ona rica edilip anjioya giriyor...
Ağlamalı bekleyiş, birden kapı açılıyor Hamdüne Hanımın yakını der demez hooop 7-8 kişi ayaklanıyor yok diyorlar bir kişi gelsin...
Ağlak durum artıyor sonra damarlarının yaşı münasebetiyle ince olduğu balonla açılamayacağı stand takılması gerektiği söyleniyor müsade verir misiniz?
Hemen verildi müsade...
Bekleyiş devam sonra yine bir kişi çağırılıyor bu sefer de takılacak stand in nevi soruluyor, yerli malı olursa yeniden damarın tıkanma ihtimali %90, ancak 3000$+KDV verildiği takdirde ithal stand de tekrar tıkanma oranı %10...
Paralı olanda karar kılınıyor, Hamdünem çıkıyor anjiodan yarı baygın...
Yoğun bakıma yatırılıyor, iki teyzemle ben yanındayız yukarda...
Açtı gözlerini, panik olup kafasına takmasın diye amaan damarını açtılar o kadar dediğimizde yok yok diyor ben bildim kasığımdan girdiler birşey taktılar...
He dedik boşver sen onları iyi ol takma kafana...
Hemşire geliyor umulmayacak kadar güler yüzlüler, nerelisin teyze diyor, diyoruz duymayabilir kulaklığı yok, bizimki işine geleni duyuyor tabi "Kayseri" diye bastıra bastıra bağırıyor...
Çıkardık dün eve, gayet iyi çok şükür bu da atlatıldı...
Babam bir başka bakıyor Hamdüne' ye (evde Rengin' de dahil, kah Hamdüne deriz kendisine, kah boncuk, kah pamuk, en son anneanne) hastadaşı ya pek ihtimamlı...
Bu arada babam maşallah diyeyim, dağlara taşlara "iyi" bile demeye dilim varamıyor kendi kendimin nazarı değmesin diye...
Bütün hastalara tekrar tekrar şifa inşallah...
Dualarınızı hep ilettim, gözlerini kapatıp gülümsedi pamuğum...

5 Nisan 2010 Pazartesi

Doktorun Yoksa Öl...

Beylik laflar var ya, hayat kısa, sevelim sevilelim, sevdiğimizi söyleyelim gezelim...
Cidden bu lafları küpe yapıp kulağımıza asalım...
Sonra diyoruz ki şu yalan dünya bak daha dün şöyleydi böyleydi diye...
Cumartesi plan şu, kızımı alıp annemlere gidip, babamı, annemi ve anneannemi alıp pazartesi Umre ziyareti yapacak halama gideceğiz...
Tam çıkacağım evden annemden bir telefon, anneannenin göğsü yanıyor iyi hissetmiyor hastaneye gidiyoruz...
Onlar gittiler hastaneye ne de cenabet gün cumartesi, ne doktor ne başka birşey...
Gidiyorlar hayli kalabalık bir hastanenin aciline ki sonradan köpekler gibi pişan olarak o hastaneye gidilir mi diye ama basireti bağlanır ya insanın öyle zamanlarda...
Acil müdahale ediliyor hemen, kalp krizi geçirmiş 83 yaşındaki pamuğum, her an geçirebilir diye acilde yatıyor servise de yer yok zaten acilin kah koridorlarında kah yerinde, geldik pazartesine ki acil anjio olması şart...
Ancak bir doktor geliyor bizimkilere "doktorunuz var mı?"
Yok acil geldik bileydik muayenehanesinden geçerdik zaten usül buysa kaidesiyle yerine getirirdik...
Ancak yok şimdi doktoru olmadığı için ve koca hastanenin iki anjio makinası varmış biri bozuk, listede görünmesine rağmen özel hastalar alınacak anneannem de kimbilir ne zaman alınacak aç bilaç sırasının gelmesini bekliyor olmazsa yarına...
Şimdi alıp başka bir hastaneye götürülecek, aklım da yüreğim de orada...
Dün bir defter ilaç yazdırmaya bekliyorum doktoru, hemşireler kendi aralarında konuşuyorlar "Allah vere de bugün bilmemne hastası gelmese çünkü ilacı yok". Öbürü de "sen onu diyorsun, bence toptan hasta gelmese çünkü normal ilaçlar da suyunu çekiyor"...
Sonra biri döndü bana "Ben asla ne çocuğumu, ne eşimi, ne yakınımı buraya getirmem, siz neden geldiniz? Baksana arkandaki ilaç dolabına tamtakır"
Talihsizlik dedim tamamen...
Götürebilir miyiz peki?
Götürün neyse ki şimdilik benzin parası var hastanenin, ambulans verebiliriz...
Vay anasını sayın seyirciler vay...
Bütün hastalara acil şifalar...

29 Mart 2010 Pazartesi

Fotoğrafın Dili ( Öylü Atölyesi)

Beyaza uyanıyorum her sabah, bembeyaz sayfaya...
Üzerinde çizgiden Cin Ali adamları kadınları...
Ayağımı yataktan yere basınca ete bürünen bedenim sonrasında renkleniyor...
İlerledikçe renkleniyor gördüklerimle, alaca oluyor renkler...
Sonrasında gökkuşağı renkleri üşüşüyor yağmur olup yağıyor...
Altından geçip altın sandıktan bu sefer payıma düşenleri alıp dağıtıyorum sayfama...
Rengin oluyor renkler, rengarenk, siyahı da pembesi de şekilleniyor sayfa tüm gün...
O cümbüşün içinden niyet çekiyorum hatta renklerden fal tutup...
Renklerin kokularını duyumsuyor içime çekip ferahlıyorum...
Gün biterken sonra, sayfa yeniden beyaza bürünmek, sabahına varmak üzere nöbetini diğer sayfaya devredip uykuya savıyor sırasını...

28 Mart 2010 Pazar

Seviyo (rum), Sevmiyo (rum)

















Hayvanat bahçesine gitmeyi gezmeyi seviyor muyum sevmiyor muyum muamma...
Çocukken meraktan gidilip bakılası yerdi, şimdi çocuğun var görsün diye gidiliyor, bir de Ankara' nın nesi var başka ki denilip gidilecek listesinde yerini alıyor ister istemez...
Her defasında yüreğim çitileniyor o hayvanları gördükçe, o bakışlarını, sanki dile gelip anlatacaklar, insanların hele o maymunların önünde onlardan fazla maymunluk yapmalarını, hele hele beni magmaya gönderen, dumur diyarlarında turlar atmama sebep bir baba...
Baba oğul bakıyorlar üstteki maymunun önündeler, babası şirinlik mi yapacak aklı sıra nedir, çocuğuna : "biraz seni mi andırıyor ne?"
Oldu ya andırıyor da, sen kimleri andırdın şimdi, çocuğa ettin laf da kime dokundu ucu...
Velhasıl güneşli gün tadı çıktı çıkmasına, Rengin' in tabiriyle aile gezmesi yapıldı hanımefendiye gün beğendirildi bitti...

26 Mart 2010 Cuma

İşime Geliyor...



Tevekkül etmenin dayanılmaz hafifliği, okuldan eve gelince sırt çantamı birden girişteki halının üzerine atmak gibi...
Bir manası da acizlik diyor, yok tabi ben almışım tedbirlerimi, bırakmışım sonucunu ortaya koymuşum, gün getirecek ayağıma...
Böylesi daha iyi, hem güvenilir, hem heyecanlı Aziz Nesin' in dediği gibi "du bakali ne olacak" denilesi...
Bu ara en büyük sıkıntı, yeni başlayacak hayat ve onun getirisi yeniden okula başlama hadisesi...
Hiç Rengin başlayacak filan değil, düpedüz ben başlayacağım, ben okula gidecek, o ödevlerin ağırlığını ben çekecek, yazılılara ben gireceğim...
O yüzden heyecanım, hangi semt, hangi okul, hangi öğretmen...
İşte budur tevekkül acizliğim, yükü üzerimden attım, havalemi yaptım, herşey yoluna girecek, tıkır tıkır işleyecek, gülen olacak başroldekiler...
İyi iyi, hep iyi olacak, hep iyi gidecek...
Ha bir de şu "browni intense" biraz daha büyük olsa olmaz mı ikinci paketi açarken bir önceki lokma bitiyor da...

24 Mart 2010 Çarşamba

Yemek mi Beni Yedi Ben mi Yemeği..?

Böyle birşey var sıkça kullandığım, yemek yerken konuşmayı dahası laf yetiştirmeyi sevmediğimin üzerine söylediğim söz...
Bahar için de geçerli, gerçi hiç bir zaman aman da çiçek açtı, gönlüm şenlendi olmadım, olamadım, oldumsa da içimden oldum, belli etmedim...
Kötüsü bu herhalde, sevinci ve üzüntüyü içsel yaşamak...
Tuhaftır benim sevinç emarem yok, üzüntü de...
Babaannemin vefat ettiğini öğrendim an baktım öyle boşluğa, kaldım...
Okula girdim üstelik birinci ( beden eğitimi öğretmenliğine) haaa öyle mi teşekkür ederim dedim, bitti...
Hani hoplayayım, zığlayayım, çığlık çığlığa Allah yırtayım kendimi yok beni bozuyor demek...
Sadece babamın tedavi yarısında, kitlenin % 50 küçüldüğünü öğrendiğimde babamla ikimizdik radyoterapi seansı sonrası, o zaman babamla beraber sarılıp ağlamıştık verdiğim en bariz tepki...
Ne diyecektim, neden başına geçtim ki, güzel yine de demek için mi yok, geçmişimi yitirdim ben hala onun üzüntüsündeyim demek için...
Koca bir yazlık çantanın içindeydiler, benim, annemin, babamın, tanıdık, akraba, arkadaş, eş-dost herkes, ömrün kesitleri kuş olup uçtu, koca çanta dolusuyla...
Belki bakıp bakıp içlenecektim şu anki durumda, belki de iyi oldu bakma daha fena olursun dedi Allah, hayrı da burada belki...
Yine de olsalar iyi olurdu, kimin eline geçtiyse ulaşsa bana olmaz mı?
Bir sabah, akşam da olur fark etmez, bulsam ben onları siyah beyazların içinde kaybolsam, renklilerin içinde açsam...
Kimseye fayda vermez bana verdiği hazzı veremezsiniz ki, geri gelin haydi...

23 Mart 2010 Salı

Hayırdır?

Böyle bir tesisteyiz, kim kimiz bilmiyorum, içerde futbolcular var bakıyorum neredeyiz bu futbolcular kim diye, antrenmana mı çıkıyorlarmış giriyorlar mıymış neymiş?
Yanımda Rengin, açıklık yemyeşil alan, masalar var aralarda, bir su akıyor bir taraftan ufak çay misali...
Bir masanın yanından geçiyorum, can amcam torunuyla oturuyor...
Sonra babamı görüyorum ağır aksak ilerliyor, güya yemek yenilen yerden yemeğini yemiş, yürüyor tek başına...
Yeşillik ama güneşli açık etraf...
Uyanınca da içimde rüyanın o ferahlığı...
Her gecenin sabahı misali...
Sivilcelerimin, gerginliğimin, dualarımın ya da olmaması gereken, yakamı bırakmayan geçmişle hesaplarım...
Bu sabah serviste öğreniyorum, bir takımın eski başkanının vefatını, ha diyorum o futbolcuların kerameti oymuş...
Yeşillikler, güneşli durum da biyopsi sonucunun ferahlığı olsun, içim aydınlık ne olursa yine de hayır olacak ne olursa bugüne şükür...
Bir de eskilerin dediği "Şükür Allahım" deme Hamdolsun de...
Neden?
Şükür deyince Allahım bu duruma şükür ama sen yine ver demekmiş...
Hamdolsun deyince sıkıntıda olup da hamdolsun demek Allahım bu durum iyi fazlasını verme demekmiş...
Öyle derler...
Aman kafam karıştı, zaten karışık...
Her zaman derim, mühim olan yüreğin durumu, temiz olsun, pak olsun, yetti bitti gitti...

22 Mart 2010 Pazartesi

İçim Oldu Sarmaşık...

Sabah gelince depoyu açmak için asma kilitleri teker teker özgürlüklerine kavuştururken tam, tepede bir kablonun üzerinde bir küçücük serçecik aman ne ötme bülbül yanında halt etmiş...
Günaydınlaştık kendisiyle...
Evden çıkmadan yüzümün türlü yerlerinde çıkan hala ergenlik sivilcesi intibasını kaybettirmeyen sivilcelerimin üzerine sürdüğüm kremin etkisinden gerilen cildim miydi yoksa ben miydim bilemeden o serçenin ötüşü bir gevşetti beni...
Gevşememe sebep senelerdir baktırmadığım güya kendimce tövbe ettiğim falda çıkanları kafamdan atmak istemem mi, yarın çıkacak biyopsi sonucunun heyecanı mı, kızın okula gitmek istememesinden anneannesine bırakmam ve bunun devamının ne olacağı endişem mi, haber alınamayan yolcudan mı, iki üç ay sonra düzenin değişeceği ama nerede konuşlanacağı hakkında en ufak bir fikrimin olmamasından mı...
Bilemedim...

19 Mart 2010 Cuma

Çocuklar Kendi Kendilerine Böyle Olmuyorlar...

Mahallenin yeni açılan marketi, zaten iki oda bir salon büyüklüğünde, koridorlar bir kişinin geçebileceği genişlikte ama içeride bulunan insan sayısı sanki küçük evlerde mevlüt varmışcasına itiş kakış...

Rengin hanımın ısrarlarıyla haydi gidelim bari denilen ama sonradan aldığı sütü içmesiyle kasa sırasında otuz dakikaya varan beklememizin sonuçları insanların daha doğrusu gördüğüm manzaranın vehametini serdi ortaya...

Sırada efendi efendi bekliyoruz, arada bir kavga oldu onu seyreyledik olacağı buydu diyerek...

Sonra yan kasada bir kadın ve 3-4 yaşlarında bir kız çocuğu...
Kadının sepeti bir elinde, diğer elinde araba anahtarı vermek istediği mesaj alındı arabam var...
İyi güle güle kullan, kazasızından ama sok onu cebine, gerek yok...
Sonra kızımla iyi ilgileniyorum bakın onunla çocuk olabiliyorum imajı boşa yırtma kendini komik oluyorsun çünkü...

Derken çocuk yüksek sesle hatta bağırarak insanlara dönüp aptal manyak filan diyor, nanik yapıyor, çığlık atıyor arada, anneden ses yok, arada gülümsüyor kızına aferin dedi diyecek, dese şaşırmayacağım...

Sonra küçük bir ürünün etiketini çıkarıyor raftaki ürünün etiketine yapıştırıyor, gülüyor, anne bak ne yaptım diye, abartmıyorum anne "aferin kızım" dedi en sonunda...


İşte yeni neslin mimarı "bilinçten bihaber anne modeli"...


Rengin de kızı seyrediyor beni dürtüyor ne yapıyor anne bu gibilerden...

Biz yeni nesilden umutla beklentiler yaşıyoruz öyle mi?

18 Mart 2010 Perşembe

"İçini Tereğe Koymuş Kadın" Açılımı...

İtiraf etmeliyim zorlanacağım, heyheylerimin pardon ilhamcıların gelmesini, yazı içinde satır ilerledikçe alayım, mamafih bugün erkenden yatmak ister bünye...

Hayat dediğimiz; kıvrımlı yollardan mütevellid, geçilmesi zaruri açık hava tünelininden idame ettirilmeye çalışılırken, yaşanılan akan karelerin bazı yerlerinde bazen bir flaş patlar, gözüne gözüne kadının birden...
Arada olur belli devrelerde, en olmadık, beklenmedik zamanlarda; zaten geleceği önceden bilinse, tedbir alınılır mı bilemem ama haberli gelmez mendebur...
Çok da karalamamak lazım, zira aklı başa getiren bir işlevi oluğundan teşekkürü bile hakeder, en içteninden...

Hani bir önceki yazımda komşudan gelen bir tespit vardı, ikili aynı evdedir ama ayrı hayatları vardır ama bir mutludurlar bir mutludurlar sorma tespiti......

İşte bu komşuma ithaf ediyorum açılımı, kendi açılmış beni deniyor hınzır, anlattıklarını doğru anlamış mıyım diye...

O yüzden baştan dedim bu yazı zor yazı, kompozisyon sınavı gibi yazı...

Nerede kalmıştım; dingin giden hayatın içinden, ara sıra dalgalanan, bazen şiddetli fırtınaya maruz kalan geminin ikinci kaptanıyken, o kadar alabora tehlikesine karşı koymuşken, en olmadık yerde belki kahvaltının başlangıcında yüzler yıkanmadan daha belki, hasbelkader edilen iki kelamın patlattığı flaş, o gözü öyle bir açar ki, tövbe bir daha kapanmaz...

Nedir ki o zaman bir kıytırık lafın alamet-i farikası?

Yalandan bence, zaten sırasını bekleyen hadiseymiş, bir kıvılcımla vuku bulmuş... Her olayın suçluşu aranırcasına da, sabahki laf günah keçisi olmuş, yazık...
Kadının zaten içi hep terekteydi ki, sadece kendi bilmiyordu, kendine dışardan nasıl baksındı...
Öyle bir mekanizma örmüştü ki etrafına, milletin aurası bizimkinin koca duvarı, zırhını o kadar kalın kuşanmıştı ki imkansız ufacık bir ışık sızdırmazdı...
Kadın, zamanla görüş farklılıkları kazandı, asıl flaş daha önceleri "öğrendiği"ydi aslında, kabul etmek istemese de ilk zırhından ışık ondan sonra sızdı, baktı hava alıyordu, sonrasını koyverdi...
Süreci çok ağır yaşasa da, aklı selim bir ruh haliyle ki savunma askerlerine iyi eğitim vermesinin faydalarını gördü, oturduğu yerden kısa sayılabilecek bir sürede kalktı...
Onca yıl "kendi" çektiği arabanın, hatta kağnının yol aldığı bir arpa boyunun kendi katma değerleriyle hayatını dolduran kadın...
Kendini başka meşgalelere vererek, asıl meseleyi örten kabul gören kadın...
Sonra asıl mutluluğu bu şekilde yaşayacağına inanan kadın...
Ben bu kadar kolay görmüyorum hadiseyi...
Her nevide olduğu gibi, bunda da akılllara şu soru dalıveriyor hemen...
"Nereye kadar?..."

Haa yapılabililirliği hayli fazla, fakat bu kıvılcımdan ve bu kıvılcım sonrası akla gelen baştan, karşı tarafın şimdilik haberi yok...

Değişen ruh halinden, abartılı rahat görünen moral yapısından, hal hareket tepkilerden, hayli zeki olan karşı taraf illaki sezecek bir müddet sonra...

O zamanı da, o zamana bırakmalı, kadının yaşadığı şu anki huzuru, mutluluğu ve yeni atladığı çağın getirisinin hayırlı, huzurlu, içine sinesi, olmasını diler ayrılırım huzurlardan ben de...

Daha hissiyatlı yazmak isterdim fakat ne saatler 00:00 da ne de gözlerimi kapatan uyku buna müsade etmekte...

Yine de en olanca hissimi aktardım kabul edile...




("Hocam bir de not verirken elini korkak alıştırmazsan... Rica edeceğim... Çok mersi")

Erkeğin Sevdiği Kadın...

Konu ve içinde yazdıklarım benim sahşen, bizzat, kendimin gözlemleri, bir miktar hayal gücü, bir miktar dürten tarafımın ürünü...

Şimdi efendim; bunca yaşımın, bunca gözlemlerimin ve yaşamamın neticesi olarak vardığım kanı şudur ki;

Erkek, lafa gelince kadının akıllısını sever ister ama kendi eşlerine bak hepsi vik vik kedi gibi kocaya muhtaç tiplerdir...

Neden? Çünkü erkekteki ego durmadan şunu der; ben kadının koruyucusuyum, hatta He-man iyim ben onun limanıyım, ben ne dersem o olmalı...


Yok böyle birşey tabi, herkesin limanı kendine, yüzlerce insan arasında akılllı insan bilir ki; aslında herkes yalnızdır...

Sonra aklıma eş tipleri geldi,

Birinci tip; en akıllısı ve benim gıptayla baktığım, sonsuz saygı duyduğum sınırsız zeki ama kocasına belli etmeyen kadın...

Bu kadınlar ileri derecede zekaya sahip ancak kocasının egosunu sürekli okşayan her daim salağa yatan tipler, sana ihtiyacım var kocam, koru beni kocam, evimin direği kocam, ben bunu yapamam ki kocam sen bir el atsan kocam...

Mesajı alan koca da -yazık ona-, karısının etrafında turaba (deli olur, dört döner manasında) olur...

Ben yapamadım, yapana büyük saygım var, helal olsun...

Kendini eşe adayan, koca önceliğini çocuklarından öte tutan, fikirlerini kendi fikriymiş gibi benimseyen, benim yerime düşünüyor, en doğru ve iyi kararı beyim verir nasılsa şekline bürünmüş kadın...
Yalnız fazla sürmez aklı başına gelecektir bu kadın tipinin çünkü nereye kadar bu devran...


Bir de başarılı erkeğin yükünü ben taşıdım, ben vardım arkasında diyen aklı sıra okumuş yazmış, mürekkebin dibine batmış, ancak eşekliği baki kalmış kadın tipi var ki o fena...

Kibir onda, sonradan görme desen onda, neyidüğü belirsizlik onda...

Ben deyinmeyeyim daha fazla, hızla uzaklaşayım aman, evlerden uzak...

Sonra kocasıyla iletişimi olmadan yaşayan eş var, toprağın üzeri gübreli mis, fakat içini görme işte, o iletişimsizlik yüzeydeki toprağı hiç kıpraştırmamış, dolayısıyla alttaki durumun vehametinden haberdar olmasına rağmen ikili, yine de birbirine belli etmeden aman gün geçiyor, günü kotaralım derdimiz diyenlerin deryası...





Bir de çevreye esen yağan kadın var, evde kuru ekmek yeyip tabir-i caizze, dışarıya aman et yemekten de gına geldi diyen tip...
Kocasından sevgilisiymiş gibi bahseden, dertsiz tasasız, aşktan başka derdimiz yok imajı çizen kocası her daim yüreğinin yarısı eşi menendi bulunmayan koca varmış gibi davranan hayalperest yarım akıllı kadın ama toplumda hala itibar görür bu tipler...


Kıskanç kadın tipine değinmeye hiç lüzum yok, hele ki bunun cahillikle, okumuşlukla hiç alakası yok, kanımca kişilik oturmamasından, kendine güven yoksunluğundan kaynaklı...

Sonra kimseye eyvallahı olmayan kadın tipi var en akıllısı o ama dolap çevirmeyi bilmediğinden, henüz törpülenmediğinden pat küt dalıyor, hakkımı ararım kendimi savunurum ben de varım dese de sürekli, adam höykürüyor kadın höykürüyor, iki deli bile birbirini görünce değnek saklarlarken o akıllarıyla bile, bunlarda o meziyet olmadığından muharebe eksik olmuyor...


Daha bir sürü bir sürü kadın - eş tipi var...

Aşırı muhafazakar kadın var tabi eşiyle doğru orantılı beyinin bilmem kaç adım gerisinde yürüyen...


Başka başka kendini geliştiremeyen kocanın evden çıkarken buzdolabının üzerine koyduğu harçlığın miktarına ses çıkaramayan yetinen kadın...

Bir de yan komşudan bir tespit geldi eklemeden geçemeyeceğim...

bir de tek başına kadın ve tek başına erkek vardır ki
onlar da ayrı ayrı birlikte yaşarlar
:)
en mutluları da onlardır


Var oğlu var işte...

Konu nereden çıktı blogları gezerken sonra gazetelerden eş dost yaşanmışlıklardan...
Çok sert çıkmamışımdır umarım, yazılarım elbetteki kimseyi hedef almıyor, haşa haddimi bilir, kimseye çamur atmam, tövbeler olsun...

Yalnızca dediğim gibi kendi gözlemlerim NAÇİZANE...

HATTA hepsi birer HAYAL ÜRÜNÜ...

Yeni Kayıt...

Aslında aklımda "İçini Tereğe* Koymuş Kadın" ı anlatmak vardı da...
Dalmayayım gecenin bir vakti dedim bunları buldum ben de...


* Terek Kayseri yöresinde duyduğum mutfaklardaki raf anlamında...
Konu ise tamamen bugün bir dost meclisinde ortada geçen konu ki nazarlardan saklasın benimle alakası yok ben 23 Nisan tadında yaşayıp gidiyorum...

15 Mart 2010 Pazartesi

Okuya Okuya...

Geceyi seviyorum...
Blog okurken gaza gelip aklıma üşüşenleri parmaklarımdan dökmeyi... Aslen yazacak spesifik bir konu yok aklıma geleni bırakayım ortaya...

Çıt yok salondan, baba kız kanepede uyumuş kalmışlar, haydi Bey jetlag, kıza ne oluyor o da yavrum bir öksürük, bir halsizlik ha bir de babasına deli düşkünlük Allah ayırmasın...
İşte huzur ve de en büyük zenginlik kaynağım...

Bugünkü kreş psikoloğuyla güya Rengin' i konuşacaktık ama rol değişikliğiyle birbirimize ki daha çok ben, telkinlerde bulunduk amacını aştı ama sonunu Renginle toparladık da vicdanlar rahat...

Dün bir spor kanalında deli uçurumlardan akla ziyan kayakçıların inişlerini seyrederken kendi kayak dersim aklıma geldi insan kayağa gidince mi anlar yüksekten korktuğunu?

Her inişin bir çıkışı ve de tam tersi durumun huzurunu yaşayan taşıyan bünye, nazarlardan korusun diyerek mesut günler yaşıyor, aslında hep mesut fakat bazen karamsarlık denilen örümcek adamın ağına kendini kaptırınca çıkışı bulamıyor yoksa bal gibi de biliyor sürekli yanındakilere şükrettiğini, hatta aldığı nefese bile, sıkıntıların hastalıkların da geçici olduğunu biliyor işte, insanoğlu ve onun laf dinlemez yüreği...

Oturduğum yerden hiç kalkmadan sihirli bir bardağım olsa, içindeki kahve hiç bitmese, iki tatlandırıcılı, kremalı filtre kahve, tamam filtre kahvenin içine krema koyarak hakkını veremesem de, damak tadı yok mu ah, o tadı anca kremayla yakalıyorum... Ha oturma eyleminde kahvenin yanında bir sürü dergi olsun, kitap olsun, sonra orada uyuyakaldıktan sonra üzerimi örtmeye bir de battaniye, daha ne isterim...

Bavul hazırlamak ve gelen bavulun posta posta çamaşırlarını yıkamak kanıksadığım vazifem, yine ufukta bir hazırlık görünüyor hayırlısı...

Ezel dizisinin şu an itibariyle yeni bölümü ekrandan akarken ben de bu ekrandan kayıp, uzatıp ayakları, az önceki kahveden hazırlayıp, dizinin ahengine bırakayım bari kendimi...

Fotoğraf bila tarihli başka bir uykudan...

Issız Derya...

Yüzüyorum alabildiğine geniş bir denizde, rüya gibi hani olur ya nereden peydah olunduğu belli olmayan birden bitmişsindir neredeysen...

Bu da bir rüya farz-ı misal ama herşeyi hissedilen...

Hava aydınlık, güneş o kadar ışıltılı ama kendisine bakınca gözleri kısmaya gerek yok, insaflı davranmış kamaştırmıyor...

Denizin ortasındayım, epey derin olsa gerek fakat dibi cam gibi , rengarenk balıklar tepişiyor bir o yana bir bu yana, köpek balıkları bile efendi, korkutmuyor...
O havanın kokusu içine çekilesi, her zerresi şifa dolu...

Bir huzur ki; suyun üzerinde ne bir korku ben neylerim buralarda dedirtecek, ne bir yorgunluk kıyı nerede nasıl yüzerimi düşündürecek...

Bakıp bulutsuz gökyüzüne, o mis havayı çekip içine, yanındakilere şükredip ohhhh feraha ermek, refaha kavuşmak bu olsa gerek deyip, elleri başın altına koyup sırt üzeri suyun üzerinde salınmak...

14 Mart 2010 Pazar

Adliyenin Koridorunda...

İki sıra var karşılıklı 11. ve 12. sulh ceza mahkeme salonlarının önünde...
Önce oturdum birine yalnızım, telefonla konuşuyorum, susmuyor hiç girdin mi bitti mi...
Dağılıyor kafam oturuşum da bir bacağımı öbürününkine atmış yayılmış ki daha efendi gibi oturmayı beceremem oturmuşum...
Karşımda sonradan neredeyse kanka olacağım iki kadın biri kapalı öbürü hükümet gibi dimdik oturuyor...
Neyse baktım sıranın bana gelmesine var daha dışarı çıkıp bir sigara tellendirdikten sonra bu kez karşı sıraya o iki bayanın arasına oturdum...
Fazla yayılamadım çantamdan kitabımı çıkardım okumaya başladım...
Kitap da "Ölmeden Önce Ölünüz" diye dini bir kitap çok severim okumasını böylesi kitapları da...
Sağ yanımdaki kapalı kadın dürttü birden...
"Hakkını helal et" dedi
"Hayırdır" dedim
"Az önce karşıda oturunca senden için dedim ki ne havalı kız burnu düşse yere almayacak, ama şimdi baktım okuduğun kitaba bak demek ki kimsenin içi bilinmezmiş affet dedi"
Güldüm...
"Helal olsun ne demek..."
Gülüştük...
Sol yanımdaki dimdik duran kadın bu kez sonradan polis olduğunu öğrendiğim...
"Ben seni karşıda oturunca dedim ki kendi kendime işte tam benim kafamda kız, delikanlı gibi efe efe..."
Sonra senin dert ne, benim dert ne derken zaman geçti, girdik duruşmalara çıktık dağıldık...

12 Mart 2010 Cuma

Korkuttun Babam Be...

Salı günü şehrime ayak bastım, ayaktayım hala bu saat olmuş yeni oturuyorum, oturma kemiklerim yer gördü kaba tabirle ayıptır söylemesi...
Bir hafta tatilin acısı çıkmalı ama hatırım kalır yoksa...
Çarşamba günü başlayan hastane muayene maratonu bugün molaya girdi...
Babamın dayanılmaz ağrıları doktorumuzu da endişelendirdi ve genel anestezi uygulayarak; çünkü babam ağzını fazla açıp kocaman aaaaaaa diyemiyor ve de muayeneye izin vermiyor dolayısıyla başka yolu yoktu bu sabah genel anestezi aldı 15 dakikalık bir operasyonla iki üç yerden parça alındı...
Radyoloji sonrası bir mukoza oluşmuş ne demekse, bir tümör yok dedi çok şükür...
O ameliyata girerken tabi annemle ben bir fena olduk, onu asansöre kadar geçirirken o on beş dakikalık operasyonun başlama ve bitme devresi bir saati tamamlamak zor oldu elbet ama çok şükür geçti bitti...
Şimdi patoloji sonucu sekiz gün sonra, doktorumuz gayet rahat...
Allah yüzümüze baktı on numara doktorlarımız var hatta mucize gibiler...
Şimdi asıl konuya geleyim bu mukoza dayanılmaz ağrılar yaparmış ve doktorumuz ismini yazarken konudan bahsetmek üzere de iznini aldığım Prof. Dr. Avni BABACAN kendisi...
Doktorumuz tavsiye etti biz de akşam üzeri soluğu onun muayenehanesinde aldık...
Benim de konuya aşina olduğum ama detaylarını kendisinden dinlediğim idealist ve kendini insanlara faydaya adamış bir isim...
Şiir gibi konuşuyor, O anlattı ben baktım, neden daha önce duymadm ki neden boşa ağrı çekilir ki diye...
Kendisi ağrı uzmanı ve Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Algoloji Bilim Dalı’nı kurmuş ve ağrı çalışmalarına halen devam etmekte...


Buradan ona rahatlıkla ulaşabilirsiniz...


Hatta ve hatta kendisinin 16 Mart 2010 Salı günü saat 13:00 te Gazi Üniversitesi Hastanesi' nde bir konferansı var konusunda...
Zamanı olup gitmek isteyenler için...

11 Mart 2010 Perşembe

Görmeden aşkın ardına sevgi...
Nasıl bir ikilem hatta daha fazlası...
Mümkün mü böylesi..?
Bilinmez...
Yaşanmamış ki...
Hem akla da uygun gelmiyor...
Yaşadığını sanan biri, yaşanmasın diye isyan eden diğeri...
Kocaman bir kandırmaca...
Rolün neyse onu oyna, çekil sonra sahneden, izleyici koltuğundan izle bu sefer de, az önce senin olduğun yerde olup oynayanı...
Ne peki seni böylesine deverana sevk eden...
Aynı dalgalanma kalbinde mi, yoksa yaprak oynamayan sahnende bir kıpırtı istemenden mi?
Belki de işi şakaya vurman, ciddi olmaman... Nesin sen...
O birisin evet...
Diğerinin sahnesini çalmış, orada oynamak isteyen yaramaz çocuk...
Haydi çocuk kendi sahnene...

10 Mart 2010 Çarşamba

Blog Yazısının Başıma Getirdikleri...

Tamam kabul ediyorum fevriyim, herşeye atlıyorum, sevdiklerime bir zarar ziyan geldiğinde ben neyim gücüm yeter mi demeden daha dur hey ne oluyora kalmadan içimdeki panter bakmışım havalanmış uçuyor...
Biri bana dese ki; günün birinde bir blog açacaksın, başınıza böyle böyle işler gelecek, sen de bunun üzerine parmaklarını çalıştıracak o parmaklarına emir veren beynin değil de kalbin olacak, ne yazdığını neye mal olacağını bilmeden içinin bu kadar dışına çıkmasına aldırış etmeden başına bunlar gelecek diye...
Bakar bakar dururum o diyene herhalde...
Hayat beni hiç bir zaman şaşırtamaz dediğim her an, o hayat al işte yine şaşır diye başıma küçük anekdotlar veriyor, ben de bakakalıyor şaşakalıyorum...
Şimdi bir çok kesimden okuyan var yazdıklarımı, tekrar tekrar söylemek lazım gelir diye yineliyorum kimseyle işim olmaz benim, işim Allah' a olan kulluk borcum, kimseye kin gütmem çünkü hafızam balığınkinden beter unutur gider, lazım geleni de affederim...
Kendi haline bırakırım insanları, kimseye bu meydanda hele hele ki insan vasfına haiz olmayanları, benim için kıymetli bu meydanımda adam yerine koyup da parmaklarımı hareket ettirmem kılımı kıpırdatmam...
Yani demem o ki kimse o güzel üzerine alınmasın, kimse aaa beni yazdı isim yazmadı ama kesin benim bu demesin bura kıymetli, o kıymette olmayanı burada barındırmam...
Tanımadığım kimseyle bana düşmanlık besleseler dahi haydi Allah' ın selameti üzerinize olsun der geçerim elimden bundan fazlası gelmez gelemez de, ayrıca da niye gelsin işim gücüm var benim...
İnsanların cezalarını kesmek bana düşmez, haddimi bilir Yarabbim sen iyisini bilirsin der seyreylerim, vaziyetin bundan sonrasını, bilirim ki kötülük yapan kötülük bulur eninde ve sonunda...
En olmadı çok darlanırsam Ayetel Kürsi okur karşımdakinin yüzüne üflerim, "bütün kötülüklerden sana sığınırım Allahım" der kendimi garantiye alırım...
Bu kadar girizgahtan sonra çok teşekkür ederim benim için iyi dileklerinize, arayana, sorana benimle endişelenene...
Sonuç şudur ki;
Herhalde bunu yazmak da suç değildir kimseye atıf filan değil kendi durumumu yazar paylaşırım kime ne...
Yalnız şunu eklemek isterim, yazmadığım, yapmadığım, kimseyi hedef ALMADIĞIM yazılarımın, karşıma en olmadık şekillerde çıkması dedim ya bu hayatta beni hiç birşey şaşırtamaz diye, yine lafımı yememe sebep oldu, olsun bakalım her işin hayrı sonradan çıkar...
Beş sene boyunca kimse hakkında yazı yazmadığım ya da hakaret etmediğim takdirde ertelenen para cezası ve müştekilerin avukat parası olan beşyüz lirayı ödeme cezası...
Yine düşünüyorum bunun da hayrı var, olacak göreceğim, beşyüz lira da çıkacağı var deyip geçtiğim mebladır...
Allah sağlık sıhhat versin hakikaten gerisi teferruat ha bir de aklı sağlığı bütün insanlığa...
Amin...

Blog Şans Dile...

Ben de blog gel sarılalım, blog bana dua et, valla etinizden sütünüzden duanızdan iyi niyetinizden derken derken...
Dün Dijle' den yazılı savunmam geldi elleri dert görmesin, kaleme bırakıldı hakim bugün karar mı verecek ne yapacak bilmiyorum duruşma 11:30 da...
Haydi ben bi gideyim bakayım...

9 Mart 2010 Salı

Atatürk' ten Önceki Gibi...

Taslak hali yazıları, yayınladığı gün tarihini değil de, yazıldığı tarihi kendine esas kabul edip, araya dereye sıkışıyor...
Tıpkı benim gitmeden önceki yazımın, kayıt et haydi deyip araya sıkışması gibi...
Geçen hafta, çok denk gelen bir durum oldu, önceden alınan devrenin hastalık sebebiyle kullanılmaması halinin bize yaraması durumu, sene başında sekiz gün iznimin ihlaline fakat bir yandan da on yedi aynı soyadlının birlikteliğiyle süren bir haftalık görüşme dilimi yaşanmasına vesile oldu...
Kızımla beraber birlikteliğimizin karasını çıkardıysak da -çünkü bu kadar bir arada olmuyoruz sık sık- çok anlaşabilir bir çift değiliz didişiyoruz nedense :)
Yine de birbirimize doyamadık da, birbirimizle olamadık da takıldık...
Enteresandır kaldığımız yerde wireless ağı olmasına rağmen güvenlik endişeleri yüzünden blogspot engelli...
Gerçi söyleyince açtılar ama ne yazı yayınlanıyor, ne yorum yapılıyor, oku geç misali...
Uzun zamandır bu kadar kalabalığın içinde olmamıştım, hele ki çalıştığım yeri sakinliği, otobüs dışında fazla insanla temas halinde olmamam, ağzına kadar dolu tesiste bir miktar şaşkın etrafa bakan turist kimliğine büründürüyor insanı...
Yanlış işletmecilik anlayışı ya da kendilerine göre illaki doğru ama olmamış işte, bir yerde tesisin devamlı yayılma politikasından inşaat gürültüsü, bir yandan kışın yüzde yüze varan doluluk oranındaki misafirlere ölü sezon personel sayısınca hizmet vermeye çalışılması faciaların en büyüğü...
Bir de ağzıyla kuş tutulup önlerine konsa aldırış etmeyen yurdum insanı da insafsız vicdansız olursa... Hele ki amanın o yemek saati bildiğin işkenceye dönüyor...
Uzaktan bakan deprem bölgesine yemek çadırı konmuş da insanlar aç haliyle izdihama sebep vererek karınlarını doyurmaya çalışıyorlar sanır...
Hayır burada da iki üç saat öncesinden zaten her yanını doldurmuşsun ne bu aç gözlülük...
Ben devamlı seyir halinde bir portre çizdiğimden, sıkça görevlilerle hasbıhal edip onlarla durumun kulisini yapıp kendime eğlence buldum yemek vakitleri...
Bir de bütün kaldığın yeri de çalışanıyla beraber nüfusuma geçirmişim paramla değil mi hepsini satın alırım edaları hele hele bu yerin başta tabiatına ters...
Bir de çok üzülüyorum, üzülerek de yazıyorum, insanımız hakikaten cahil, kendini kayıtsız şartsız kendini Er' inin aklına bırakmış, tamamen ona endeksli yaşantısının önden önden yürüyen kocanın bıraktığı ayak izini takipten başka bir vazifesi olmayan bu kadın çoğunluğu yurdumun da karanlık yüzünün noktacıkları...
Kalabalık noktacıkları ve ilerde yetişen evlatları...
En son Rengin' in söylediği beni derin düşüncelere sevk eden ki kimsenin ne inancıdır beni ilgilendiren, ne kıyafeti, fikir beyan etmem kat'a...
Fakat her halin de bir doğallığı, bir normalliği vardır şeklindeki düşüncemin ortasından Rengin' in sesi beni dürten...


"Anne, neden bu kadınlar Atatürk' ten önceki gibi giyinmişler?"

Neydi İstediğim...

Ve neydi yaşadığım...
Dinginlik huzur vesaire hareketsiz yaşama razıyım o anlamda değil tabi git gel ye iç filan falan işte...
Bir hafta yok olduğumun acısı bu kadar mı bir "yuh ya" lafına kabusa dönüşüp sol elimin orta parmağını uyuşturup karıncalandırsın...
O daha da enteresan ya bir de tansiyonum hiç çıkmaz o fırladı zahir sonkluyor kulak arkalarından...
Daha Ankara' ya ayak basalı ne oldu ne geçti yemediğim küfür nefsi müdafayla sokakta çığırınmam?
Allahım aklıma mukayet ol...
Ben geldim bu arada yazacak bir dolu, okuyacak bir dolu...
Önce kendime geleyim, çamaşırlar yıkansın, ev normale, ben normale döneyim döneceğimdir...

28 Şubat 2010 Pazar

Ara Açılınca...

Akıl burada kalıyor ama zamanın ne kadar kısıtlı olduğu gerçeği gark edince, aklının kaldığıyla kalıyor insan...
Hergün karalamaya öylesine alışmışken, yazmaktan el çekilip sadece okuyunca bu sefer de ne yazsamın cümleleri aranıyor...
Ben iyisi mi geçende öğrendiğim bir tarifi yazayım size...
Bildiğimiz tavuğun ilk defa duyduğum, nasıl olur ki acaba deyip pek kale almadan dinlediğim ama yapmaktan da geri durmadığım, yediğimde aman da ne güzel dediğim -lafı uzatıp kendimden sıtkımın sıyrıldığı- bir tarif buyrun...

Kişi sayısına göre tavuk göğsü bunları ceviz büyüklüğünde doğrayın çiğden haşlamadan...
Mısır nişastası
Karabiber
Soya sosu
Zeytinyağı


Doğardığınız tavukları nişastaya buluyorsunuz...
Karabiberini ekleyip soya sosunu ve bir miktar zeytinyağıyla iyice harmanladığınız tavukları mümkünse biraz sosu içine işlemesi için bekletin...
Soya sosu olduğundan tuz ilavesine gerek görmedim ama siz yine de kendinize göre belirleyebilirsiniz...
Sonra azıcık zeytinyağı döktüğünüz iyice ısınmış tavanızın harlı ateşini hiç kısmadan tavukları tavada karıştırarak pişirin...

Ben her türlü yemeği neredeyse mum alevinde pişirdiğim için iyice içini çeke çeke pişsin mantığıyla, epey çekingen yaklaştım hadiseye, harlı ateş birden dağlar diye öyle olmadı gayet güzel oldu...
Sonra efendim tavuklarınızı sıcak servis ediniz yanında makarna-pilav neyse zevkinize göre tüketiniz...

En son mısır nişastasının numarasını söylemeden sonlandırmayayım nişasta tavuğu öyle yumuşacık yapıyor ki tavuk tavukluktan çıkıyor çifte kavrulmuş lokum tavukların yanında halt ediyor...

27 Şubat 2010 Cumartesi

İznimi Yazdım...

Yazacaklarımın fazlalığı, zamanımın darlığı, bir koşuşturma, başımdakileri savuşturma derken derken...
Allah dedi ki sanırım, kulum çok yoruldu ruhen bedenen, onu dinlendirmeli...
Öyle ay ben tatile çıkıyorum baaaay şeklinde değil elbet, hani dışardan bakılan blogun şen kahkahalı yaşantısı gibi...
Bahanenin vesilenin gelişine baktık, öyle böyle denk gelmedi bir başkasının rahatsızlığı, bizim rahatımıza kapı açtı, bir hafta inşallah kızımla, annemle, babamla ve maaile hatta amcalar, yengeler, kuzenler şeklindeki toplaşmasıyla oluşan bir hafta, salıdan itibaren...
Bir ucumuz tekilanın cennetinden, bir ucumuz egenin kıyısından ayrıldık toplaşırız elbet zamanı gelince...

25 Şubat 2010 Perşembe

KING' TEN TAKİPÇİLERİNE ÖZEL HEDİYE!!!...



Ben elçiyim gördüm beğendim haber ediyorum buyrunuz...
Blog üyelerine çekilişsiz, kurasız sürpriz hediyeler veriyor. Bayanların yanı sıra bayların da katılabileceği bu yarışma bugüne kadar yapılan yarışmalara hiç benzemiyor. kingdünyası.blogspot.com adresine yeni üye olacak bir kişiye çekilişsiz ve kurasız Thunderbird Otomatik Döner Fırçalı Saç Kurutma Makinesi hediye... 1600-1800W’luk ısınma gücü, iki yöne otomatik dönen şekillendirici fırçası, serin hava ayarı, 3 ısı ve 2 hız ayarı bulunan Thunderbird’a ücretsiz sahip olmak için King blog’unu ziyaret etmeyi unutmayın.King Dünyası’na adım atar atmaz şans kapısını aralayacak olan üyeler arasına sizler de katılın.Hemen üye olun, hediyenizi kaçırmayın!Kazananlar http://kingdunyasi.blogspot.com adresinde açıklanacaktır...


1.http://kingdunyasi.blogspot.com adresinde yer alan blogumuza üye olmak.
2.Blog sayfanızda kampanyamızı duyurmak.
3.www.king.com.tr'de yer alan King Ladies Club'a üye olmak
4. Üye olduktan sonra Ad, Soyad, Adres, Yaş, Meslek, Medeni Durum ve Gsm bilgilerinizi tam olarak doldurup kingdunyasi@gmail.com adresine yollamak.

24 Şubat 2010 Çarşamba

Giden Dişlerim Oldu...

"Anne sabah kalkınca büyük büyük kutular mı göreceğim..?"
"Dur bakalım annecim yarın olsun da bir, çok da bel bağlamamak lazım ona..."
"Neden anne yastığımın altına koyuyorum ya, kesin iyi birşeyler gelecek..."
"Annecim onun da hazırlıksız olduğu durumlar olabilir, tamam perinin hazırlanacağından ne, sopasını sallar olur da nereden bilsin akşamın bir körü senin dişinin çıkacağını hazırlıksız işte..."
"Olsun ben yine de bekliyorum..."
"Bekle annecim (...de ben en iyisi para koyayım, yanına da bir kart yazayım, artık o parayı hediyeye dönüştürmek için başımın etini ye her saniye)
haydi kapat gözünü bak sabah kalkamayacağız...
Seni seviyorum..."
"Ben de..."
"İyi ki varsın..."
"Sen de..."

23 Şubat 2010 Salı

Ney, Tanbur, Hastane...

Ney sesi değil mi bu gelen ama derinden, sonra tanbur sesi eşlik ediyor ona...
Allah Allah yanlış yere mi geldik, daha önce vardı da dikkat mi etmedim olabilir tabi bir de hastane tenha bu saatte ondan da duyuyorum daha rahat...
Babamla benim ikimiziz, ağır aksak asansörlere doğru yürüyoruz, on dördüncü kat istikamet...
Güvenlik var orada, doktor bekliyor bizi diyoruz, yatış mı diyor duymamazlıktan geliyoruz...
Ya da sadece ben geliyorum, babam gelmemiş...
"Neden yatış dedi ki?"
"E baba yatan hasta bölümünden giriyoruz da ondan..."
Buluttan nem kapan hatta nem için buluta bile ihtiyaç duymayan babam için ne kadar tatmin edici bir cevap bilmiyorum ama ben cevabımı verdim...
Kattayız, bizden başka bir anne var, kızı ameliyata girmiş, işlemleri uğraştırıcı bilmiyorlar çalışan SSK lıya vizite kağıdı lazım, kadın dönüp duruyor kızımın çıkmasını bekleyeyim bari diye...
Çok geçmeden doktorumuz giriyor kapıdan...
Kapıdan önce normal vatandaş, kapıdan adımını atmasıyla devleşen, adımını atmasıyla bir başka edalanan dev gibi bir adam gülümseyip, günaydın diyor...
Bekliyoruz yine müzik hala devam ilk hastaneden girdiğimde, hayatımda hiç bulunmadığım ama hayalimde canlandırdığım sanki "son yıkama yeri" gibi hissediyor kendini insan, hatta ne biçim iş burası şifa bulunmaya gelinen yer nasıl bir ruh öldürendir bu dediğim ama doktoru bekleyişte sakinlediğinde onun da sakinleştirici etkisi olduğunu sonradan anladığın ney sesi derinden tanburla birlikte...
Sonra bir ses daha tanıdık bu kez;
"ben senin hakkının nasıl ödeyeceğim be?"
"Hı.....???"
"Aman be babam, asıl ben senin hakkını nasıl öderim, deme böyle"
Hey Yarabbim edilecek laf mı bu, hayır bu lafa göz dolup baş yana çevrilip o yanaklardan iki yaş dökülür mü?
Döküldü işte...
Sonra ver gazı sürekli devam et susma, bak neler var, bak halimize bugünümüze şükür, hep içini ferah tut babam, herşey düzelecek, iyi olacaksın hem ne var bu ikinci biyopsin pıt dedi mi bitecek...
Babamın gözlerinden uyku akıyor korkuyla endişeyle karışık belki duymuyor bile beni...
Doktor beliriyor kapıdan, gelin diyor...
Tıpış tıpış ilerliyoruz, oturuyor koltuğa babam, takıyor başına ışıklı dalgayı başına doktor...
Dilini bastırıyor da bastırıyor arada "pardon hocam biliyorum canını yakıyorum ama dayan az kaldı" aradan bir dakika geçmiyor "Allah Allah tertemiz ben nereden biyopsi alacağım?"
Nasıl yani cuma günü diğer doktorlar öyle demediler ama hatta ekranda o karaltıyı gösterdiler...
Ama yine de son söz onun, ağzından bal damlıyor sonra, ağzım açık, gözlerim pörtlemiş ona bakarken neler dökülüyor ağzından Radyoloji uzmanı doktorumuzla telefonla konuştuktan sonra;
"Ben bu biyopsiyi yapmam her yer tertemiz, babam da olsa hocam yerinde, yapmam on beş gün sonra kontrole gelin..."
"Peki" diyorum, "haftaya seyahate gideceğiz müsade var mı?"
"Olmaz mı gitsin eğlensin dinlensin sonra gelin tekrar..."
Bak diyorum babam gördün mü? Yine seviyor Allah seni, haydi gözümüz aydın...

22 Şubat 2010 Pazartesi

Nereye Kadar Emrahvari, Kaşlar Ortada Birleşin Modeli Gezmek...

Tamam geldi mi üst üste, yığıldı mı tepeleme, durdu mu geldi mi gitmeyen...
Hani yataktan kalkarken pazar sabahları; gerçi benim en büyük fantezim kaldı aklımın bir köşesinde, şöyle uzun uzun gerinirsin, yatakla uzun uzun vedalaşırsın, hem kalkmak ister bir tarafın, kal amaan yat der öbür yanın...
Ben de bugün sabahın saatinde o kadar esnemesem de bir kalkış kalktım ki geceden kalma halimden sıyrılıp derinden bir ohh çekerek...
Bazen Lost' un kara dumanı gibi sarılıyor yanım yörem, duvara itiveriyor bir hışım, o zaman nefes almak kabil değil ki göz gözü görmez...
Sonra o dumandan arınınca ortalık, gidince baştan kapkara bulut...
Eller açılıp "sen kaldıramayacağımdan fazla yük yükleme omuzlarıma Rabbim" dedikçe, sabahı gökkuşağı oldu, hatta kusura bakmasın bir yorumda okudum bir blog yazan arkadaş GeCe ye yorum yazmıştı...
".........Allah aslında sıkıntı ve sınavla bizi kendine yakınlaştırıyor.........." diye...
Sınavdan geçeceğiz izninle dedim kendime...
Babam cephesinden yine sabredecek bugüne şükredecek durumlar devam, hatta koca bir okyanusu geçerek o kadar kitleyi ezdik bitirdik ama hainin biri bir baş verdi yarına biyopsisi var, şimdilik emin olmamakla birlikte genel anesteziyle yapılabilir dediler yarına kesinleşecek...
Sonrasında Allah başa döndürmesin, nasıl bir tedavi izleneceği belirlenecek...
Babamın bir oluşumdan haberi yoktu 15 gün önce kullandığı antibiyotik için enfeksiyon olmuş dedik, fakat bu parça alınma işi bakışlarını uzunca bir süre bir noktaya sabitlemesi şeklindeki duruşuyla bizleri epey korkuttu...
Yine de Allahım hayırlı şifalar verecek inşallah, beklemedeyiz sabırla...
Lost' un kara dumanı fena duman, yandan vantilatör tutulmuşçasına olmasa da hafiften ama emin adımlarla veda ediyor...
Hele ki aldığım bir haber var ki hiç hesapta olmayan haftaya gerçekleşecek nasipse ruha bedene iyi gelecek ziyadesiyle...
Artık son, Emrahın kaş modeli gezme durumu, içte ve dışta...
Bugün havayı kokladınız mı?
Kokladım ben...
Mis misssss...

21 Şubat 2010 Pazar

Gelse...

Ak sakalıyla saçı birbirine karışmış, yüzünün ışıltısından yüzü seçilmeyen dede çıksa yemyeşil çalıların arasından...

Öyle nurla dolsa ki ortalık, değil kendisine onun olduğu tarafa bakmanın imkansız olduğu bir ışık hüzmesi bir aydınlık...

Sonra derinden bir ses ki ney tadında, dudaklarının kıpırdadığını görmeden o ışıktan gelse ses...

"Üzülme evladım, sıkılma, hepsi geçecek dardan çıkacak, feraha kavuşacaksın, şükretmeye devam et ve sadece sabret, sabrın sonu selamet...

20 Şubat 2010 Cumartesi

Bu Kampanya Desteklenmez mi?

Öyle güzel açıklamış ki asortik krep, katılmak isterseniz buyrun oraya...

1- İstediğiniz bir parçayı örerek bize göndermek.Bunlar ne olabilir..? Öncelikle bebekler ve çocuklar için yelek, hırka, patik, atkı, şapka ve ya battaniye.2- Örgü örmek istemeyenler ama ben yine de destek olmak istiyorum diyenler için el yapımı herşey.. İçinizden geçen ve biz gönüllülerin satışa sunup kazandığımız paraları burslara bağışlayacağımız herşey.Alt bilgi olarak belirtmek istediğim bir şey var ki, 2. el daha kullanılması mümkün olan evinizde değerlendirilmeyi bekleyen giyim eşyalarınızı da gönderebilirsiniz. Örgü ya da kumaş olabilir, her yaş grubu tercihimizdir ama bebekler için genelde daha sıkıntı çekiyoruz diyebilirim.Burada belirtmek istediğim bir husus var ki....
Devamı buradan...

18 Şubat 2010 Perşembe

Aklıma Düştü... (Şimdiden Söyleyeyim de Yazı Uzun)









Ziyadesiyle kendi halinde, etliye sütlüye, ota .oka karışmadan, bana dokunan yılan da yaşasın, dokunmayan da zihniyetinde, kazanında kendince kaynayan bir zatı muhterem olan ben ki kimse inanmadı biliyorum da olsun ben bir yazmak istedim, hayatım icraatta dingin olamadı yazımda olsun bari diye...

Bu arada bu uzun tanıtım yazısı da blogumu yeni açanlar için kısa özet olsun dedim şimdi spontan düşünüp, yazarken dökerken satırlara...
Allahın sıcaktan eridiğimiz bir Temmuz günü, ortada bir neden yokken belki de var benim haberim yok, bir görevlendirme yazısı ile o ana kadar çalıştığım yerin dışında, malzeme dağıtılan bir depoya "aman sana bilgisayarda çok ihtiyacımız var, yürü Funda kim tutar seni işler bitip iki ay sonra almayan nedir vallaha" gazıyla hala çalışmakta olduğum yere sürgün edildim...
Hala da nedenini bilmem...
Bilmesem de olur da, ilk başlarda çırpındım, haksızlık bu dedik, bilimum mercilere büyükler aracılığıyla gittik, hatta o sıra msn nin buzz' ı var ya bir nevi, bizim bir arkadaşla oradan atışmalarımızı sen tut büyük amir üzerine alın, hatta gününün büyük bölümünü benim msn nin üst yazılarını takiple geçirecek kadar tak bu işe, sonra bütün Genel Müdürlük benim bu işi konuştu ki tamamen kendi arkadaşımla konuştuğumdur daha bundan gayrı yapabileceğim yoktur...
Neyse...
Bunda da bir hayır var dedik, bahçe suladık, bahçesinden faydalandık, işimizi yaptık derken derken 18 Eylül Cuma günü kara cuma günü, 58 yaşındaki sevgili babamın Tonsil Ca hatta kodu CA-09 dur olduğunu öğrendik...
Halk dilinde bademcik kanseri deniyormuş ya da dil kökü kanseri gibi bilimum isimleri varmış içine girince işin terminolojisi de ucundan duya duya öğrendik...
Zaten babamın Mart' tan beri boğaz ağrısı şikayeti vardı taaaaaaaaaaa -ki o "ta" içinde küfür var yazamadım- Eylül ayına kadar dört doktora gidip de, bozağların şişmiş, al şu antibiyotiği bitir, sil süpür gel şeklindeki tedaviler, yanlış teşhis, gözlerinin önündeki büyüyen kisti görmemeleri sonucu Eylül ayına kadar safha olmuş mu sana III?
Allah' ın işi dedik yine sığındık ona ama dağıldık ki ne dağıldık...
Doktor bize sonucu söyleyecek elinde dosya kedinin ciğere bakması bizim doktora bakışımız karşısında o kedi tok evin kedisi gibi kalır...
Doktor da canı sağolsun bizim edebilecek her yerimize etti tabir-i caizse...
" III. safha Tonsil kanserisiniz B..... Bey...
12-15 saat arasında değişen bir ameliyatınız var, ameliyat sırasında dilinizin yarısından çoğunu alacağız, boğazınızda ne var ne yok temizleyeceğiz...
Dilinizin büyük bölümü olmayacağınızdan, yedikleriniz ciğerlerinize kaçabilir ölebilirsiniz, zaten de felç ihtimaliniz çok fazla"
Annem, ben, kızkardeşim, babam...


Nasıl bir hal o hal var ya, YOK BÖYLE BİR HAL...

Hani anne olursun, emzirirsin tarifi yok diye gezersin ya, hikaye o...

Nefes alamadığın an o, düşünemediğin an o, boku yedik buraya kadarmış dediğin an o...

Gittim o ana yine bak, şimdi bile sulandı gözlerim aktı yaşlar, o an doktor çıkışı almışsın haberi, ağlasam olmaz babam var, sigara içmek istiyorum yine babam var, kalbim boğazımdan çıkmış onu hiç tutasım yok varsın gitsin...
Telefonlar çalıyor, beynimde zaten uğultu var...
O hastaneden Gazi' ye gidene kadar o direksiyon oldu bana kafamı vurup ağlama duvarı ama ne çare varılması gereken bir yer var el çabuk tutula, puslu ağlamaklı gözlerle kazasız belasız vardık hastaneye...
O canı sağolasıca doktor bizi Gazi Hastanesi Radyaloji bölümünde bir doktora yönlendirdi, sonra oradan bir KBB ci çıkardı Allah karşımıza...
İnanılmaz bir adam, dingin, sakin, moralli...
"Bak hocam durum kötü evet, elimizi çok çabuk tutmalıyız, ama ameliyat yok, o kadar büyük yere bıçak daldırmak gibi bir kahramanlığa soyunmaya gerek yok, radyoterapilerle kemoterapilerle kitleyi küçülteceğiz, belki yok edeceğiz, o zaman bakacağız duruma... Ama sen ümitsizliğe kapılma, hele bayramdan sonra tedavilere başlarız, sen sigarayı kes 40 yıl içmişsin yeter ama 40 yıldır aldığın alkole de veda et son kadehlerini iç, hatta bir kadeh de benim için iç...
O bayram da geçmedi kimselere, sonra başladı maratonumuz hergün radyoterapi, her cuma kemoterapi, aradaki dağılmalar, moralsizlikler, arada delirmeler, sinir krizleri, yorgunluklar, bitkinlikler...
Şafak sayfamalarım, tanımadığım bir sürü dünyada iyiler hala var dedirtecek bir sürü iyi insandan destek mesajları, telefonları, duaları hepsi ilaç oldu önce bana, iletince de babama...
Anasını sattığımın dünyasında geldi mi terslikler birbirini beklermiş birimiz çıksın "hayde arkadan da ben geliyorum bekle ismail" der gibi, iyi bir işi olan babamın, safi iyi niyetinin hatta tabir-i caizze salaklık diyeceğim babaya salak denmez saflığa devam edeyim ben...

Ortağının kanser haberini aldığının ilk haftasında, dükkandan etmesi babamın, hastalığına değil tamamen işsiz kalmasından dükkanının göz göre göre gitmesinden hakkının ve havaya uçan paraların gitmesineydi bütün üzüntüsü...

Sonrasında her akşam ölmeye yattı kızkardeşimin dediği gibi...

Düzeltemedik hiç moralini ki boşa kürek çektik, aman babam paşamsın babam, ağamsın babam nafile...

Sonrasında benim gücümün yetmemesinden onların ağzını yüzünü dağıtmama engel olması münasebetiyle, bir yazı döşendim blogda, dava açıldı hakkımda, hakaret davası iki gün önce duruşmasına girdim...

Bursalardan Dijle yetişti imdadıma avukat tutacak durumda olamamamdan hızır oldu oralardan bana...
Sonra bir de dediler Funda dükkanı bastı ana avrat küfretti hooop bir dava daha, o da Mayıs' da...
Nasıl işse ben oğullarının yanında, orada olmayan ebeveynine ana avrat sövüyorum, kimse beni durdurmuyor, tarih yazar mı biri gelecek benim anama babama sövecek ben orada onu aşağıya indirmeyeceğim, hem bu benim küfürleri dinleyen de bir erkek, ne hikmetse ben koskoca Hoşdere gibi işlek bir caddedeki dükkanı basıyorum, küfrediyorum oradan sağ çıkıyorum Allah' ın işi işte...
Hala da okurlarmış beni var mı bir davalık hadise diye herhalde :)
Biz her işi Rabbime havale ettiğimiz gibi ne beddua ne ah değmez, Allah' a havale 7/24 çalışan ilahi adalete anında teslim kargo...
Babamın tedaviler bitti merakla bütün aile sonucu beklerken Allah' ın bir mucizesidir diye tanımlanabilecek bir durum hasıl oluyor ve taaaa omurlarına yapışmış III. safha kanseri yenip tamamen kurutuyoruz şükürler olsun...
Allah' ın izni ve doktorlarımızın çabası ile sağolsunlar...

Fakat yirmi gün öncesinde babamın bir miktar ağrıları vuku buluyor hastalıklı bölgede, derken tam tetkiklerimizi öne çekip bakıyoruz ki bu kadar ağır tedavilerin sonrasında oluşabilecek bir lezyon ortaya çıkıyor, enfeksiyon...
Bugün bitti on günlük antibiyotik tedavisi...
Yarın sabah KBB konseyindeyiz...

Bir kamyon dolusu badireyi Uludağ Beceren' in önüne iner gibi vııııııjjjjt diye inmiş atlatmışız bunu da Allah' ın izniyle bitirir, umutları taşır, kalplerimizde umut çiçeklerini ilkbahar gelmeden tomurcuklandırırken artık yazıya son verme vakti de gelmiş de geçiyor bile der....

17 Şubat 2010 Çarşamba

Süre Hakim Bey...

Karşı taraf gelmedi ki bizimkilerin en büyük korkusuydu aman birşey çıkmasın çünkü üç kişiler ben de tekim hani birşey olursa diye...
Ne olacaksa ayrıca da ben çalıyı ........ tarafım...
Aman yine bir halt yazmayayım da...
Valla metanet yüklü cesaret dolu yüreciğimle gittim bekledim...
Bir de nasıl bir hayatsa benimki, nasıl akarsa kan damardan, her daim burnum b.ktan kurtulmadı benden kaynaklı kurtlanma neticesinde...
Dinleyene bol "aaaaaaa" lı sohbetler yapılası bir durum benimki...
Ama suçum yok benim haksızlığa gelememekse her şeye hop atlamaksa budur suç günah...
Neyse efendim bir sarıldım ben Yaradan' a dedim çıkış yolu sonra Dijlem yetişti gönderdi onu...
Dediklerini uyguladım harfiyen...
İçim rahattı yanımdaymış sağımdaymış gibi durdum orada dedim çıktım...
İşin en ilginç kısmı ilk defa karşısında durduğuğum hakimin karşısındaki bilindik psikolojinin verdiği vücut posturu bende de vuku buldu...
Eller önce kenetli, boyun bükülmeden dik karşıya bakar vaziyet, hatta baraj kuran futbolcu gibi...
Sonra bir baktım kendime, dedim ne bu eller önce kilitli ki sal yana Funda sal dursun, o bilindik duruşu boz...
Karşı taraf avukatının beklemediği sözler sarfettim galiba ki yüzünün hali değişti...
Sonra hakimin "10 Mart uygun mudur avukat hanım?" sorusuna kısıktan bir "evet efendim" cevabı geldi...
Sonra dağıldık...
10 Mart ola hayrola...
Desteklerinizden ötürü çoook teşekkürler...
Dipten Not: Dünkü bir sohbetten öğrendim Peygamber Efendimizin hadisiymiş "Hakkını aramayan, dilsiz şeytandır"...
Hz. Ali de demiş ki;
"Haksızlığa Karşı Çıkıp Hakkını Aramayan, Hakkıyla Beraber Şerefini Kaybeder."